İNSAN DAVRANIŞI VE SOSYAL ÇEVRE II - Ünite 2: Sosyal Adalet, Ayrımcılık ve İnsan Hakları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Sosyal Adalet, Ayrımcılık ve İnsan Hakları
Ayrımcılık Nedir?
Ayrımcılık kavramı, esas ve yaygın olarak, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin ihlâline dayanmaktadır. Hukuki ve insani olarak üzerinde bir sözbirliği bulunduğu varsayılan bu ilke, tüm insanların doğuştan eşit olduğudur. İnsanlar, dünyanın neresinde, hangi ten rengiyle, hangi cinsiyet ya da cinsel yönelimle, hangi etnik kökene, dine, mezhebe ait olarak doğarlarsa doğsunlar, insan olmak bakımından eşittirler. İnsanlık tarihinin belirli dönemlerinde dinsel ve vicdani temelleri olan bu ilke, modern dönemde hukuki açıdan tanımlanmış ve “ayrımcılık yasağı” ile korunma altına alınmıştır.
Kuramsal açıdan eşitlik ilkesi, her türlü dışlanma ve ayrımcılık deneyimini engelleyebilecek gibi görünse de, geçmişe ve günümüze bakıldığında birçok alanda yetersiz kaldığı görülmektedir. Bu hukuksal ilkenin beyazların, siyahları; erkeklerin, kadınları; Batılıların, Doğuluları vb. kendileriyle eşit algılamalarını ve ayrımcılık yasağına uymalarını garanti altına alacağı düşünülebilir. Ne var ki, tüm dünyada nüfusun ortalama yarısını oluşturan kadınlar; dünyanın farklı coğrafyalarında, içinde yaşadıkları toplumların önemli bölümünü oluşturan, çoğunluktan farklı etnik kökene, dini inanca, mezheplere, farklı “ırk”lara, heteroseksüellikten farklı cinsel yönelimlere ait insanlar, yüzyıla artık giderek onyıllara göre değişen makbul fiziksel özelliklere sahip olmayan insanlar ve muhali er ayrımcılığa uğramaktalar. Bir başka ifadeyle insanlar arasında ilkeler veya yasalar düzeyinde kurulan soyut bağlar, eşitlik gibi ideal bir değer taşımalarına rağmen, pratikte kurumsal, gruplararası ve bireylerarası düzeyde dışlama ve tahakküme engel olamamaktadır.
Ayrımcılığın Zihinsel Arka Planı
Ayrımcılık, bir gruba veya grubun üyelerine karşı önyargılardan beslenen olumsuz tutum ve davranışların tümüyle ilgili bir süreçtir. Önyargılar ve dolayısıyla ayrımcılık, bir gruba ya da grup üyelerine yönelik olumsuz düşüncelerin yanı sıra hoşlanmama, hor görme, kaçınma ve nefret etmeye kadar uzanan olumsuz duyguları içeren tutumlardır.
Önyargılar, diğer insanları, bireysel varoluşlarından değil, grup aidiyetlerinden hareketle değerlendiren olumsuz dogmatik kanaatleri ifade ederler. Bu düşünce ve kanaatler, herhangi bir deneyimden veya bilgiden önce alınan peşin kararlara dayanırlar. Önyargılar, geliştirildikleri grup ya da grup üyelerine yönelik salt olumsuz düşünceleri değil, olumsuz duyguları da içeren tutumlardır. Bu olumsuz tutumlar, önyargının hedefindeki kişi ya da gruba karşı fiziksel veya sosyal mesafe alınmasına yol açtıkları için ayrımcılıkla yakından ilişkilidirler. Örneğin; “Göçmenlerin, göç ettikleri yerdeki iş olanaklarını yerlilerin elinden aldıkları” veya “Göçmenlerin toplumsal huzuru bozdukları ve göç ettikleri yerdeki suç oranını arttırdıkları” yönündeki ayrımcı ifadeler önyargılı bir kavrayışa sahiptirler.
