İLETİŞİM SOSYOLOJİSİ - Ünite 1: İletişim Sosyolojisinde Tanımlar ve Kavramlar Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: İletişim Sosyolojisinde Tanımlar ve Kavramlar

Ünite 1: İletişim Sosyolojisinde Tanımlar ve Kavramlar

Giriş

İnsanların yaşamında iletişim önemli bir yer tutmaktadır. İnsanların, günlük yaşantılarında kaçınılmaz olarak içinde bulunduğu birçok etkinlik aslında birer iletişim etkinliğidir. İletişim doğrudan dil ve sözcükler aracılığıyla olabileceği gibi semboller, beden hareketleri ve davranışlarla da gerçekleştirilebilir. Bu bahsedilen öğeler bir mesaj taşırlar ve diğer insanlara ipuçları sunarlar. Sözsüz iletişimle kurulan ilişki, insanları sağlıklı bir iletişime yönlendirebileceği gibi iletişimin tıkanmasına veya çatışmaların meydana gelmesine yol açabilir. İnsanlar kendi iradeleriyle bir iletişim süreci başlatabileceği gibi bazen de gönüllü olmadıkları halde iletişim sürecine maruz kalırlar. Sokaktan geçen bir satıcının sesi buna örnek olarak verilebilir. İletişim karmaşık, dinamik, kültürel/toplumsal ve aynı zamanda küresel boyutları olan olgular ve olaylar bütünüdür. Bir başka ifadeyle iletişim, hem bir olgu hem de insanların edimleri veya etkinlikleridir. Gelişen teknoloji ile birlikte insanlar kendilerini daha yoğun bir iletişim ağı içinde bulmaktadır ancak; iletişim olgusu insan yaşamında her zaman kaçınılmaz bir şekilde varlığını sürdürmüştür.

İletişim Olgusunu Tanımlamak

İletişim, herkesin bildiği ve gündelik hayatında deneyimlediği ancak farklı disiplin ve yaklaşımların üzerinde uzlaştığı bir tanım olmaması nedeniyle tanımlaması güç bir olgudur. İletişim, liberal ve eleştirel/Marksist paradigma olmak üzere iki paradigma çerçevesinde kavramsallaştırılmaktadır. Liberal paradigma temelli tanımlama çabaları iletişimi bir süreç olarak ele alırken, eleştirel paradigma temelli çalışmalarda anlam üretim uğraşı olarak irdelendiği görülmektedir. İletişim ile ilgili farklı tanımlamalar yapmak mümkündür ancak genel anlamıyla ifade etmek gerekirse “belirli bir coğrafyada ve belirli bir zaman diliminde bir grup, topluluk veya toplumda insanlar arasında duygu, düşünce, bilgi, deneyimlerin aktarım ve paylaşılma sürecine iletişim denir.”

İletişimi Süreç Olarak Tanımlamak

İletişim, süreç özelliği gösteren bir edimdir çünkü iletişim etkinlikleri tek yönlü, düz/doğrusal, tek boyutlu ve statik bir yapıya sahip değildir. İletişimin süreç olmasına ilişkin iki boyut bulunmaktadır. Bunlardan ilki bireysel boyut diğeri ise toplumsal/kültürel boyuttur.

Tüm iletişim etkinlikleri bir süreçtir ve en basit düzeyde bile kaynak, ileti ve hedef olmak üzere üç temel öğeye dayanır. İletişim sürecinin bu üç öğesini geribildirim, kanal, araç, kodlama-kodaçma, gürültü öğeleriyle genişletmek mümkündür.

Kaynak, bir iletişim etkinliğinde konuşan, yazan, bir hareket yapan veya anlamı kodlayan bir birey ya da bir reklam politikası formüle eden bir gruptur. Kaynak iletişimi başlatan taraftır.

İleti/mesaj, iletişim sürecinde duygu ve düşüncelerin paylaşılması için üretilen sözel, görsel ve görsel-işitsel somut üretimlerdir. İleti, içerik ve yapı olmak üzere iki boyuta sahiptir. İçerik, doğrudan kurulan anlamı veya iletilmek istenen mesajı ifade ederken, yapı da anlamın kurulumunu sağlayan simge, gösterge ve kodlardan oluşan anlatım şeklidir. Ne söylediğimiz iletinin içeriğini oluştururken nasıl söylediğimiz de yapı boyutudur. İletiler, hedefte bir alımlama ve yorumlama süreci gerektirir. Anlamın doğru okunabilmesi için hem kaynağın hem de alıcıların sembollerin anlamı üzerinde uzlaşmış olması, aynı kod sistemini paylaşması gerekir.

