İKTİSADİ KALKINMA - Ünite 4: Gelişmekte Olan Ülkelerde Kalkınmanın Finansmanı Sorunu Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Gelişmekte Olan Ülkelerde Kalkınmanın Finansmanı Sorunu

Giriş

Bugünün gelişmiş ülkeleri sanayi devriminden sonra oluşan bir dizi iktisadi olaylar zincirinin sonucu olarak mevcut kalkınma düzeylerine ulaşmışlardır. Bugünün gelişmekte olan ülkeleri ise özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında mevcut örnekleri temel alarak sonradan ve bilinçli olarak kalkınma çabasına girişmiş ülkelerdir. Bu ülkelerin kimi kalkınma sürecini piyasa koşullarına bırakmayı tercih ederken kimi de planlı kalkınma yöntemini tercih etmişlerdir. İster piyasa güçlerine bırakılsın isterse planlama yöntemi tercih edilsin kalkınma sürecinin önündeki en önemli sorun kalkınmanın finansal yükünün nasıl karşılanacağıdır. Piyasa ya da devlet her koşulda bu ağır finansal yükü karşılamak, mali kaynaklarını oluşturmak durumundadır.

İktisadi Kalkınma İçin Sermaye Birikiminin Önemi

Gelişmekte olan ülkelerde gelirin düşük olması iç tasarrufların ve sermaye birikiminin yetersizliğine, iç tasarrufların yetersizliği yatırım miktarının düşüklüğüne ve dolayısıyla daha az gelir artışına yol açmakta ve “yoksulluğun kısır döngüsü” adı verilen bu süreç sürekli yaşanmaktaydı. Gelişmekte olan ülkelerde teknolojinin geri kalması bu ülkelerde verim düşüklüğüne de yol açınca istenilen düzeyde kalkınmanın finansmanı önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Her gelişmekte olan ülke için sermaye birikimi ihtiyacı farklı olduğu gibi aynı ülkenin farklı tarihsel dönemlerinde sermaye ihtiyacı da farklı olmaktadır. Kalkınma sürecindeki bir ülkenin sermaye ihtiyacının belirlenmesinde çeşitli unsurlara bakılmaktadır. Bunlardan en önemlileri “kalkınma hızı” ve “sermaye hasıla katsayısı”dır.

Doğaldır ki; bir ülke ne kadar hızlı büyümek ve kalkınmak istiyorsa o kadar sermayeye ihtiyaç duyacaktır. Bir benzetme yapmak gerekirse otomobilimizle ne kadar hızlı gitmek istersek yakıt tüketimi de o kadar artacaktır. Dolayısıyla aslında bir ülkenin karar alıcılarının kalkınma vizyonu ihtiyaç duyulan sermaye miktarını da etkileyecektir.

İktisadi kalkınma literatüründe tek değil birden fazla sermaye-hasıla katsayısı kavramı vardır. Bir toplumda sermaye dışındaki diğer faktörlerin sabit olduğu varsayımı altında sermayenin hasılaya bölünmesiyle elde edilen katsayıya “sabit sermaye-hasıla katsayısı”, geçmişte kalmış yıllara ait hasıla ve sermayede oluşan değişmelere dayalı olarak hesaplanan katsayıya “tarihsel sermaye- hasıla katsayısı”, üretim faktörlerinde gelecekte oluşacak değişmelerin kestirilmesiyle elde edilen katsayıya “tahmini sermaye-hasıla katsayısı” adı verilir.

