İKTİSADİ BÜYÜME - Ünite 6: İçsel Büyüme Teorisi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: İçsel Büyüme Teorisi

Giriş

Ekonomik büyüme; açlık, yoksulluk, hastalık, dışa bağımlılık, çarpık yapılaşma ve seçeneksizlik gibi çok sayıda sorun ile boğuşan önemli sayıda ülkenin bu sorunlardan kurtulabilmesi için güvendikleri en önemli reçetelerden birisidir. Geri kalmış ülkelerin iniş ve çıkışlarla dolu zorlu büyüme maratonu gelişmiş ülkelerin istikrarlı bir şekilde devam eden sürdürülebilir büyüme performansları karşısında zayıf kalmaktadır. Neoklasik büyüme modellerinin içerdiği varsayımlarla az gelişmiş ülkelerin ekonomik büyüme süreçleri hakkında karamsar bir hava yarattığı dönemde bazı gelişmekte olan ülkelerin gösterdiği olağanüstü büyüme performansları akademisyenleri de şaşırtmış ve ekonomi dünyasında yeni merak dalgalarının yaygınlaşmasına yol açmış ve iyimser bir rüzgâr esmeye başlamıştır.

Özellikle, Asya Kaplanları’nın (Güney Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan) baş döndüren uzun soluklu büyüme maratonları iktisadi büyüme teorilerinde de önemli soru işaretlerine ve gelişmelere yol açmıştır. Bu bölümde şu sorulara cevap aranacak ve yapılan tartışmalara yer verilecektir:

  • Bu ülkelerin başarılarının arkasında ne yatmaktadır?
  • Neoklasik büyüme modellerinin temel varsayımları hangi hataları barındırmaktadır? İktisadi büyümeyi etkileyen faktörler yeniden ele alınmalı mıdır?
  • İktisadi büyümeyi ekonomik sistemin dışındaki faktörlerle bağdaştıran Neo-Klasik büyüme teorilerinin tersine Uzak Doğu ülkelerinin yüksek büyüme oranları içsel faktörlere mi işaret etmektedir?

İçsel Büyüme Teorisinin Ortaya Çıkışı ve Varsayımları

İçsel büyüme teorisinin bilimsel kökenlerini Adam Smith ve Joseph A. Schumpeter’e kadar gerilere götürmek mümkünse de Nobel ödüllü ekonomist Kenneth J. Arrow’un geliştirdiği “yaparak öğrenme” yaklaşımının öncü olduğu içsel büyüme modelleri Paul M. Romer’in 1986 tarihli çalışmasıyla önem kazanmış ve Robert E. Lucas’ın 1988 tarihli ve Robert J. Barro’nun 1990 tarihli çalışmaları ile gündeme oturmuştur. Bu modelin “içsel” olarak adlandırılması, iktisadi büyümenin açıklayıcı unsurlarının ülkenin kendi iç unsurları içinde aranması gerektiğine dikkat çekmesi nedeniyledir. Öte yandan, model, iktisadi büyüme sürecinin iktisat politikaları aracılığı ile yani ekonomilerin kendi iç güçleriyle etkilenebileceği öngörüsüne de sahiptir. Adam Smith, bilgi, teknoloji ve uzmanlaşmanın üretim fonksiyonu çerçevesinde içsel faktörler olduğunu ileri sürerken bu unsurların milletlerin başlıca zenginlik kaynağı olduğuna dikkat çekmektedir. Öte yandan teknoloji ve yenilik denildiğinde iktisat literatüründe ilk akla gelen isimlerden olan Schumpeter de kapitalizmin istikrarsızlıklarla iç içe gelişmesinde teknolojik ilerlemenin, buluşların ve yeniliklerin önemine dair çalışmalar yapmıştır. Kapitalist ekonominin işleyiş mekanizmaları konusunda derinlemesine çalışmalar yapmış olan Karl Marks da teknolojik gelişme ile birlikte artan yeniliklerin yarattığı rekabet sürecinin kapitalizme işlerlik kazandırdığını belirtmektedir.