Alıcı/hedef, iletişim sürecinde kaynağın karşısında yer alan ve iletilen mesajların ulaşması amaçlanan kişi veya gruptur. Alıcı, kaynaktan aldığı iletileri alıp yorumlar ve yine kaynağa sözlü veya sözsüz geri bildirimde bulunur. Ancak kitle iletişiminde her zaman geribildirim yapılmayabilir. Kodlama, bir mesajın iletişim kanalının özelliklerine uygun olacak şekilde, bir simgeleştirme sistemi aracılığıyla fiziksel olarak iletilebilecek veya taşınabilecek duruma çevrilmesidir. Kod açımı, mesajların doğasını yorumlama, çözümleme ve anlama sürecidir.

Kanal, bir sinyal taşıyan herhangi bir fiziksel araç veya iletiyi aktaran fiziksel ortamdır.

Araç, iletileri kanal boyunca aktarılabilir işaretlere dönüştüren fiziksel veya teknik araçlardır.

İletişimi Anlam Üretimi Olarak Tanımlamak

İletişimi bir anlam üretimi ve paylaşımı olarak tanımlamak, iletişim sürecinin her bir öğesi arasında iletişim/etkileşim olduğu ve bu ilişkinin irdelenmesi gerektiği anlamına gelir. Anlamın nasıl kurulduğu ve yorumlandığını toplumsal ve kültürel bağlamı içerisinde değerlendirmedir. Bu yaklaşım, iletişimi anlamların üretimi ve değişimi olarak görür. Gönderici ile alıcı arasındaki kültürel farklılıklara daha fazla önem verir; anlaşamama durumunu bu farklılıklarla açıklar. Bu yaklaşıma göre iletişim, insanların kollektif olarak toplumsal gerçekliği yaratıp düzenledikleri bir süreçtir.

Evrendeki canlılar düşünüldüğünde iletişim becerisine sahip tek varlık insan değil; arılar, karıncalar ve yunuslar gibi canlılar da iletişim dizgesine sahiptir. Ancak insanlar sembol yaratma becerisine sahiptir ve insanların geliştirdiği bu semboller dil olarak adlandırılır. Dil aracılığıyla insanlar duygularını, düşüncelerini ve bilgilerini birbirlerine aktararak bir kültür meydana getirirler.

İletişim aracılığıyla toplumsal alanda çok çeşitli ilişkiler, gerçeklikler, anlamlar ve kimlikler üretilmektedir. İnsanlar hem içinde bulunduğu çevreye hem de başka insanlara yönelerek kendi varlığına yeryüzünde bir yer açar. İnsan için kendi varlığının onaylanması yeterli değil; aynı zamanda varoluşunun bilincini de edinmeye gereksinim duyar. Kısaca ifade etmek gerekirse iletişim, insanın varlığını sürdürme biçimidir. Varlığını sürdürürken de gerçekleştirdiği bütün etkinlikler sonucu ortaya çıkan ürünler iletişim sürecine dahildir.

İletişim: Simgeler Evreni

Yapısalcılık ve göstergebilimin öncüleri kabul edilen ve görüşleriyle iletişim çalışmalarını etkileyen düşünürlerin başında C. S. Pierce, F. Saussure ve R. Barthes gelmektedir. İletişimde, anlamın nasıl kurulduğuyla ilgilenen bu düşünürler gösterge, göstergenin gönderme yaptığı nesne ve göstergenin kullanıcıları (yorumlayanları) olmak üzere üç öğeyle ilgilenir.

Gösterge, kendinden başka şeyi temsil eden kavram, simge, nesne vb. her şeydir. Gösterge duyu organlarıyla kavranabilen fiziksel bir şeydir ve varlığı kullanıcılarının onu bir gösterge olarak kabul etmesine bağlıdır. Pierce, göstergeyi görüntüsel gösterge, belirtisel gösterge ve simge olmak üzere üçe ayırmaktadır. Görüntüsel gösterge, temsil ettiği nesnesine doğrudan benzerlik taşır ve onu canlandırır. Bu benzerlik çoğu zaman nesnesini şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlaşılır kılar. Belirtisel gösterge, nesnesiyle doğrudan ve varoluşsal bağı olan göstergelerdir. Nesnesiyle ilişkisi olmadığında gösterge de ortadan kalkar. Simge, bir şeyi temsil eden ama onunla doğal bir ilişkisi olmayan bir semboldür. Eğer yorumlayan olmazsa, kendisini gösterge yapan özelliği yitirir.