Şimdi, arzu edilen kalkınma hızının sağlanması için gerekli yatırım ve dolayısıyla tasarruf miktarının sermaye- hasıla katsayısı yardımıyla nasıl hesaplanacağı konusunu açıklamaya çalışalım. Bir ülkenin tasarruf eğilimine s dersek herhangi bir t dönemindeki tasarruf fonksiyonunu St = sYt şeklinde ifade edebiliriz. Bu ülkede t döneminde gerçekleştirilen yatırımlar (It ) milli gelirde t+1 döneminde ?Yt kadar gelir artışı oluşturur. Milli gelir denge koşulu olarak yatırım-tasarruf eşitliğini (It =St ) hatırlarsak, sYt = ? Yt .k ifadesi oluşturulabilir. Bazı iktisadi modellerde arzu edilen kalkınma hızına ulaşılabilmesi için gerekli yatırım miktarının tespitinde istihdam edilecek işgücünden yararlanılmaktadır. Bu yöntemde önce tarım, sanayi ve hizmetler sektöründe ve bunların her bir alt sektöründe istihdam edilecek bir işçi için gerekli olan yatırım miktarı belirlenir. Sermaye-hasıla katsayısından birçok gelişmekte olan ülkenin planlı kalkınma süreçlerinde gerekli finansman ihtiyacının belirlenmesinde kullanılmıştır. Türkiye’nin kalkınma sürecinde, sermaye-hasıla katsayısı Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yararlanılan Shinichi ICHUMURA makro modelinde önemli bir yere sahip olmuştur.

Kalkınmanın Yurtiçi Kaynaklarla Finansmanı

Az gelişmiş ülkeler, kalkınma sürecinin başında yalnızdırlar. Yoksulluk ve çarpık ekonomik düzenleriyle tek başlarına mücadele etmek zorundadırlar. Yatırımlarının finansmanı için yurtdışında kaynak boldur. Ama o kaynaklardan yararlanmanın büyük bedelleri olduğunu ve kaynakları kullanarak yapısal bir değişiklik yapmanın olağanüstü becerilere ihtiyaç duyduğunu tecrübe ve gözlemle anlarlar. Dolayısıyla gelişmek isteyen bir ülke öncelikle kendi öz kaynaklarına, yurtiçi tasarruflara, kısacası yurtiçi kaynaklarına güvenmeyi öğrenmelidir.

Tasarruf denilince aklımıza önce bireysel tasarruflar gelmektedir. Bireyler ya da hanehalkları, aile bütçelerini yönetirken bazı unsurlara dikkat ederler. Bunların başında tasarruf yapmak gelir. Bireyleri bugünkü tüketimden vazgeçmeye teşvik eden temel unsur finansal açıdan kendilerini ömürleri boyunca güvende hissetmek, ulaştıkları refah düzeylerinin hayatlarının sonuna kadar artarak sürmesini sağlamaktır.

Sürekli Gelir Hipotezi; Friedman’a göre bireyler tüketim harcamalarını, cari gelirlerinin yanı sıra yaşamları boyunca elde edecekleri tahmini gelire göre yaparlar.