İçsel Büyüme Teorisinin Ortaya Çıkışı

Neoklasik büyüme teorileri devletçi kimliği belirgin bir şekilde ortada olan Harrod-Domar’ın devlet müdahalesini gerektiren büyüme modeline karşı bir argüman olarak piyasacı ana akım tarafından geliştirilmiştir. Neoklasik teori, ekonomik büyümeyi emek ve sermayedeki artışa bağlarken sistemin dışında belirlendiği varsayılan ve bu nedenle “dışsal” olarak nitelendirdiği teknolojik gelişmeyi de buna eklemiştir. Neoklasik teorinin temel varsayımları şu şekilde sıralanabilir:

  • Ekonomi dışa kapalıdır,
  • Sermaye için azalan verimler kanunu geçerlidir,
  • Üretim fonksiyonu açısından ölçeğe göre sabit getiri koşulları geçerlidir,
  • Teknolojik gelişmeler dışsaldır,
  • Faktörler arası ikame mümkündür,
  • Bağımsız bir yatırım fonksiyonu bulunmamaktadır,
  • Piyasalar rekabetçidir,
  • Firmalar ve bireyler rasyonel davranır.

Neoklasik teoride, sermaye kullanımı arttıkça sermayenin marjinal verimliliği azalırken ekonomik büyüme hızı yavaşlamakta (azalan verimler kanunu) ise de teknolojideki gelişmeler sürdükçe bu azalma kısmen telafi edilmekte ve büyüme hızındaki yavaşlama gecikmektedir. Yani, aslında modelde kişi başına gelirdeki artışın tek belirleyicisi teknolojik gelişme olarak görülmektedir. Ancak modelin bu aşamasındaki kritik nokta şudur: Teknolojik ilerlemenin nasıl ortaya çıktığı belirsizdir ve bu konu iktisadın alanına değil mühendislik bilimlerinin alanına girmektedir. Bu bağlamda teknolojik ilerleme “gökten zembille inen” bir olgudur ve bu durum Neoklasik modelin gerçek dünyayı açıklama gücünü zayıflatmaktadır. Oysa içsel büyüme teorilerinde teknoloji ülkenin iktisadi bünyesinin içinde oluşmaktadır ve yönetimin kararlarından etkilenmektedir. Bu bağlamda, içsel büyüme teorileri yakınlaşma hipotezini de eleştirmekte ve ülke yönetimi rasyonel politikalar izlemediği takdirde geri kalmış ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki farkın kapanma ihtimalini zayıf görmektedirler.

Tarihsel süreç içerisinde ekonomik büyümeyi dışsal unsurlara bağlayan Neoklasik modeller (ve bir ölçüde Neo-Keynesyen modeller) 1980’li yılların ortalarına kadar popülerliğini sürdürmeyi başarmışlardır. Ancak 1980’li yılların başlarında gelişmeye başlayan içsel büyüme teorileri ekonomik tartışmalarda güçlü bir şekilde savunulmaya başlanmıştır. İçsel büyüme teorisyenleri, Neoklasik teorinin azalan verimler kanununun işleyeceği varsayımı yerine artan verimlere dayalı üretim fonksiyonunun geçerli olacağını savunmaktadır. Özellikle Romer’in altını çizdiği “bilgi”ye dayalı üretim sürecinde, mallar üretilirken yan ürün olarak ortaya çıkan yeni bilgiler artan verimlerin devreye girmesine ve bu bilgilerin diğer firma ve endüstriler tarafından kullanılması da ülke çapında verimlilik-üretim artışlarına yol açmaktadır.

Neoklasik teoride, ekonomik süreçlerle karmaşık mekanizmalar çerçevesinde ilişki içinde olduğu için ölçülmesi çeşitli zorluklar barındıran beşeri sermaye, teknolojik ilerlemeler, dışsallıklar, kamusal müdahaleler, kültürel ve dinsel değişkenler, sağlık politikaları, bilgi üretimi, AR-GE faaliyetleri ve yenilik üretimi gibi değişkenler gerektiği kadar dikkat çekmemiştir. İçsel büyüme teorileri ise adı geçen bu konulara özenle eğilmiştir.

