İLKÇAĞ FELSEFESİ - Ünite 6: Sistematik Dönem II: Aristotales Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Sistematik Dönem II: Aristotales

Giriş

Aristoteles, selefleri olan Sokrates ve Platon ile birlikte batı düşüncesinin kurucu figürleri arasında yer almaktadır. O, batı felsefesinin temellerini döşeyen sistem sahibi ilkçağ filozoflarının da sonuncusudur. Aristoteles’in felsefesi yalnızca Batı düşüncesini etkilemekle kalmamış, İslam düşüncesinde de derin izler bırakmıştır. Kurucusu olduğu mantık disiplini yüzyıllar boyunca medrese müfredatının vazgeçilmez dersleri arasında yer almıştır. İslam filozofları Aristoteles’e Muallim-i Evvel (ilk öğretmen) unvanını layık görmüşlerdir. Aristoteles’in düşünce tarihi açısından sahip olduğu önem yalnızca görkemli felsefi sisteminden ya da kurduğu mantık ilminden kaynaklanmaz. O, aralarında biyolojinin de bulunduğu çeşitli bilim dallarının gelişimine sağladığı katkılar dolayısıyla da fevkalade önemli bir düşünürdür. Aristoteles, engin merakı ve bilgi edinmeyi insan yaşamının gayesi sayan ahlaki tutumu ile felsefe tarihinin vaz geçilmez düşünürlerinden biridir.

Aristotales’in Hayatı

Aristoteles MÖ 384’te Batı Trakya’daki Halkidiki yarımadasının doğu sahilinde bulunan Stagira’da doğmuştur.

Stagira’da geçirdiği 17 yılın ardından MÖ 367’de Aristoteles, Atina’ya gelerek Platon’un Akademi’sine katılmış ve Platon’un ölümüne dek -19 yıl- burada kalmıştır.

Platon öldüğünde Assos ve Aterneus kentlerinin (Çanakkale ilimizin güneyindeki yerleşimler) kralı olan Hermias Aristoteles’i davet etmiş ve Aristoteles burada üç yıl kalarak çalışmalarını sürdürmüştür. MÖ 342’de Makedonya Kralı Philip, oğlu İskender’in eğitimi için Aristoteles’i Pella’ya davet etti. Makedon sarayında bulunduğu sürenin ve Büyük İskender ile olan münasebetlerinin ufkunu genişlettiği ve önemli imkânlar sağladığı kabul edilmekle birlikte Büyük İskender ile zannedildiği kadar yakın düşünceler içinde olmadığı da anlaşılmaktadır. Aristoteles, Büyük İskender’in imparatorluk hülyalarına karşın, şehir devletinin en uygun yönetim biçimi olduğunu düşünüyordu.

Aristoteles MÖ 335-323 yılları arasında ikinci kez Atina’da bulundu ve burada ünlü okulu Lykeion’u (Latincesi: Lyceum) kurdu. Ders verirken yukarı aşağı yürümesi sebebiyle Peripatos ya da peripatetikler olarak anılan okulunda, büyük bir kütüphane ve fen bilimlerinin gerektirdiği bazı temel araçlar da bulunuyordu. Bu kütüphane İskenderiye ve Bergama’daki kütüphanelere örneklik etmişti.

Yurttaşı olmadığı Atina’da, Aristoteles siyasi gerginliklerden çabuk etkileniyordu. Büyük İskender’in ölümü üzerine Atina’da yükselen Makedonya karşıtlığı Aristoteles’i töhmet altında bırakmış ve kendi deyimiyle “felsefeye karşı ikinci bir cürüm işletmemek için” Atina’yı terk etmek zorunda kalmıştı (ilk cürüm Sokrates’in idamıdır). Atina’dan ayrıldıktan sonra Eğriboz’a giden Aristoteles burada annesinden kalan bir mülke yerleşti. Yaklaşık bir yıl sonra MÖ 322 yılında 62 yaşında hastalık sebebiyle öldü.

Aristotales’in Eserleri

Aristoteles’e atfedilen eserlerin tamamının ona ait olup olmadığı, metinlerin özgün yapılarını koruyup korumadıkları gibi meseleler tartışılmakla birlikte genel olarak eserleri aşağıdaki gibi kümelemek mümkündür.

  1. Mantık ve münazaraya dair eserler.
  2. Tabiat bilimlerine dair eserler.
  3. Metafizik ile ilgili eserler.
  4. Ahlak ve siyaset ile ilgili eserler.
  5. Şiir ve belagate dair eserler.