Gelişmekte olan ülkelerde tüketim eğilimi genel olarak yüksektir. Bunun en önemli nedeni kişi başına gelirin düşük olmasıdır. Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan düşük gelirli kişiler için bir birim daha fazla tüketimde bulunmanın marjinal faydası, bir birim daha fazla tasarrufta bulunmanın marjinal faydasından yüksektir. Marjinal Tasarruf Eğilimi Harcanabilir gelirde meydana gelen bir birimlik artışın ne kadarının tasarrufa ayrılacağını gösteren katsayıdır. Kalkınma sürecinin ilk aşamalarında gelir seviyesi zaten düşük olduğu için sermaye birikimindeki lokomotif görev kamu tasarruflarınındır. Gelişmekte olan ülkelerde tasarruf yapmayı özendirecek ve güvence altına alacak finansal - kurumsal alt yapının yokluğu veya azlığı kişileri rasyonel olmayan yöntemlerle tasarruf yapmaya yöneltir. Bunların başında bu ülkelerde gömüleme (iddihar) şeklindeki tasarruf etme eğiliminin güçlü olması gelir.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde tasarruf artışı sağlamanın yolu tüketimi kısmaktır. Başta lüks mallar ve dayanıklı mallar olmak üzere zorunlu mal ve hizmetler dışındaki mal ve hizmetler üzerinden alınan vergilerin ağırlığının artırılması dolaylı olarak tasarrufların artırılması anlamına gelmektedir. Ekonomi politikaları üzerinde etkisini uzun süre koruyan Neo-Klasik iktisat teorisine göre uzun dönemli büyüme hızı üzerinde maliye politikasının etkisi önemsizdir. Vergilerin tasarruflar üzerindeki etkisi ülkedeki gelir grupları üzerinde farklı etkiler oluşturur. Eğer gelir dağılımında altta kalan gruplara odaklanan bir vergi sistemi varsa bu durum gelir dağılımını daha da bozacak ve uzun dönemde vergi gelirleri azalacaktır. Vergilerin ağırlığı eğer üst gelir gruplarına odaklanırsa bu kişiler buna tüketimlerini artırarak cevap verecekler, tasarruflarını ise düşüreceklerdir. Gelişmekte olan ülkelerde kayıt dışı ekonominin yaygınlığı, üretim sürecinin içine kapanık aile ekonomisinden piyasa odaklı ekonomiye geçememesi, şirketlerin kurumsal alt yapısının geri kalmışlığı da dolaysız vergilerin vergi sistemi içindeki ağırlığını artırmaktadır. Üstelik gelişmekte olan ülkeler bu durumu değiştirecek bir vergi reformunu gerçekleştirebilecek eleman sayısına sahip ve yetkinlikte bir mali bürokrasiye de sahip değillerdir. Vergi sisteminin sağlıklı işleyebilmesi için vergi gelirleri içinde dolaysız vergi gelirlerinin ağırlığının, dolaylı vergi gelirlerinin ağırlığından yüksek olması beklenir. Dengeli vergi politikaları tarımsal üretimi artıracağı gibi tasarrufları ve sermaye birikimini de hızlandıracaktır.

Fiyatlar genel düzeyinin sürekli yükselmesi olarak tanımlanan enflasyon makroekonominin en önemli tarihsel sorunlarından biridir. İktisatçıların çeşitli türlerini çözmek için öneriler geliştirdiği ve ekonomi yönetimlerini yıllardan beri meşgul eden bir sorun olan enflasyon bazen de iktisadi kalkınma için kaynak (sermaye) oluşturabilecek ekonomik bir mekanizmayı da işletebilmektedir. Dünyanın önde gelen iktisatçılarından Rober Mundell, ılımlı düzeydeki bir enflasyonun tasarruf sahiplerini tasarruflarını nakit olarak tutmak yerine borç vermeye yönlendirdiğini ve bunun sonucunda reel faizlerin düşerek yatırımların ve ekonomik büyümenin önünü açtığını ileri sürmektedir. Enflasyonun kalkınma süreci üzerindeki olumlu etki kanallarından bir diğeri gelir dağılımı üzerinden işlemektedir. Enflasyon, kendi gelirini belirleyemeyen sabit gelirliler (ücretli ve maaşlılar gibi) aleyhine gelir dağılımını bozan bir süreçtir. Enflasyonun aylık %50’yi aşması durumunda hiperenflasyondan söz edebiliriz. Hiperenflasyonun yaşandığı bir ekonomide ulusal para kullanılamaz hale gelir.

Öncelikle iç borçlanma kamu açıklarını kapatmak üzere yapılıyor ve faiz yükü artıyor ise kalkınma üzerinde beklenen olumlu etki ortaya çıkmayacaktır. Öte yandan kamu kesimi özel sektörün rakibi gibi davranarak finansal piyasalarda özel kesimin elinden yatırımlar için kullanacağı fonları alıyorsa ve/veya artan faizler özel sektör yatırımlarını caydırıyorsa (crowding-out veya dışlama etkisi) iç borçlanma beklenilen olumlu etkiyi yapmayacaktır.