İçsel Büyüme Teorisinin Temel Varsayımları ve Belirleyicileri

İçsel büyüme teorileri ekonomik büyümenin ekonominin kendi iç unsurlarına bağlı olduğunu ve içsel faktörlerce belirlendiğini ileri sürmektedir. İçsel büyüme teorilerinde ekonomik büyümenin başlıca kaynaklarının şu unsurlar olduğu görülür: Bilgi, beşeri sermaye, yaparak öğrenme, yaratıcılık, tesadüfler, yenilik, araştırma ve geliştirme, teknolojik gelişme ve teknolojik altyapı, pozitif ölçek ekonomileri, dışsallıklar, işbölümü ve uzmanlaşmadır.

İçsel büyüme teorilerinin belki de en önemli ortak noktası iktisadi büyüme süreçlerinde “bilgi”ye verdikleri önemdir. Sanayi devrimi döneminde kullanılan sermaye ve emek miktarı ile gerçekleşen üretim miktarı bugün çok daha az sermaye emek miktarıyla gerçekleştirilebilmektedir. Bunu sağlayan gelişme, bilgi üretimi ve teknolojideki ilerlemelerdir. Bilgi üretimi ve birikimi artan oranlı getiri sağlayan bir pozitif dışsallık kaynağıdır. Dolayısıyla tüm insanlar tarafından kullanılan ve azalan verimlere tabi olmayan bir sermaye türü olarak adlandırılabilecek olan bilgi, ekonomik büyümenin de en önemli itici güçlerindendir. Üstelik bilgi, bazen kısmen bazen de tamamen “gizli bir kamusal mal” olarak görülmekte ve bilgiden yararlanma konusunda hiçbir birey veya firma tamamen dışlanamamaktadır.

Yaratıcılık, yaparak öğrenme, tesadüfler ve teknolojik altyapı araştırma ve geliştirme sürecini, bu süreç ise bilgi üretimi ve teknolojik gelişmeyi desteklerken sonuçta yenilikler doğmakta ve iktisadi büyüme gerçekleşmektedir. Sağlık, eğitim ve teknoloji politikaları çerçevesinde gerçekleşen yatırımlar ile kültürel, tarihi, sosyolojik, psikolojik ve dini vb. faktörler birleşince iktisadi büyüme için gerekli ortam oluşmaktadır.

Başlıca İçsel Büyüme Modelleri

İçsel büyüme modelleri bütünüyle iktisadi yelpazede yer alan bir ana akıma dâhil edilemez. Yani bu modeller bütünüyle Klasik, Keynesyen vb. türev ana akım iktisadi görüşlere dâhil edilemez. Her bir model farklı özellik ve eğilimlere sahiptir ve farklı ortak özelliklerine göre sınıflandırılmalıdır. İçsel büyüme teorilerinde birinci tür modeller sayıca daha fazladır. İkinci tür modellerde Neoklasiklerin belirli varsayımlarının korunduğu (özellikle teknolojik gelişmenin dışsallığı ve ölçeğe göre sabit getiri varsayımlarının), içsel büyümenin sabit veya artan marjinal verimlilik yoluyla gerçekleşebileceğinin kanıtlanmaya çalışıldığı görülmektedir.

Beşeri Sermaye Modeli

Bir üretim sürecinde fiziksel ve finansal sermaye dışında üretimi etkileyen en önemli faktör üretim sürecinde çalışan işgücünün sahip olduğu bilgi ve becerilerdir. İşte işgücündeki bu bilgi ve beceriler toplamına beşeri sermaye adı verilir. Bu bilgi ve becerilerin kazanılmasının iki yolu vardır:

  • Birincisi gayet tabiidir ki “eğitim” yatırımlarıdır.
  • İkincisi ise işgücünü çalışma sürecinde edindiği tecrübelerdir, diğer bir değişle “yaparak öğrenmedir”.