Önyargıların oluşumunda etkili olan temel bilişsel süreç sosyal kategorilendirmedir. Kategorilendirme, bireylerin çevrelerinden aldıkları karmaşık verileri, tek tek algılamaları yerine, belirli sınıflandırmalar eşliğinde anlamlandırmalarıdır. Bu sayede sosyal gerçeklik, nesnel halinden daha kolay anlaşılabilecek bir şekilde kabaca şematize edilir. İnsanlararası ilişkilerde bu sınıflandırmanın en temeli ise “biz-iç grup” ve “onlar-dış grup” ayrımıdır. İnsanlar, diğer insanlara veya dış gruplara ilişkin enformasyonu ayırt etmek ve gruplamak için yabancı, Müslüman, Türk, Kürt, engelli, göçmen veya kadın gibi fiziksel ve sosyal ayırt ediciler kullanırlar. Bireylerin sadece bu özellikler etrafında tanımlanmaları, önyargıların ve ayrımcılığın oluşmasına yol açmaz. Toplumsal grup ve katmanların, çeşitli özellikleri açısından bir hiyerarşi içinde örgütlenmesine ve bu hiyerarşi algısının en azından zihinsel düzeyde gerçekleşmesine bağlı olarak önyargılar oluşur.
Sosyal kategorilendirme, önyargı ve ayrımcılık arasındaki ilişkiyi Türkiye’nin toplumsal tarihi ve günümüzdeki sosyo-kültürel bağlamı düşünüldüğünde birçok alanda (mutfak kültürleri, tartışma programları, tarih kitapları...) Türk, Ermeni, Çerkes, Kürt veya Rum gibi etnik aidiyetlerin insanları ve grupları birbirinden ayırıcı özellikler olarak sıklıkla kullanıldığını görebiliriz. Bu özellikler arasından toplumun çoğunluğunu oluşturan ve dolayısıyla “norm” gibi görünen kimliklerin (örneğin; heteroseksüel olmak, erkek olmak) toplumsal hiyerarşide diğerlerinden daha üstün veya daha avantajlı bir yerde konumlandırılmasıysa, ayrımcılığın oluşması ve yaygınlaştırılması için oldukça elverişli bir ortam yaratmaktadır. Bu süreçte kimlikler, grupları betimleyen bir “özellik” olmak yerine, gruplar arasında eşitsizlik yaratan ve dezavantajlı gruba yönelik ayrımcılığı meşrulaştıran bir farklılığa dönüşmektedir.
Ayrımcılığın oluşmasında etkili olan diğer bir faktör ise kalıpyargılardır (stereotipler). Önyargı, sıklıkla kalıpyargıyla karıştırılır. Önyargı ve kalıpyargı birbirinden farklı, ama birbirini tamamlayan iki kavramdır. Her ikisi de bireylerin, diğer bireyler veya gruplara ilişkin bilgileri kategorilendirdikleri sürecin bir parçasıdırlar. Kalıpyargılar, belirli bir objeye ya da gruba ilişkin bilgi boşluklarını dolduran, böylece onlar hakkında karar vermeyi kolaylaştıran, önceden oluşturulmuş birtakım izlenimler, atı ar bütünü olarak zihnimizde oluşturduğumuz imgelerdir. Bu imgeler tıpkı dış dünyadaki objelerin gerçek özellikleri gibi rol oynarlar. Özellikle yeni olgu, obje ya da grup ile karşılaştığımızda, onlarla ilgili bilgimiz bu tür imgeler ışığında biçimlenir. Böylece kalıpyargılarımız yoluyla, yeni olguyu/grubu gerçekte olduğu gibi ya da gerçek özellikleriyle değil, zihnimizdeki şemalarla algılarız. Örneğin, her kadının “duygusal” olduğunu, bütün Türklerin “yardımsever” olduğunu, Arapların “temiz” olmadığını düşünmemize neden olan, bu gruplarla ilgili kalıpyargılardır. Örneklerden de anlaşıldığı gibi, kalıpyargılar her zaman olumsuz olmayabilir.