Sermaye piyasalarında dolaysız finansman geçerlidir, fon arz ve talep edenler hisse senedi, hazine bonosu ve devlet tahvili, banka bonoları ve tahvilleri, gelir ortaklığı senetleri gibi menkullerin alınıp satıldığı sermaye piyasalarında doğrudan karşı karşıya gelirler. Gelişmiş bir finansal sistem fon arz ve talebi arasında köprü olmanın ötesinde önemli fonksiyonlara sahiptir. Etkin bir finansal sistem tasarruf sahiplerine ve yatırımcılara riski minimize edecek çok sayıda finansal enstrüman seçeneği sunar. Gelişmekte olan ülkelerde kalkınma sürecinin önündeki en önemli engellerden biri bu ülkelerin finansal sektörünün ve sermaye piyasalarının gelişmemiş olmasıdır. Bu nedenle ülke ekonomilerinin kendi meydana getirdiği zaten büyük ölçüde yetersiz olan yurtiçi kaynaklar kalkınma finansmanında kullanılamamakta veya verimsiz kullanılmaktadır.

McKinnon ve Shaw’un kendi adlarıyla birlikte anılan hipotezlerine göre finansal baskının kaldırılması reel faizlerdeki artış ile birlikte tasarrufları ve yatırımları teşvik ederek kalkınma sürecini hızlandıracaktır. Bu hipotez dünya finansal çevrelerinde itibar görmüş ve 1970’li yılların ortalarından itibaren başlayan ve 1980’lerin sonuna kadar uzayan dönemde finansal liberalizasyon politikalarına geçilmiş, finans ve sermaye piyasalarının tüm alanlarında piyasa odaklı mekanizmalar kurulmaya başlanmış ve ulusal ekonomilerin kapısı uluslararası sermaye hareketlerine açılmıştır. 1970’lerde yaşanan petrol krizleri ardından çok sayıda dış borç ve döviz krizi yaşayan gelişmekte olan ülke IMF kontrolünde istikrar programlarına geçmiş ve istikrar programlarının ana maddesi ve talep edilen kredilerin ön koşulu finansal liberalizasyon olmuştur.

Kalkınmanın Yurtdışı Kaynaklarla Finansmanı

Çok genel bir ifadeyle tasarruf gelir ve tüketim arasındaki pozitif farktır. Bazen ülkeler kendi yurtiçi gelirlerinin üzerinde harcama yaparlar. Bunu sağlayan ülkenin dış tasarruflardan yararlanmasıdır. Dış tasarruflar konusunu daha iyi anlamak üzere makroekonomik denge denklemini hatırlatmak gerekirse, (S-I) + (T-G) = (X-M) idi.

Burada Özel Kesim Tasarruf-Yatırım Dengesi (S-I), Bütçe Dengesi (Kamu Kesimi Tasarruf-Yatırım Dengesi) (T-G) ve Cari İşlemler Dengesi (X-M) ile (cari işlemler dengesinin net ihracata eşit olduğu varsayımı altında) gösterilmektedir. S tasarrufları, I yatırımları, T kamu gelirlerini, G kamu giderlerini, X ihracatı, M ise ithalatı göstermektedir. Denklemimizin sol tarafı ülkenin iç ekonomik dengesini, sağ tarafı ise dış ekonomik dengesini temsil etmektedir. Dolayısıyla bir ülkenin iç ekonomik dengesi açık (fazla) veriyorsa dış ekonomik dengesi de açık (fazla) veriyor anlamına gelir. Cari işlemler dengesi açık verirken buna tasarruf-yatırım açığı veya bütçe dengesi açığı eşlik ediyorsa “ikiz açık” adı verilen durum, cari işlemler dengesi açık verirken hem tasarruf-yatırım açığı hem de bütçe dengesi açığı buna eşlik ediyorsa “üçüz açık” adı verilen durum ortaya çıkacaktır.