Bilginin üretilmesi, yayılması ve teknolojiye dönüşmesinin üretim ve verimlilik artışındaki önemi anlaşılınca bu sürecin önünü açacak unsur olan “insan kaynaklarının geliştirilmesi” anahtar kavram olarak ön plana çıkmıştır. Bireylerin nitelikleri, tecrübeleri, bilgi ve becerilerinin, kısacası beşeri sermayenin ülke ekonomilerine ve toplumsal yaşama yaptığı pozitif katkılar somut olarak belirlenince beşeri sermaye yatırımları giderek güç kazanmıştır.

Kişilerin karşı karşıya olduğu seçeneklerin artması ve kendini toplumun mutlu bir bireyi olarak hissetmesi ile ilgili her türlü konu aslında beşeri sermaye ile ilgilidir. Bireyin sahip olduğu bilgi, beceri ve diğer niteliklerin artırılması ve iyileştirilmesi sadece o bireyin kendi ekonomik ve manevi refahının artırılmasını değil toplumun da ekonomik ve sosyal refahının artırılmasının önünü açmaktadır. Üstelik eğitim yatırımlarının getirisinden bireyler ve milletler ömür boyu ve kuşaklar boyu yararlanırlar.

Beşeri sermaye yatırımları sonucunda oluşan nitelikli işgücü rezervi, artan verimlilik ve sağlıkla ilgili pozitif katkılar, ortaya çıkan bireysel kazançlar ve dışsallıklar ile birlikte bir bütün olarak ekonomik büyüme ve sosyal refahı artırmakta, yoksulluk ise azalmaktadır.

Ekonomik büyüme üzerinde fiziksel sermaye ve emek miktarındaki artışın dışında beşeri faktörlerin ne kadar etkili olabileceğini gösteren, eğitimin emeğin verimliliğini nasıl arttırabildiğini ortaya koyan öncü niteliğinde çalışmalar yapan araştırmacılardan Schultz, Solow’un formülünü eğitim sürecini ekleyerek değiştirmiş ve gelir düzeyini etkileyen bir faktör olarak eğitimi ön plana çıkarmıştır. Schultz’un çalışmaları tahmin çalışmalarında kullanılan iki tip “büyüme muhasebesi” ortaya çıkarmıştır. Ekonomideki büyümenin kaynaklarını, diğer bir deyişle üretim artışı üzerinde etkili olan faktörlerin her birinin etki derecelerini ayrıştırarak bulma yöntemine büyüme muhasebesi adı verilir. Schultz tipi büyüme muhasebesi şöyle formüle edilir:

Y = f (L, K p , K h )

Burada Kh beşeri sermayeyi, Kp ise fiziksel sermayeyi temsil eder. Bu denklem zamanı içerecek şekilde bir tahmin denklemine çevrilebilir:

g y = s 1 .g 1 + Ip Y rp + I h Y r h

Bu ifadede gy büyüme oranını, g1 işgücünün büyüme oranını s1 milli gelirde işgücünün payını, g1 işgücünün büyüme oranını, Ip fiziki yatırımları, Ih beşeri sermaye yatırımlarını r yatırımların geri dönüş oranını, rh eğitim düzeyi katsayısını temsil etmektedir.

Beşeri sermayenin ekonomik büyüme üzerine olumlu etkileri konusunda öncü çalışmalar bulunsa da model esasen Robert E. Lucas ile birlikte anılır. Lucas, beşeri sermayenin mevcut düzeyi ne olursa olsun belirli bir çabanın aynı yüzde artışa yol açması nedeniyle beşeri sermayenin azalan verimlere tabi olmadığına işaret etmektedir. Lucas modelinde ölçeğe göre artan getirinin başlıca sebebi eğitim sürecinin meydana getirdiği dışsallıklardır. Lucas, gelişmiş ülkelerin beşeri sermaye birikimi nedeniyle yaşam standartlarının yükseldiğini ve Doğu Asya ekonomilerinin hızlı büyüme mucizelerinin de yine beşeri sermayeye verdikleri önem sayesinde gerçekleştiğinin altını çizmektedir.

Lucas üretim fonksiyonunu şöyle kurmuştur:

Y = f (K, N e )

Burada Y ekonominin üretim düzeyi, K fiziksel sermaye ve N e “etkin emek” anlamına gelmektedir. Etkin emek şu üç unsurdan oluşur:

  • İşçinin üretimde harcadığı zaman (u),
  • Çalışanların ortalama bilgi-beceri düzeyi (h) ve
  • Ülkedeki işgücü arzı (N).