Aristotales’in Mantık Anlayışı

Aristoteles’in kurduğu mantık ilmi, iki bin yıl boyunca önce Yunan felsefesinde, sonra İslam dünyasında, oradan da Ortaçağ Avrupa’sına taşınarak okullarda temel bir bilim olarak okutulmuş ve ancak XIX. yüzyıldaki çalışmalarla eksik tarafları ve yetersizliği gösterilebilmiştir. Aristoteles’in kurduğu mantık disiplininin üç temel ilkesi vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  1. Bir şey kendisi ile aynıdır. Örneğin A=A ifadesi bu duruma işaret etmektedir. Buna özdeşlik ilkesi denir.
  2. Bir şey aynı şartlar altında ve aynı anda hem kendisi hem de kendisinden başka bir şey olamaz. Buna çelişmezlik ilkesi denir.
  3. Bir şey ya kendisidir ya da kendisinden başka bir şeydir. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Buna üçüncü halin imkânsızlığı ilkesi denir.

Aristoteles mantığı bir önermeler mantığıdır. Önerme, bir iddiayı kanıtlamaya çalışan bir ifade bütünü ya da eşya hakkında verilen kısa hüküm olarak tanımlanabilir. Her önermede bir süje (özne) ve bir yüklem vardır. Önerme, süje ile yüklem arasındaki bir bağı ifade ettiği için bu bağı oluşturacak bir unsura ihtiyaç vardır. Bu bağa “kopula” (bağ) adı verilmektedir. Kopula diye tabir edilen şey Türkçe ifadelerin sonunda yer alan ve hüküm belirten “… dir/dır” koşacıdır. Kopula olmaksızın önermelerin anlamlı bir hüküm teşkil etmesi mümkün değildir. Örnek olarak “Jüpiter” ve “gezegen” kelimelerini ele alalım. Bu iki kelime birbirinden bağımsızdır ve bu halleriyle bir hüküm ifade etmezler. Anlamlı bir önerme oluşturabilmek için bunları bir kopula ile bağlamamız gerekir. Bunu yaptığımızda “Jüpiter bir gezegendir” ifadesi ortaya çıkar ki, bu, Aristoteles’in mantığını teşkil eden en küçük birim olan önermenin bir örneğini teşkil edecektir.

Bir önermede kanıtlanmaya çalışılan ifadeye netice veya sonuç diyecek olursak, bu neticeye götüren kanıtlayıcı nitelikteki ifadelere de öncül denir. Aristoteles neticesini veya sonucunu esaslı bir farklılıkla kanıtlamaya çalışan iki tür önerme gösterir. Bunların ilki tümdengelim yöntemini teşkil eder. Tümdengelimde netice zorunlu olarak öncüllerden çıkarsanır. Tümdengelimsel önermelere geçerli önermeler denir. Tümdengelime bir örnek verelim:

Tüm insanlar ölümlüdür.
Sokrates bir insandır.
O halde Sokrates de ölümlüdür.

Diğer önerme biçimi tümevarım yöntemini oluşturur. Bu önermelerde tek tek hadiselerden genel ilkelere ulaşılmak istenir. Şu önerme biçimini tümevarıma örnek olarak gösterebiliriz:

Sokrates’in iki ayağı vardır.
Platon’un iki ayağı vardır.
Aristoteles’in iki ayağı vardır.
Demek ki, tüm insanların iki ayağı vardır.

Tümevarıma dayalı akıl yürütmeleri çürütmek için öncüller arasına uygun bir karşı öncül bulmak yeterlidir. Örneğin “Monosceles insandır ve tek ayağı vardır” gibi bir öncül bulunacak olursa tüm insanların iki ayaklı olduğu önermesi geçersiz kılınmış olur.

Gottlob Frege ve çağdaşlarının mantık alanındaki çalışmaları ile klasik mantığın eksiklikleri ve yetersizlikleri açığa çıkarılmış ve bulanık mantık gibi bu sahada farklı anlayışlara yönelinmiştir

Aristotales’in Bilgi Anlayışı

Aristoteles’e göre, akla dayalı tüm öğretim ve öğrenim (bilgi diyelim) önceden mevcut olan bir bilgiden doğar. Aristoteles’in bu anlayışı aslında mantık anlayışını da izah etmektedir.