Ayrımcılığın anlaşılmasında kullanılan kavramlardan biri de özcü inançlardır. Özcü inançlar, insanların sosyal olarak inşa edilen kategorileri, sanki doğal özelliklermiş gibi algılama eğilimlerini yansıtır. Bu eğilim bir tür bilişsel ekonomi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü insanlar, sosyal kategorilerin, tarihsel olarak değişen insan arzuları, ihtiyaçları ya da anlaşmalarıyla biçimlendiğini düşünmek yerine, zorunlu, değişmez ve sabit birtakım özlere dayandıklarına inanmaktadır. Bu sayede farklı sosyal gruplar, ırklar, cinsiyetler, cinsel yönelimler vb. altında belli bir özün yattığını düşünmek, bir kategorinin üyeleri hakkında çıkarsama yapabilmek için sonuca hızlıca götüren zengin bir çerçeve sağlamaktadır. Özcü inançlar; ‘Latinler tutkulu’, ‘eşcinseller neşeli’, ‘kadınlar duygusal’, ‘erkekler katı’, ‘İtalyanlar yakışıklı’, ‘Çingeneler eğlencelidir’ gibi birçok ifadeyle örneklendirilebilir. Bazıları çok masum ve hatta olumlu gibi görünen bu kalıpyargılara bakıldığında, söz konusu grupların ‘öz’üne dair bir ya da birkaç özelliğin, bu gruplara ait olan ya da olduğu varsayılan bireyleri, grup aidiyetleri üzerinden algılamamıza ve kolaycasını andırmamıza sebep olduğunu görürüz; bu süreçte bireylerin kişisel özellikleri tamamen göz ardı edilir. Birçok araştırmacı, özcülüğün ırkçılığa kaynak oluşturduğu yönünde hemfikirdir.
Allport (1954), özcü inançların ayrımcılıkla olan ilişkisini, önyargılı kişilik yapısıyla açıklamaktadır. Allport, önyargılı kişiliğin adeta canlı bir portresini çizer: Önyargılı kişiler, insan gruplarını katı bir tutum içinde algılamaya eğilimlidir; grupları oluşturan bireylerin özelliklerini çi kutuplu (dikotomik) ve hoşgörüsüz olarak, değişime karşı duran bir tavırla değerlendirirler. Önyargılı zihnin bu bileşenleri genel bir bilişsel stil oluşturur ve özcü inançlardan beslenirler. Örneğin, “Romanların Roman oldukları için tembel ve aylak insanlar oldukları”, “Ermenilerin özünde kindar veya düşman bir millet oldukları” yönündeki özcü inançların ırkçılığın temelini oluşturdukları söylenebilir.
Ayrımcılığın Meşrulaştırılması
Genellikle bir toplumda ayrımcılığı yapan gruplar iktidarda bulunanlar veya güç sahipleridir. Çünkü toplumsal örgütlenmede üstte olan konumlarını devam ettirebilmeleri için hiyerarşinin sürdürülmesi ve bu bağlamda bazı grupların dışlanması gerekmektedir. Çoğunluk da, bu sürece ya seyirci ya da ayrımcılığın bizzat uygulayıcıları olarak katılmakta ve ayrımcı yaşantıların yaygınlaşıp sıradanlaşmasında etkili olmaktadırlar. Diğer tara an ayrımcılığın mağduru olan azınlık gruplar da kendilerine yönelik önyargı ve olumsuz davranışları meşrulaştırma eğiliminde olmaktadırlar. Nitekim hem ayrımcılığın aktörü hem de ayrımcılığın mağduru açısından, yaşanan ayrımcılık deneyimleri farklı bakış açılarıyla da olsa haklılaştırılmaktadır.
Adil dünya inancı kuramını geliştiren Lerner (1977) insanların, belirli biçimlerde davranırlarsa istediklerini elde edebileceklerine ya da olumsuz durumlardan kaçınabileceklerine ilişkin bir yanılsamaya sahip olduklarını ve bu yanılsamayı sürdürmek için dünyanın adil bir yer olduğunu düşünmeye ihtiyaç duyduklarını ortaya koymuştur. Bireyler bu ihtiyaçlarının bir uzantısı olarak, çevrelerindeki ayrımcılık yaşantılarını değerlendirirken genellikle ayrımcılığın mağdurunun başına gelenleri hak ettiğini düşünme eğilimindedirler. Bir tür yanılsama olarak değerlendirilebilecek olan bu inanç, bireylerin yaşamın katı gerçekliğiyle başa çıkmalarına ve dünyayı öngörülebilir, adil ve düzenli bir yer olarak anlamlandırmalarına imkân tanımaktadır. Aksi halde eylemlerin bilinmez veya öngörülemez sonuçları olacağını düşünmek, birçoğumuzu neredeyse hareketsiz kılabilir. Çünkü hiçbir davranışın sonucu veya yararı tahmin edilemez olacaktır. Lerner’a göre bu inanç ‘temel’dir; çünkü insanların yaşamlarını sürdürebilmek için güven duygusuna ve ne yaptığını bilmeye ihtiyacı vardır.