İnsanlar toplumsal yaşam içerisinde duygu, düşünce, haber veya enformasyon paylaşım veya öğrenme arzularını gidermek, iletişim kurabilmek için simgeleri (göstergeleri) kullanırlar. Bir insanın kurduğu bir anlamın bir başkası tarafından anlaşılabilmesi ortak bir sembol sistemiyle mümkündür. Gösterge ve simgeler aracılığıyla ortak anlam üretimi ve paylaşımı için toplumsal uzlaşıya ihtiyaç vardır. Göstergeler tek başlarına bir anlam ifade etmezler. Göstergelerin bir anlam ifade edebilmesi için bir kültürün veya toplumun üyelerince ortak olarak kullanılan bir anlam sisteminin olması gerekir.

Kodlar, uzlaşımsal şekilde göstergelerin nasıl kullanılması gerektiğini anlatan kurallar bütünüdür ve yazılı değildir. Saussure göstergelerin kodlar içinde iki şekilde düzenlendiğini belirtmiştir. Bunlar paradigmalar ve dizimlerdir. Paradigma, bir dizge yani bir yapıdır. Seçim bu dizgeden yapılır ve bir dizgeden tek bir öğe seçilir. Paradigmadan seçim yapılarak ise dizim oluşturulur.

Bir başka düşünür R. Barthes anlam üretiminin düz-anlam ve yan-anlam olmak üzere iki düzeyde gerçekleştiğini belirtir. Düz-anlam, anlamlandırmanın birinci düzeyidir. Bu düzey toplumsal uzlaşıyı ifade eder. Kavramlar boşlukta bir anlama sahip olamazlar, kültürel olarak uzlaşılan anlamlara sahiptirler. Yan-anlam ise anlamlandırmanın ikinci düzeyidir. Göstergenin, dış dünyada temsil ettiği nesnesi ve onu kullanan insanlarla ilişkisini tanımlar. Farklı insanlar tarafından kurulan farklı anlamlar yan anlamı oluşturur.

Mit

Barthes, mit kavramını “bir kültürün, gerçekliğin ya da doğanın bazı görünümlerini açıklaması veya anlamasını sağlayan bir öykü” olarak tanımlamıştır. İlkel mitler yaşam ve ölüm, insan ve tanrılar, iyi ve kötü hakkındadır. Modern mitler ise kadın-erkek kimliği, aile, başarı, kariyer, statü vb. üzerinedir. Mitler herhangi bir şey üzerine düşünme, onu kavramsallaştırma veya anlamanın kültürel yoludur. Sözlü kültür döneminde öykülerin işlevini modern çağlarda mitler almıştır. Dışsal dünyayı anlama ve tanıma çabasında olan insan için öyküler, dünyanın karmaşasını basite indirger ve anlaşılır kılar.

Barthes, mitlerin ana işlevinin tarihi doğallaştırmak olduğunu belirtir. Bu işlev mitlerin aslında belirli tarihsel dönemlerde egemen olmayı başarmış toplumsal sınıfın ürünü oldukları ve onların çıkarlarına hizmet ettiklerini işaret eder. Mitler kendi kökenlerini ve dolayısıyla siyasal ve toplumsal boyutlarını gizlemeyi başarırlar.

Toplumsal Yaşamın Kurucusu Olarak İletişim

İletişim, insanın varlık sürdürme biçiminin bir ürünü ve insanın varlık sürdürme biçimindeki gelişmelere ve dönüşmelere bağlı olarak bizzat kendi yapısı da değişime uğrayan, insana özgü bir olgu ve insan hareketleridir. Yaşanan teknolojik gelişmelerle insanlar günlük yaşamlarının her alanında dünyayla bağını kesmeden, dünyada olan bitenlerin bilgisine hakim olma duygusunun mutluluğunu yaşamaktadır. Aristoteles’e göre insanın doğasında grup olarak yaşamak vardır. Gruplar halinde yaşama diğer canlı türlerinde de görülse de Aristoteles’e göre insan, dil kullanımıyla hayvanlardan ayrılmış ve dil yetisi de grup oluşturmada en önemli araç olmuştur.