Eğer (kanıtlanabilir) bilgi daha önce mevcut olan bir bilgiden doğmaktaysa bu durumda önceden var olan bilginin 1- doğru, 2- ilksel-aslî-iptidaî, 3- dolaysız olması, elde edeceğimiz bilginin 4- sebebi ve 5- öncülü olması ve de 6- elde edeceğimiz bilgiden daha bilinir olması gerekir. Aristoteles’in “sistemli olarak yapılandırılmış bilgi” anlamında bilim anlayışının temelini bu ilkeler oluşturmaktadır. Bu önceden var olan bilgilere aksiyom diyelim. Bunların;

  1. Doğru (aksi halde herhangi bir bilgiye temel olamazlar),
  2. Daha aslî,
  3. Dolaysız olmaları gerekir (aksi halde bunların da arkasında mevcut bir başka bilginin varlığını var saymak gerekir ki bu durumda bunları aksiyom olarak kabule gerek kalmaz).
  4. Daha genel olmaları beklenir.

Bunları kabul edince aksiyomların neden bilginin “sebebi” ve “öncülü” oldukları da kavranabilir. Çünkü bizi bilgiye götüren akıl yürütme yöntemi bu aksiyomlardan hareketle bilgiye ulaşmaktadır.

Aksiyomların aslî ve iptidaî olmaları gerekir demiştik. Bunu şöyle izah edebiliriz: Eğer X’ in sebebi Y ise ve Y’nin sebebi nedir diye sorulacak olursa burada içinden çıkılmaz bir kısırdöngüye (ad infinitum) düşeriz. Ancak Aristoteles’e göre, her şeyi sonsuza dek geri götürmek, başka bir deyişle bir bilginin sebebini sonsuza dek takip etmek gerekmez zira bazı şeyler kendi kendinin sebebidir.

Onun biyoloji alanında söylediklerinden bir örnekle konuyu açıklamaya çalışalım: “Neden ineklerin boynuzları vardır?” diye sorulacak olursa buna dişlerinin eksikliğini sebep olarak gösterebiliriz. (Yani diş oluşturacak maddeler diş yerine boynuz oluşturmuştur). “Neden dişleri eksiktir?” sorusunun cevabı dört bölümlü midelerinin olmasıdır deriz. Yani çok çiğnemeye ihtiyaç duymadan sindirebilirler. “Neden dört mideleri vardır?” diye sorulacak olursa buna çünkü inekler geviş getiren hayvanlardır diye cevap veririz. “Peki, inekler neden geviş getiren hayvanlardır?” sorusunun cevabı artık bir son noktasıdır; zira inekler inek olduğu için geviş getiren hayvanlardır. Yani artık burada kendi kendini izah eden bir noktaya geliriz: inekler geviş getirirler çünkü inektirler. Burada kendi kendini izah eden noktaya varınca bir tanıma ulaşmış oluruz. Bu tanımlar, Aristoteles’e göre, bir şeyin neliğini açıklar. (Yani inek olmak belli bir tür geviş getiren hayvan olmak demektir.) Aristotelesçi bilim anlayışı nesnelerin ne olduğundan başlayarak ilerleyecek, diğer özelliklerini bununla izah edecektir. Örneğin hayvan biyolojisi hayvanların özelliklerini tespit edecek, aksiyomlardan teoremler oluşturacak ve bu özelliklerin hayvanların öz niteliklerine (neli- ğine) bağlı olduğunu gösterecektir.

Aristotales’in Ruh Anlayışı

Ruh ve beden arasındaki münasebetleri araştıran Aristoteles ruhun bedenden ayrı düşünülemeyeceği kanaatindedir. Ruh bedenden ayrılamayacağı için beden öldüğünde ruh da varlığına devam edemez. Burada ruhun varlığı konusunda hemfikir olduğu hocası Platon’dan farklı olarak Aristoteles ruhun ölümsüz olduğu ve bedenden ayrı olarak var olabildiği kanaatinde değildir.

Ruh bedenin biçimi (morphe) ve beden de ruhun maddesidir (hyle). Aristoteles ruhu canlılığın sebebi ve alameti saydığından ona göre tüm canlıların ruhu vardır; ruhu olmak ile canlı olmak bir yerde aynı anlama gelmektedir, yalnızca canlı varlıkların ruhu vardır. Ruhu olan, olmayandan yaşaması bakımından ayrılır. Yaşamak ise türlü türlüdür; bir amip ile bir öküzün yaşaması farklıdır.