Bir ülke ürettiğinden fazla harcıyor ise aradaki farkı başka ülkelerden borçlanarak, yani başka ülkelerin tasarruflarından yararlanarak kapatmak durumundadır. Dolayısıyla cari işlemler açığı, açığın gözlendiği ülkede kamu veya özel kesim kaynaklı tasarruf açığı sorunu olduğunu ve bu açığın dış alem tasarrufları aracılığı ile, diğer bir deyimle dışarıdan tasarruf ithal ederek kapandığını belirtir. Dış tasarruf kullanımında dengeyi yakalayamayan ülkelerde ekonomik istikrarsızlıkla karşılaşılır. Burada dengeden kastedilen aslında her ülke ekonomisinin dış tasarruf kullanımının bir sınırı olmasıdır. Bu sınıra “dış tasarruf emme kapasitesi” adı verilir.

Hanehalkları ve ticari işletmeler, ellerindeki finansal fonları ve fiziksel sermayeyi risklerine katlanmak kaydıyla yüksek getiri edebilecekleri başka ülkelerde değerlendirirler. Yüksek risk taşıyan ülkelerde yüksek getiri imkanı bulamazlarsa o ülkeye yatırım yapmazlar. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler kendi aralarında yabancı sermaye y atırımı yaptıkları gibi her iki gelir grubu ülke arasında da yabancı sermaye akımları görülebilmektedir. Gelişmiş ülkelere doğrudan yabancı sermaye yatırımları (DYY) akışının olması gayet normaldir. Peki gelişmekte olan bir ülke olan Çin bu çekiciliğini nasıl sağlamaktadır? Burada sıralayacağımız nedenler aslında yabancı sermayenin bir ülkeye yönelmesine neden olan temel faktörlerdir ve gelişmekte olan ülkeler için ipucu taşımaktadır.

  • Fiziksel ve teknik altyapı,
  • Hukuksal Altyapı,
  • Ekonomik İstikrar ve Başarılı Ekonomi Yönetimi,
  • Siyasi istikrar,
  • Ücret Seviyesidir.

Yabancı sermayenin küresel çaptaki hareketliliği önündeki en büyük engel ülkelerde uygulanan sermaye giriş ve çıkışları ile ilgili düzenlemelerdir. 1980’li yıllardan itibaren dünya ekonomisine hakim olan küreselleşme olgusu özellikle yabancı özel sermayenin hareketliliğini artırmıştır. İçe dönük kalkınma modellerinden dışa dönük kalkınma modellerine geçen çok sayıda ülke piyasa odaklı yapısal reformlar çerçevesinde uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engelleri kaldırmış veya minimum seviyeye çekmiştir.

Dış borçlanma, İkinci Dünya Savaşı döneminden sonra kalkınma çabalarında fon ihtiyacı hisseden gelişmekte olan ülkelerin sıkça başvurdukları bir finansman yöntemidir. Dış borçlanmayı hem özel sektör hem de kamu sektörü çeşitli amaçları gözeterek gerçekleştirebilmektedir. Devlet bütçesi açık vermediği sürece kamu sektörü dış borçlanmayı makul bir düzeyde tutarken özel sektör için durum değişebilir.

Tarih boyunca ihtiyacı olan ülkelere kısmen ve tamamen karşılıksız ekonomik yardım, askeri yardım, teknik yardım ve hibe yapan nisbi olarak daha gelişmiş ülkeler ve uluslararası kuruluşlar olmuştur. Bu yardım ve hibelerin bir kısmı “insani” amaçla yapılırken bir kısmı da farklı amaçlarla yapılmaktadır. Ekonomik yardımların en iyi bilinenleri proje ve program kredileridir. Proje kredileri spesifik olarak verilir, yol, hastane, baraj ve tarımsal kalkınma odaklı krediler bu konuda başı çekmektedir. Dış yardımların en çok bilineni “Marshall Yardımları”dır. ABD tarafından 1948-1951 yılları arasında savaşta yıkılan Avrupa’yı yeniden imar etmek amacıyla uygulanmış olan bu yardımlardan aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke yararlanmıştır. Türkiye güçlü ekonomisi ile yardıma ihtiyacı olan değil yardım yapan bir ülke konumundadır. Özellikle insani yardımlar konusunda dünyanın en önde gelen ülkeleri arasındadır.