İnsanlar konuşurken, dinlerken, düşünürken, yazarken hatta görsel iletileri anlamlandırırken sürekli dil, çoğunlukla da anadili kullanır. İnsanlar dili sadece duygularını ifade etmek için değil, birbirlerinin düşüncelerini biçimlendirmek için de kullanır.

Saussure, dil ile söz arasında ayrımı yapan ilk düşünürdür. Ona göre dil toplumun tüm bireylerini kuşatan soyut, toplumsal ve kültürel olarak yapılandırılan bir sistemdir. Söz ise konuşma ile ilişkilendirilir ve dilin bireysel kullanımıdır. Dil, aynı dili kullanan yeni seslerin telaffuzu ve bu sözcüklerin taşıdığı anlamlar konusunda uzlaşmaya varmış insan topluluklarının üyeleri arasında söyleşi ve haberleşmeyi sağlar. Bir toplum içinde bireysel değerler, normlar ve gelenekler dil aracılığıyla toplumsallaşır ve yeni kuşaklara aktarılır.

Dilin Gelişimi

Dilin nasıl ve nerede ortaya çıktığına ilişkin farklı görüşler öne sürülmektedir. Bu görüşlerden birine göre dilin doğadaki seslere öykünme ve onların taklidinden doğduğu ancak süreç içerisinde orijinal söylenişinin değiştiği ve unutulduğu kabul edilmektedir. Sofistler dili bir sistem olarak ele almış, dilbilimsel ve dil bilgisel konularla ilgilenmişlerdir. Dilin gündelik toplumsal yaşamda ve siyasal hayatta nasıl kullanılması gerektiği konusunda kafa yormuşlardır. Sofistlere göre dil kuramının asıl işlevi konuşma sanatının geliştirilmesidir. Çünkü sözcükler nesnelerin doğasını dile getirmek ve onları betimlemek için değil, insanlarda belirli duyguları uyandırmak ve onları belli eylemlere yönlendirmek için kullanılmalıdır.

Eski Yunan düşünürlerinden Demokritos dilin, insanın duygusal dünyasındaki belli seslerden kaynaklandığını ileri süren ilk düşünürdür. Bu görüşe göre dilin ortaya çıkıp gelişimi insan duygularının bilinçsiz anlatımları ve ünlemlerine dayanmaktadır. Görüldüğü gibi dilin gelişimine yönelik kuramlar tam olarak konuşmaya geçişi ve asıl nedenini açıklamakta zorlanmaktadır.

Dil en temel konuşma ve düşünme aracıdır. Dışsal dünyayı algılamayı, yorumlamayı, bilgiye erişimi ve paylaşımı sağlayan temel etkendir. Gerçeğin örgütlenmesi; görme ve temas alanının dışında olmasına rağmen hayal kurma tümüyle dilin olanaklarıyla mümkündür. Dil bir soyutlamadır, bir modeldir. İnsan böyle bir sisteme sahip olduğu için toplum bir yaşam düzeni inşa edebilmektedir.

Toplum Örgütlenmesi ve İletişimin Gerekliliği

Toplum mutlak, önceden verili, otomatik olarak gerçekleşen ve doğadan gelen bir örgütlenme biçimi değildir. Toplum, insanın önündeki sorunları aşabilmek için sonradan geliştirdiği bir çözüm biçimi, bir yaşamsal örgütleniştir. İnsanlar, uzun vadeli var olmanın temel fonksiyonel gereklerini kendi kaynaklarından alan bit toplumsal sistem geliştirerek doğada kendi varoluşlarını gerçekleştirir.

İnsanın evrim çizgisinde ilerledikçe hayatta kalma şansı artmaktadır. Çünkü araç gereçler geliştirmekte ve bunları doğaya karşı kullanmayı öğrenmektedir. İnsan evrimindeki nitelikler, sonradan kazanılmış niteliklerdir. Hayvanlar değişen iklim koşullarına biyolojik değişimle karşı koymaya çalışırken, insanlar maddi kültürünü geliştirerek uyum sağlamaktadır. Bu nedenle insanın hayatta kalma şansı daha yüksek olmaktadır. İnsanların sorunlarını biyolojik olarak çözememesi, insanın beynini kullanmasına ve doğa karşısında zorlandığı durumlarda dolaylı ilişkiler geliştirmesine ve bu ilişkileri içinde çözüm üretmesine yol açmıştır. İnsanlar arasındaki ilişki insan-doğa ilişkisinden daha farklı özellikler taşımaktadır. İlişki içinde olunan insan doğa gibi pasif değildir. Bu yüzden ilişkinin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi karşılıklı bir etkileşimi veya anlaşabilmeyi zorunlu kılmakta; ortak bir paydada buluşmayı gerektirmektedir.