Ruh bedenin bütünlüğünü ve bir aradalığını temin eder. Ancak belli bedenlerin ruhu olabilir. Aristoteles’e göre, ancak organik bedenlerin ruhu olabilir. Burada organik kelimesini gündelik anlayıştan uzak olarak açıklamamız gerekiyor. Organon kelimesi araç, alet anlamına geliyor; yani beden bir yerde ruhun aletidir Aristoteles’e göre. Bedenin formu, biçimi olarak ruh bir cevherdir (ousia) ve bedenin edimselliğidir (energeia); ama burada form derken bedenin şeklini anlamıyoruz. Ruh olmadan gövdenin bir yaşayan nesnenin bedeni olması mümkün değildir; ölü bir bedenin de şekli vardır. Form olarak ruh yaşayan insanın varlık biçimidir. Zira yaşayan şeyler için varlık hayattır. Dolayısıyla bir varlığa sunulan hayat o varlığa verilen ruhun nasıl olduğuna göredir. Düşünebilen bir ruh bir insan bedenine edim kazandırır, böylece uygun bir bedeni insan bedeni yapar. Burada ruh ve beden aynı şey olmamakla birlikte birbirlerine bağlıdırlar; ruh olmadan beden ancak bir ceset olur, beden olmadan da ruhtan söz edilemez.

Aristoteles, ruhu yaşayan nesnelerin yaşam formu olarak düşünmekte, canlı varlıkların hayatiyetlerini ve bedensel bütünlüklerini temin eden ve bedene edimsellik kazandıran bir şey olarak tasavvur etmektedir. Ona göre, bedenden ayrı bir ruh düşünülemez. Yani bedenin yok olmasıyla ruh da yok olur. Beden ruh için bir araç, bir alettir. Bedene edimsellik, eylemsellik kazandıran ruhun kendisidir. Demek ki Aristoteles ruhu edilgen bir şey olarak tasavvur etmiyor. Ona göre, ruh ve bedeni ayrı olarak düşünemeyiz, ruhun ayrılmasıyla bedenin hayatiyeti son bulur -ruhun da varlığı sona erer. Yine görüyoruz ki Aristoteles kendisinden önceki Sokrates ve Platon’un düşündüklerinin aksine ruhu ebedi olarak görmemekte, bedenin ölümüyle birlikte son bulduğunu savunmaktadır.

Aristotales’in Ahlak Anlayışı

Aristoteles’in ahlak üzerine yazdığı kitaplarının ikisi ‘ethika’ başlığını taşımaktadır. Türkçede de ahlaki konulara atfen kullanılan etik kelimesi kökeninde karaktere dair meseleleri işaret eder. Yine Aristoteles’in kullandığı ve çoğunlukla mutluluk diye tercüme edilen eudaimonia kelimesi serpilmek, inkişaf etmek, gelişmek, muvaffak olmak anlamlarını barındırır ve mutluluk kelimesi ile dolaylı ilgisi vardır. Yine erdem diye tercüme edilen ‘aretê’ kelimesi ‘mükemmellik’ ve ‘iyi olmak’ anlamları taşır. Aristoteles’in pratik felsefesini yani hayat anlayışını anlamak için bu kelimeleri doğru anlamak önemlidir.

Eudaimonia yaşamımızın gayesidir. Demek ki kişi serpilmek, inkişaf etmek, insan olarak tekemmül etmek emeli taşır.

Eudaimonia, Aristoteles’e göre, ruhun mükemmellik ile uyumlu faaliyetidir. Onun tanımından şunu anlayabiliriz: Başarı, inkişaf, serpilme, tekemmül etme bir hal değil bir faaliyet ya da faaliyetler dizisidir. Dolayısıyla tekemmül etmek, başarılı olmak bir takım faaliyetleri mükemmel olarak ya da çok iyi icra etmek demektir. Bir kimse insanoğluna has ayırt edici melekelerini yeterince iyi düzeyde faaliyete sokmadıkça o kimsenin inkişaf ettiğini, başarılı olduğunu söyleyemeyiz.

İnsanoğlu diğer varlıklardan aklı ve düşünme gücü ile ayrılır. Aristoteles’e göre, insanoğlunun zihni, onun içindeki ilahi şeydir. İnsan diğer varlıklardan aklı sebebiyle ayrıldığına göre en iyi bir biçimde icra ederek inkişaf edeceği, serpileceği, tekemmül edeceği husus da aklı ya da bir diğer ifadeyle zihinsel melekeleri olmalıdır. ‘Eudaimonia’ ya da başarı zihinsel olgunluklarla elde edilebilir. Demek ki Aristoteles’in temel tezi şöyle ifade edilebilir: Mükemmel zihinsel faaliyet başarı getirir ve insanın tekemmül etmesini, gelişmesini sağlar.