Bir diğer ayrımcılığı meşrulaştırma stratejisi ahlâki dışlamadır. Opotow, bu meşrulaştırma stratejisini “Ahlâkça dışlanmış olanlar, önemsiz kişiler, gözden çıkarılabilir yahut hak etmeyenler olarak algılanmıştır. Sonuç olarak onlara zarar vermek; kabul edilebilir, uygun ya da yerinde/adil görünmektedir.” sözleriyle ifade etmiştir. Ahlâki dışlamanın farklı biçimleri aşağıda özetlenmiştir:
a)
İnsanlıktan çıkarma
, bir grubu aşağı ırklar, hayvanlar gibi insanaltı yaratık kategorileri, şeytanlar, canavarlar ya da satanistler gibi olumsuz değerlendirilen insanüstü yaratık kategorileri kullanarak insan olmayan biçimde sınıflandırmak anlamına gelir. Her iki kategoride de gayrimeşrulaştırılan grup üyeleri “bazı bakımlardan daha az insanca” ya da “insan niteliğinden” yoksun kabul edilmektedir. Bu sayede insanların, ahlâki olarak dışladıkları grupla empati kurmaları imkânsız hale gelmektedir. Güncel tartışmalarda “terörist” ifadesiyle, “insan bile olamazlar” ifadesinin sıklıkla birlikte kullanılması bunun en çarpıcı örnekleridir. Başka bir alanda işkencecilerin, işkence mağdurlarını, “insan olmayan hainler” ve “topluma zararlı, yok edilmesi gereken varlıklar” olarak gördükleri ve böylece onlara bir insana uygulanamayacak şiddet yöntemlerini rahatlıkla uygulayabildikleri bilinmektedir.
b)
Karakter özellikleri tanımlama
, belirli bir toplum tarafından kabul edilemez görülen ve aşırı derecede olumsuz olarak değerlendirilen karakter özelliklerinin kullanımı aracılığıyla yapılır. “Saldırgan”, “aptal” ya da “parazit” gibi etiketlerin kullanımı bu tür gayrimeşrulaştırmayı örnekler.
c)
Toplumun dışına atma
, bir insanı nitelerken, onu, önemli toplumsal normları ihlâl ettikleri düşünülen gruplar içine dâhil ederek tanımlamak anlamına gelir. Örneğin, “katiller”, “hırsızlar”, “caniler” ya da “deliler” gibi gruplar oluşturulur ve ayrımcılığa uğrayan insanlar bu gruplar içinde tanımlanır.
d)
Siyasi etiketlerin kullanılması
, bir insanı nitelerken, onu, “Naziler”, “faşistler”, “komünistler” ya da “emperyalistler” gibi gayrimeşrulaştırılan, toplum tarafından tümüyle kabul edilemez olduğu düşünülen siyasi grupların içinde sınıflandırmayı içerir. Bu grupların, toplumun var olan temel değerlerini tehdit ettikleri, dolayısıyla toplum düzenine yönelik bir tehdit oldukları düşünülür.
e)
Grup karşılaştırması yoluyla gayrimeşrulaştırma
, gayrimeşrulaştırılan grubun, toplumda bir olumsuzluk örneği oluşturan bir başka grubun adıyla etiketlenmesi anlamına gelir. “Ermeni tohumu” ya da “Yahudiler” gibi kategorilerin kullanımı bu tür gayrimeşrulaştırmanın bir örneğidir. Her toplumun kendi kültürel repertuarında hainlik, kötülük ve günahkârlığın sembolü olan başka grupları ya da toplumları içeren örnekler vardır. Ahlâki dışlama çeşitli biçimler alabilir.