İnsan varlığının iletişime en çok ihtiyaç duyduğu aşama bireysellikten çıkıp, toplumsal yaşama entegre olması ile başlar. Toplumdaki beraberlik iş bölümünü zorunlu kılar ve iş bölümündeki düzen iletişim yoluyla sağlanır. Önce söz ve sözlü anlatımla başlayan insanın iletişim serüveni, artı ürünü hesaplama ve ticari ilişkiler kurma ihtiyacından yazılı belgelere; hızlı ve güvenilir haberleşme talebinden küresel bir ağ ortamında birleşme ve ekonomik, politik, sosyal ve kültürel etkileşimi tüm dünya çapında deneyimlemeye evrilir.

Teknolojik Determinizm

Toplumsal örgütlenme ve kültürel yapının doğrudan iletişim teknolojilerinde değişime bağlı olduğunu öne süren yaklaşım teknolojik determinizm olarak adlandırılır. Bu görüşün öncü isimleri Harold Innis ve Marshall McLuhan’dır. Her iki düşünürün de yapmaya çalıştığı uygarlık tarihindeki gelişmeleri ekonomi merkezli değil, iletişim teknolojileri eksenli analiz etmektir. Çünkü onlara göre tarihin değişim dinamiğini iletişim teknolojilerindeki yeni icatlar sağlamıştır. Innis’e göre insan, kendi teknolojisi ile var olmaktadır. Toplumsal örgütlenme tarzı ve kültürel değişmeler, iletişim araçlarının birer fonksiyonu olarak görülmelidir.

Innis’in takipçisi olan McLuhan iletişim teknolojilerini, insanların duyuları üzerindeki etkileri ekseninde ele alır. Ona göre her yeni iletişim teknolojisi farklı bir duyunun gelişimine etki eder ve bireylerin duyularındaki farklı gelişmeler onların zihinsel algılama ve yaratma edimini de değiştirir. Toplumsal yapılanma ve kültürel üretim bu farklı duyusal algıların gelişimi doğrultusunda şekillenir. McLuhan’a göre kültür alanındaki asıl dönüşüm Batılı toplumlarda matbaanın keşfiyle yaşanmıştır. Çünkü Batılı insan artık görselliğe yönelmiş, sözlü kültürün bireyleri jest-mimiklerle veya sözlü tepkilerle içine alan sıcak dünyasının yerine insanı bireyselleştiren bir yazılı kültüre geçiş olmuştur. McLuhan insanlık tarihini kabile çağı, edebiyat çağı, basım çağı ve elektronik çağ olmak üzere dört döneme ayırmıştır. Bir dönemden diğer döneme geçiş, iletişim teknolojisindeki değişimden önemli oranda etkilenmiştir.

Toplumların ilerlemesini sağlayan en temel dinamik, karşılarına çıkan sorunları aşmaya çalışmasıdır. Bu süreçte de diyalektik bir süreç yaşar, değişir ve dönüşür. Aksi halde toplum biçiminde örgütlenmek bazı sorunları çözmekle birlikte daha üst düzeyde, yeni ve başka sorunlar getirmeseydi bütün toplumların ilk biçimiyle hiç değişmeden günümüze kadar gelmeleri gerekirdi. İletişim ile toplum bağlantısının ikinci yönü bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Toplumsal Örgütlenme ve İletişim Sistemleri

İletişim ile toplumların sorunlarıyla başa çıkmada geliştirdikleri çözümler arasında sıkı bir ilişki vardır. Toplumların evrim sürecinde iletişim araçları ve sistemleri de farklılaşmakta ve farklı sistemlere dönüşmektedir. Tarihte en azından belli bir döneme kadar tek tip ya da günümüz anlayışına uygun tek tip iletişim araçlarından ve haberleşme sisteminden söz etmek mümkün değildir. Toplumların sorunlara getirdikleri çözümlerin farklılıkları, buna bağlı olarak toplumların farklılaşmaları, karşımıza farklı iletişim sistemlerini çıkarmaktadır. Bu nedenle iletişim alanındaki gelişmeleri sadece teknolojik gelişmelere bağlamak yerine kapsamlı bir toplumsal bağlam içindeki etkileşimle, insanların toplum hayatında karşılaştığı sorunlar ve bu sorunlara getirdikleri çözümlerde aramak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Yazı ve Toplumsal Örgütlenme

İnsanlar geçmişten günümüze resimler, göstergeler ve tasvirler aracılığıyla mesaj iletmenin birçok yolunu bulmuşlardır. Düşünce veya hislerin somut olarak ifade edildiği ve düzenli bir gösterge veya simgeler bütünü olan yazı da bunlardan biridir. Yazının tarihi uzun, yavaş ve karmaşık bir seyir gösterir.