Bu durumda üretim fonksiyonu şu şekilde gösterilir:

Y = f (K, uhN)

Bu ifade aslında üretim artışının gerekli şartlarını da göstermektedir: Üretim artışı sağlamak için daha çok çalışılmalı, çalışanlar daha çok bilgi ve beceriyle donatılmalı ve işgücü arzı (dolayısıyla nüfus) artırılmalıdır. Fakat burada önemli bir nokta daha vardır: Eğer (u=1) olursa işçiler bütün zamanlarını çalışmaya, (u=0) olursa tüm zamanlarını boş vakit değerlendirmeye veya kişisel gelişim-eğitim programlarına ayıracaktır. Dolayısıyla gerçekçi olan bu iki aşırı uç durum arasındaki bileşimlerdir.

Beşeri sermaye modeli, devletin ekonomideki rolü üzerine özel bir yük bindirmektedir. İşgücü, işyerindeki çalışmaları sırasında veya firmaların elemanlarına verdiği/verdirdiği özel eğitim programları sonucunda çeşitli bilgi ve beceriler kazanma imkanı sağlasa da çalışanların işgücüne katılmasına kadar geçen sürede aldığı eğitim de çok önemlidir. Günümüzde bireyler, doğdukları andan itibaren eğitim sürecinin içine girmektedir. Anne-baba eğitiminden başlayarak yükseköğretim sürecinin sonuna kadar olan eğitim süreçlerinde devlete önemli görevler düşmektedir. Lucas modelinde gördüğümüz “u” faktörünün içeriğinin belirlenmesinde de kamu politikalarının önemi devreye girmektedir. “Çalışma saatlerinin belirlenmesi”, “bireylerin boş zamanlarını etkin değerlendirebilmesi” ve “verimlilik politikaları” başta olmak üzere bireylerin bilgi ve beceri edinmeye harcadıkları zamanın ayarlanmasında devletin elinde önemli politika araçları bulunmaktadır. Bu bağlamda “göç ve göçmen politikaları” da iktisadi büyüme üzerinde önemli etkiler meydana getirebilme potansiyeli taşır. Eğitimli, bilgi ve becerilerle donanmış göçmenlerin ülkeye gelişini teşvik eden politikalar iktisadi verimliliği artırarak büyümeyi teşvik eder.

AK Modeli

Romer’in 1986 ve Lucas’ın 1988 tarihli çalışmalarında öncü bilgiler ürettikleri AK modeli Sergio Rebelo’nun 1991 tarihli çalışmasıyla anılmaktadır. Rebelo, Neo-klasik modelin koşullu veya koşulsuz yakınsama hipotezini reddetmekte ve dışsal teknolojik gelişmenin olmaması durumunda dahi sürdürülebilir ekonomik büyümenin görülebileceğini ileri sürmektedir. AK modeli sermaye ile (K) toplam üretim (çıktı) (Y) arasında doğru yönlü bir ilişki olduğunu varsayar. Birçok modelde de ileri sürülmüş olan bu ilişkiyi bu modelde farklı kılan modeldeki sermayenin fiziksel sermayenin yanında “beşeri sermayeyi” de içine almasıdır. AK modeli ölçeğe göre sabit getiri koşulunu kabul ederek üretim fonksiyonunu şu şekilde ifade eder:

Y = f (K, L) = AK ? (HL) 1-?

Burada A simgesi ekonominin ulaştığı teknoloji düzeyini gösteren dışsal bir sabiti, H simgesi ise beşeri sermaye ve fiziksel sermaye bileşimini gösteren katsayılardır. Modele göre sermaye stoku arttıkça ekonomik büyüme de artacak ve fiziksel sermayenin beşeri sermayeyi de içerecek şekilde artması nedeniyle azalan verimler yasası işlemeyecektir. Modelde sermayenin ve işgücünün ürün arz esnekliklerinin toplamının bire eşit olduğu ve işgücünün sermaye tarafından tam ikame edildiği varsayılmaktadır.