Sistemin meşrulaştırılması kuramı, dezavantajlı grupların yoksunlukları ve olumsuz koşulları nedeniyle insanlar tarafından genellikle hor görüldüğünü vurgulamaktadır. Bu bağlamda, maruz kaldıkları ayrımcılıklar ve adaletsizlikler o grupların kendi davranış ya da varoluş biçimlerinin bir sonucudur; başlarına gelenleri hak ettikleri düşünülür. Dezavantajlı grupların üyelerinin, sistemi meşrulaştırmaya ve gruplararası hiyerarşiyi sürdürmeye hizmet eden ideolojileri, mitleri ve inançları bilinçli ya da bilinçli olmayan bir şekilde onayladıkları görülmüştür. Örneğin, kadınlar erkek egemen ideolojinin cinsiyetçi kalıpyargılarını içselleştirebilmektedir: “Kadınlar daha az akıllıdır”, “başıboş bırakılmaya gelmezler”, “kadın dayak yiyorsa bir sebebi vardır.” Dezavantajlı gruplar, yaşadıkları hayatın olumlu bir yönü olduğuna ilişkin yaygın inançlara sahiptir: “Paran çoksa derdin çok”, “azıcık aşım kaygısız başım”, “fakirim ama namusluyum”. Bu durum şuna işaret etmektedir: Sosyal ve ekonomik hiyerarşinin üretilmesi ve sürdürülmesi büyük ölçüde, yüksek ve düşük statülü gruplar arasındaki ortaklığa ve iş birliğine dayalıdır.
Bu kuramda sistem terimiyle ailelerde, kurumlarda, organizasyonlarda, sosyal gruplarda, hükümetlerde ve doğada var olan sosyal düzenlemeler kastedilmektedir. Jost ve Banaji (1994) sistemin meşrulaştırılmasını psikolojik bir süreç olarak kavramsallaştırmıştır: Bu süreçte bireyler mevcut durumlarını ve var olan düzenlemeleri sürdürür ve böylece belirsizlik veya tehditten kaçınmış olurlar. Bu yaklaşıma göre, durumsal ya da bireysel olarak bu ihtiyaçları daha yüksek düzeyde olanlar sistemi daha fazla meşrulaştıracaklardır. Bu çerçevede belirsizlikten kaçınma, yapı, düzen ve kapanma ihtiyacı, tehlikeli dünya algısı, ölüm korkusu gibi muhafazakârlıkla ilişkili eğilimlerin, sistemi meşrulaştırıcı ideolojilerin onaylanmasıyla pozitif ilişkili olduğu gösterilmiştir; bilişsel karmaşıklık ve deneyime açıklık gibi değişkenler ise sistemi meşrulaştırıcı ideolojilerin onaylanmasıyla negatif ilişkilidir.
Ayrımcılıkla Mücadele Süreci ve Sosyal Adaletin İnşası
Toplumsal boyutta, gruplararası ilişkilerde geçerli olan kalıpyargılar, normlar, yasalar, kurumsal işleyişe ilişkin düzenlemeler ve baskın grupların “diğerleri” üzerinde güçlerini korumalarını sağlayan diğer tüm mekanizmalar önyargı ve ayrımcılığın ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Ayrıca, medyanın toplum üzerindeki etkisi, eğitim sistemi, çalışma hayatının genel işleyişinde toplumu oluşturan farklı gruplara yönelik tutumlar ve genel olarak bir toplumda çoğunluğa uyma (konformite), çoğunluk yönünde davranma ve itaat etme süreçlerinin, önyargının ve ayrımcılığın azaltılmasında olumlu ya da olumsuz payları vardır. Önyargı ve ayrımcılığın azaltılması için yapılacak çalışmalarda, bu faktörlerin aralarındaki ilişkilerin fark edilmesi ve önlemlerin bu kademelerde ayrı ayrı planlanması önemlidir. Yasal sistemdeki kimi değişiklikler, hâkim ve dezavantajlı grup üyelerinin “toplumu oluşturan farklı grupların eşit statüde olduğu”na ilişkin yeni algılar ve tutumlar oluşturmalarını sağlayabilir ve gruplararası çatışmaya temel oluşturan ayrımcı tutumları azaltabilir.