Aristotales’in Siyaset Anlayışı

Aristoteles için devlet bir yurttaşlar topluluğudur; devletin faaliyetleri doğrudan yurttaşları tarafından yürütülür. Anlaşılıyor ki yurttaşlık Aristoteles için yargısal faaliyetlere ve kamu hizmetlerine iştirak etmek anlamı taşımaktadır. Her yurttaş o toplumun yasama meclisinin üyesidir ve tüm kamu görevlerine atanma salahiyetini haizdir. Aynı zamanda yurttaşlar yargı meclisinin de üyesidir. Burada bir açıklama ihtiyacı doğmaktadır. Eski Yunan’da yargı meclisi bir tür jüri gibi tüm yurttaşların üye olduğu bir mahkemeydi; jüriden ayrı bir yargıca gerek görülmüyordu.

Aristoteles’in devletinde görüldüğü üzere tüm yurttaşlar tüm devlet faaliyetlerine iştirak etmektedirler. Bu gibi bir devletin çok büyük sayıda yurttaştan oluşmasının imkânsız olduğu açıktır. Aristoteles “on kişiden devlet olmaz -100.000 kişiden fazlası da artık devlet değildir” demektedir. Demek ki bir şehir devleti için yurttaşların sayısının bir sınırı olması gerekmektedir. Ancak bilindiği üzere kadınların ve kölelerin yurttaşlığından söz etmek eski Yunan’da söz konusu değildi. Yurttaş dediğimizde belli bir zenginliği olan veya köle olmayan erkeklerden söz ediyoruz.

Bir yurttaşın ne kadar siyasi güce sahip olacağı, devletin anayasasına bağlı olacaktır. Aristoteles anayasaları inceler ve üç gruba ayırır. Bunlar yönetim biçimi olarak monarşi, aristokrasi ve demokrasiyi benimseyen anayasalardır. Aristoteles bir kişinin ya da bir hanedanın olgunluk, mükemmellik anlamında herkesten üstün olduğu bir toplumda o kişi ya da hanedanın tek başına yönetmesinin ve tüm meselelerde hüküm sahibi olmasının adil olduğu görüşündedir. Bununla birlikte Aristoteles böyle bir kişiyi bulmanın her zaman mümkün olamayacağının da farkındadır. Bu sebeple aristokrasi ve demokrasiye de bir alan tanımıştır: Ona göre, bir kaç iyi adama nazaran bir çoğunluğun egemenliği de belki doğru olabilir. Bu çoğunluğun her ferdi iyi olmasa da bir araya geldiklerinde toplu olarak daha iyi olabilirler.

Devlet toplumun zarar görmesini engellemek ve ticaret yapmak gayesiyle paylaşılan bir mekân olmanın ötesinde iyi bir yaşamın paylaşılmasıdır. Buradan hareketle Aristoteles kendi ideal devletini tasavvur eder. Ancak görülüyor ki Aristoteles’in ideal devleti oldukça müdahaleci bir anlayışa sahiptir. Ona göre, devlet daha doğumdan önce bireye müdahaleye başlar. Sağlıklı nesiller için devlet kimlerin bir biriyle evlenebileceğini belirlemelidir. Yine genç nesillere verilecek eğitimin ortak ve kamusal nitelikte olması gerekir, zira tüm şehir aynı ortak amacı paylaşmaktadır. Devlet tüm alanları düzenler çünkü yurttaşlar devlete aittir, kendilerine değil.

Aristoteles ahlak ve siyaset anlayışını insanın ve toplumun en olgun, en başarılı bir biçimde yaşadığı bir hayatın nasıl bir hayat olması gerektiği sorusu etrafında şekillendirmiştir. Dolayısıyla insan doğasının malûl olduğu kusurlara ve eksiklere bir alan tanıyan özgürlük anlayışına pek sıcak bakmadığı söylenebilir.

Aristotales’in Estetik Anlayışı

Aristoteles’in şiir ve genel olarak şimdilerde edebiyat dediğimiz saha üzerine yazdığı Poetika’ sı bugün sadece yarısı mevcut olan kısa bir kitaptır. Bu eserde Aristoteles’in tragedya üzerine yazdıkları Aristoteles araştırmacılarının üzerinde en çok durdukları konudur.