Eğer marjinal tasarruf oranı (s), nüfus artış oranı (n), işgücü başına gelir (y), işgücü başına sermaye stoku (k) ve işgücü başına amortisman (d) ile gösterilirse modele göre işgücü başına çıktı büyüme oranı sA-(d+n) ifadesiyle ölçülebilir. Bu durumda, sA > (d+n) olduğu sürece işgücü başına yatırım (sermaye) yani “s.y” ve peşinden de işgücü başına çıktı artacaktır. Üstelik bu süreç teknolojideki ilerlemeyi de gerektirmemektedir, dolayısıyla AK modelinde teknolojik gelişme dışsal olarak kabul edilmektedir. Burada A’nın, birim başına sermaye ile üretilen mal ve hizmet miktarını (çıktı) gösteren, teknolojiyi etkileyecek etmenlerin tümünü kapsayan bir sabit terim olduğu unutulmamalıdır. Model, marjinal tasarruf oranı yüksek olduğu sürece (kamusal politikaların etkisiyle yükseltilebileceğini de düşünerek), yatırım oranları arttığı sürece (kamunun yatırımların artırılmasında aktif rol oynayacağını da düşünerek) işgücü başına çıktının büyüme hızının yükseleceğini belirtir. Aynı çerçevede, nüfus artış oranı ve amortisman oranları düşük olduğu sürece de işgücü başına çıktının büyüme hızı yine yükselecektir.

Araştırma ve Geliştirme (AR-GE) Modeli

Ar-Ge modeli’ni ortaya çıkması Romer’in 1986 tarihli çalışması ile olmuştur. Ar-Ge modelinin en önemli özelliği, Neoklasik modelin tersine, üretim sürecinde kullanılacak bilginin tesadüfler sonucunda değil, bilinçli bir çalışma süreciyle ortaya çıkabilmesidir. Bilinçli çalışmaları ile araştırma merkezi ve laboratuvarlarında yeni bilgi üreten firmalar bu bilgiler ve bu bilgilerle ürettikleri yeni ürünler üzerindeki yasal haklarını kullanacak (patent vb. gibi) ve kâr elde edeceklerdir. Bu kârlılık yeni bilgi üretimini, inovasyonu ve buluşları teşvik edecektir. Fakat her türlü yasal korumaya rağmen üretilen bilgiler bir süre sonra sektördeki diğer firmalar tarafından mutlaka ve hatta zaman zaman “bedava” olarak kullanılacak ve zincirleme olarak üretim sürecinde pozitif dışsallıklar ve artan verimler oluşacak, ekonomik büyüme hızlanacaktır.

Belirli bir sabit maliyete katlanarak bir firma tarafından yeni üretilen bilgi ve teknolojinin tam rekabet ortamında üretilmesi durumunda fiyatı sıfır olmak durumunda olduğu için üreten firma kapanmak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla Ar-Ge faaliyetleri tam rekabet ortamında sürdürülemez, ancak eksik rekabet durumunda var olabilir. Bu nedenle, Ar-Ge modelleri “rekabetçi olmayan büyüme modelleri” olarak adlandırılır. Bu bağlamda özel sektörün bilgi üretimi ve Ar-Ge faaliyetlerine devletin destek vermesi gerekliliği de ortaya çıkmaktadır. Aksi taktirde sosyal faydası yüksek birçok özel sektör projesi hayata geçirilemeyecektir.