Mezopotamya’da insanların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik yaşama geçmeleri yeni bir toplumsal yapı doğurmuştur. O dönemde gerçekleştirilen tarımsal faaliyetlerle birlikte çok fazla tarımsal ürün depolanmış ve bu servetin kaydını tutma gereksinimi doğmuştur. Bu nedenle tahıl ambarlarının hesabını tutmak için bir sembol sistemi geliştirmişlerdir. Çivi yazısının gerçek bir yazıya dönüşmesiyle, basit muhasebe işlemleri gibi mütevazi amaçlarla ortaya çıkan yazı, Mezopotamyalılar için öncelikle bir bellek yardımcısı sonra da konuşma dilinin izlerini koruma yöntemi hatta iletişim kurmanın, düşünmenin ve bunu ifade etmenin aracı olmuştur.

Yazı muhasebe işlemlerini gerçekleştirmek ve ticari ilişkiler geliştirmek amacıyla ortaya çıksa da uygarlık tarihi açısından büyük öneme sahiptir. Yazı sayesinde insanlar, somut düşüncelerini zihninden çıkarıp içinde yaşadığı fiziksel dünyaya uyarlar. Düşünce, yazıyla birlikte unutulmaktan ve belleklerden silinmekten kurtularak kalıcı izlere dönüşür. Yazı sayesinde insanlar kültürel birikimlerini sonraki nesillere aktarma imkanı bulmuştur. Bu nedenle yazı öncesi dönemler tarih öncesi, yazı sonrası dönemler ise tarih sonrası olarak adlandırılmıştır.

Matbaa ve Kültürel Değişim

Yazıdan sonra uygarlık tarihi için önemli gelişmelerden bir tanesi de matbaanın icadıdır. Matbaa yazı aracılığıyla fiziksel varlık kazanan insan düşüncesinin hızlı ve kolay bir şekilde çoğaltılmasına olanak tanır. Bilginin geniş coğrafyalara yayılmasını sağlayarak düşünceyi özgürleştirir. Matbaa Avrupa’da kullanımından önce Doğu toplumlarında kullanılıyordu ancak Doğu toplumları matbaayı ticarileştirerek basılı ürünleri geniş halk kitlelerine ulaştırma amacıyla kullanmamıştır. Bu nedenle matbaanın Avrupa’da meydana getirdiği toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümler Doğu toplumlarında gerçekleşmedi.

Gerek merkezi imparatorluklarda gerekse tarih öncesi uygarlıklarda toplumsal yaşamın gerekleri nedeniyle iletişime ihtiyaç duyulmuştur. XV. yüzyılın ikinci yarısında başlayan basım alanındaki teknolojik gelişmelerle birlikte toplumların iletişim yapılarında da önemli değişim ve dönüşümler yaşanmaya başladı. Artık sembolik içerik ve enformasyon üretimi yüz yüze iletişim bağlamından çıkarak, teknolojinin yer aldığı dolayımlı bir hale geçmiştir. Dolayımlı etkileşimde ilk basamağı kuran ise matbaadır.

Matbaa sayesinde bilgi, insandan insana aktarılırken değişip dönüşmeyerek, netlik ve kesinlik kazanmıştır. Basılı kitaplar el yazması eserlere göre daha ucuz olduğu için bu basılı kaynaklar daha geniş halk kitlelerine aracısız olarak ulaşmıştır. Kendi başına bilgiye ulaşabilen, ulaştığı bilgiyi yorumlayabilen ve kendisiyle de hesaplaşabilen modern insanın özne veya birey olarak kimlikleri ön plana çıkmıştır. Dinde reform hareketleri hızlanmış, toplumların dini öğretilerle değil akıl ve sağduyu ile yönetilmesi gerektiği görüşü geniş bir topluluk tarafından savunulmuştur.