Şiirin amacı kalondur (güzel olmak ya da mükemmellik); tragedya kalonu belli bir mimesis (taklit) biçimi ile hedefler. Sanat insan hayatını bilhassa insan edimlerini taklit eder; insan edimleri de farklı farklıdır. Aristoteles’e göre insan edimlerinin kötü olanlarını komedi, iyi olanlarını ise tragedya taklit ediyor. Tragedya vakur ve tam, bir azameti olan edimlerin mimesisidir. Peki, tragedya bu mimesis (taklit ya da temsil diyelim) ile neyi hedeflemektedir? Tragedya acıma ve korku vasıtası ile duygularda bir arınmaya yol açar. Bunun nasıl gerçekleştiği hususunda farklı yorumlar olmakla birlikte genel olarak şunları söyleyebiliriz: Taklit, Aristoteles’e göre, insan doğasında var olan bir öğrenme biçimidir. Benzerlik insanların hoşuna gider ve taklit yoluyla öğreniriz. Zira sadece filozoflar değil tüm insanlar meraklı tabiatları gereği bilgiyi severler ve öğrenmekten hoşlanırlar. Demek ki mimesis haz veriyor ve de anlamamızı sağlıyor. O halde, tragedya, mimesis ile izleyicide bir haz uyandırmakta ve de izleyicinin bir anlayış edinmesini sağlamaktadır. Bunu nasıl yaptığı sorusunun cevabı acıma ve korku duyguları uyandırarak bir duygusal arınma sağlamak şeklinde olacaktır.

Mimesis kelimesinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerine farklı yorumlar getirilmiştir. En genel manada mimesisin tabii süreçlere bir müdahale olduğu anlayışı kabul görmektedir. Yani mimesisin doğanın bir taklidi ya da doğanın taklit edilmesi olduğu söylenebilir. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür. Bizi tabiat sağlıklı kılmaktadır. Ancak hastalandığımızda bir hekim de tabiatı taklit ile bizi sağlığımıza kavuşturabilir. Yani bir biçimde hekim bedenimizde doğal sürecin bir benzerini, bir taklidini oluşturarak sanatını icra eder. Demek ki, tragedya izlerken, aslında gerçek bir olaya şahitlik esnasında uyanacak olan duygular, bizde mimesis ile uyandırılmaktadır. Yani, tragedya, mimesis sayesinde duygulanmaya yol açacak şekilde yaşama benzemektedir.

Tragedyanın acıma ve korku duyguları uyandırarak bir duygusal arınma sağlamktadır. Burada duygusal arınma diye kullandığımız kavramın Yunancası olan katharsis kelimesinin anlamı üzerine de pek çok yorum getirilmiştir.

Bu kelimeyi Aristoteles’in ne anlamda kullandığı üzerine getirilen yorumları şöyle tasnif edebiliriz:

  • Didaktik . Yani tragedya bize kötü örnekleri göstermek suretiyle aşırı duygulanmaların yol açtığı eylemlerin sonuçları hakkında ahlaki bir ders vermektedir.
  • Etik . Yani sahnede tragedya izlemek iyi bir ahlaki karakter oluşturmamıza yol açacak duygusal davranışlara sebep olur. • Terapötik. Yani tragedya sağlıklı bir biçimde duygusal boşalmalara imkân tanır. Görüldüğü üzere bu izah tamamen tıbbi bir yorumdan oluşmaktadır.
  • Entelektüel . Yani tragedya temsil edilen hadisenin izleyici tarafından sağlıklı bir biçimde anlaşılmasına imkân tanır. Bu yorumcular katharsis ile entelektüel arınmanın kastedildiği görüşündedirler.
  • Dramatik . Yani tragedya temsil ettiği hadiseleri öyle bir biçimde düzenler ki bu olayların lanetli ya da başka bir biçimde söyleyecek olursak, ahlaken iğrenç olduğuna dair izleyicide var olan duyguları gidermek suretiyle arınma sağlar.

Genel hatlarıyla bakıldığında Aristoteles’in temel prensipleri onun estetik anlayışına da hâkimdir: Öğrenmenin verdiği haz, mutluluğun ya da başarının sebebi olan bilme edimi, bilgilenme yoluyla insanın yücelmesi. Aristoteles’in sanat ve estetik anlayışını da bunların belirlediğini görüyoruz. Elimizde mevcut olduğu kadarıyla Poetika kitabı, bilhassa tragedya üzerine söyledikleri, bilgilenmenin verdiği haz ve anlayış ile bunun getirdiği duygusal arınmanın sanatın hedefi olduğunu vazetmektedir.