Yaparak Öğrenme ve Bilgi Üretiminde Taşmalar Modeli

Kenneth J. Arrow, 1962 tarihli çalışmasında üretim sürecini incelediği bazı sektörlerde firmaların zaman içinde birim maliyetlerinin düştüğünü, ürün kalitelerinin arttığını ve üretim hızının yükseldiğini ve yeni ürünler geliştirdiğini belirlemiş, bunun firmaların kâr amaçlı bilinçli araştırma-geliştirme faaliyetlerinden değil artan tecrübelerinden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Arrow, bu olumlu gelişmeleri içeren sürece “yaparak-öğrenme” adını vermiştir. Dolayısıyla Arrow’a göre üretimde tecrübe kazanan firmalar mal ve hizmet üretim sürecinde yan ürün olarak teknik bilgi de üretmekte, bu bilgileri stoklamakta ve ilerleyen dönemde bu teknik bilgiden yararlanmaktadır. Burada önemli bir nokta daha vardır: Üretilmiş teknik bilgi sadece o firmada kalmayacak, diğer firmalara da yayılacak ve üretim süreçleri üzerinde “pozitif dışsallıklar” ve “artan verimler” meydana getirecektir. Bu duruma “bilgi üretiminde taşmalar” veya “bilginin yayılması” adı verilmiştir. Paul M. Romer’e göre de, yasal yöntemlerle (patent hakları vb. yöntemler) bu bilgi taşmaları ancak kısmen engellenebilir, aslında bir kamu malı niteliğinde olan bilgi farklı birçok kanaldan yayılma imkanına sahiptir.

Rekabet halindeki firmalar rakiplerinin ürünlerini taklit ederek yasal engelleri aşabilir veya A firmasında yıllarca çalışmış bir teknik personel sektördeki rakip bir firmaya geçerken tüm tecrübesini de yanında götürebilir. Böylece teknik bilgi bedelsiz olarak diğer firmalar tarafından bedelsiz olarak kullanılabilir. Dolayısıyla bu tür büyüme modellerinde firmalar farklı kanallardan (yaparak öğrenme, Ar-Ge çalışmaları, eğitim faaliyetleri vb.) teknolojilerini kendileri ürettikleri için teknolojinin içsel bir faktör olduğu kabul edilmektedir. Bu bağlamda bilgi ve teknolojideki ilerlemeler “rakip olmayan mallar” kategorisine girmektedir. Nasıl ki bir sokak lambasının ışığından başkalarının yararlanması engellenemez ise yeni geliştirilen bilgi ve teknolojiden başka firmaların yararlanması da tamamen engellenemez.

1986 tarihli çalışmasında Kenneth J. Arrow’un geliştirdiği yaparak öğrenme kavramını odağına almış olan Paul M. Romer’e göre (bu nedenle model “Arrow-Romer Modeli” olarak da adlandırılır), sermaye stoku yüksek ülkelerin üretmiş olduğu teknik bilgi stoku da yüksek düzeydedir. Romer, yatırımlar arttığı sürece her yeni yatırımın veriminin bir öncekine göre yükseleceğini ve sermaye için “artan verimlerin” geçerli olacağını kabul etmektedir.

Kamusal Harcamalar Modeli

“Kamusal Harcamalar Modeli”nin temelinde kamu harcamalarının ekonomik büyüme sürecindeki önemine ilişkin görüşler yatmaktadır. Öncülüğünü Barro’nun 1990 yılında kamu harcamalarının ekonomik büyümedeki rolüyle ilgili yazmış olduğu bir makalenin çektiği bu görüşler devletin büyüme ve kalkınma sürecindeki önemine odaklanmıştır. Hatta Barro, kamusal üretimin aslında bir üretim faktörü olarak görülmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Kamu harcamaları modelindeki devletin rolüyle “refah devleti” kavramındaki devletin rolü aynı değildir. Refah devleti kavramındaki Keynesçi devlet “girişimci” ve “yatırımcı” olarak “ikameci” bir karakter taşırken kamu harcamaları modelindeki devlet özel sektöre “destek” niteliğinde işler yapan “tamamlayıcı” bir devlettir.

Kamu harcamaları modelinde devlet özel girişimin önünü açacak olan politikalar izler. Kamu harcamalarına ve kamusal politikalara ekonomik büyüme sürecinde başat bir rol biçen kamu harcamaları modeli şu şekilde formüle edilebilir:

y = f (k, g) = Ak 1-? g ?

Buna göre kişi başına GSYH (y), bir yandan kişi başına düşen sermayeye (k), diğer yandan kişi başına kamu harcamasına (g) bağlıdır. Buradaki ? katsayısı, kamu sektörünün özel sektöre göre verimliliğini belirten bir katsayıdır.