Adından da anlaşılacağı gibi olumlu ayrımcılık, ayrımcılığın toplumsal alanda gruplar arasında yarattığı eşitsizliği bir anlamda dengelemek için kavramsallaştırılan ve uygulamaya konulan pratiklerdir. Diğer bir ifadeyle olumlu ayrımcılık, ayrımcılığa yol açan dezavantajlılığın ortadan kaldırılmasına hizmet etmektedir. Örneğin, kamusal alanda erkeklerin olduğu kadar kadınların da iş imkânlarından faydalanabilmesi için işverenlerin eşit sayıda kadın ve erkek çalışan almaları; bir iş yerinde farklı dini veya kültürel gruplara mensup olan çalışanların özel günlerinin gözetilmesi ve o günlerde kendilerine izin verilmesi; yaşlıların veya engellilerin kısıtlı hareket kapasiteleri düşünülerek, farklı mekanlarda sırada bekletilmemeleri veya kendilerine özel yer verilmesi gibi bir çok pratik olumlu ayrımcılık olarak nitelendirilebilir.
Olumlu ayrımcılık politikalarının tartışmalı yanlarından da söz edilebilir. Yapılan araştırmalar, bazı kişilerin bu politikaları özümserken, diğerlerinin böylesi bir yaklaşımdan hoşlanmadıklarını göstermektedir. Bu politikalara karşı olma durumu bir açıdan bireylerin var olan sosyal hiyerarşiyi koruma eğilimleriyle ve ırkçı ya da cinsiyetçi önyargılarıyla açıklanabilmektedir. Irkçı önyargı, belirli bir ırkın özünde diğer ırklardan daha üstün olduğunun düşünülmesidir. Diğer yandan olumlu ayrımcılığa karşı olma, “dezavantajlılığın inkâr edilmesiyle” açıklanabilir. Bu düşünceye göre adaletsizliklerin aşikâr olduğu durumda insanlar bu toplumsal ayrımcılığın sadece kendileriyle ilgili olan kısmını dikkate almaktadır. Sonuçta insanların, olumlu ayrımcılığı nasıl anlamlandırdıkları önemlidir. Olumlu ayrımcılık, dezavantajlı grupların güçlendirilmesi ve adil bir toplumsal düzenin sağlanması amaçlandığında ayrımcılıkla mücadelede ve ayrımcılığın önlenmesinde etkili olacaktır.
İnsan haklarını kullanmak bakımından herkes eşittir. İnsanın onurunu korumayı, maddi ve manevi gelişimini amaçlayan bu haklar, evrensel, özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı, sorumluluk telkin edici ve etik temellere dayalıdır. İnsan hakları düşüncesi, felsefesi ve gelenekleriyle demokratik ülkeler açısından evrensel olup, ayrı kişi ya da kültürlere göre farklılık göstermez. Bu sayede her toplumda bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü açısından insanlar arasında eşitliğin sağlandığı bir düzen mümkün olmaktadır. Böyle bir düzende bir kişiye tanınan özgürlüğe, diğerinin haklarının ve özgürlüğünün söz konusu olduğu durumda sorumluluk da eklenmektedir. Bu sorumluluk diğerinin özgürlüğüne saygı duymayı ve haklarının ihlâlinin önlenmesini içermektedir.
Bir toplumda yaşanan ayrımcılık, eşitsizlik ve adaletsizlikler karşılıklı olarak birbirilerini etkileyen ve besleyen yaşantılardır. Bu nedenle ayrımcılıkla mücadele süreci, temelde eşitsiz ve adaletsiz bir toplumsal düzenle mücadeleyi içerir. Bireyler veya gruplar arasındaki farklılıkların hiyerarşik bir şekilde anlamlandırıldığı bu bağlamda, grupların birbirleriyle temasları ve hatta birbirlerini “görmeleri” bile mümkün olmamaktadır. Ayrımcılıkla mücadele sürecinde farklı grupların kendilerini dahil hissettikleri ve birbirleriyle etkileşim kurabildikleri demokratik bir toplumsal ortamın oluşturulmasında insan hakları oldukça önemli bir role sahiptir. İnsan haklarında içerilen özgürlük ve eşitlik gibi evrensel değerler, sosyal hiyerarşiyi inşa eden ve sürdüren her türlü ayrımcı pratiğe karşı gelmektedir. Diğer bir ifadeyle insan hakları ideolojisi, bir toplumdaki tüm ayrımcı ideolojilere (ırkçılık, yabancı düşmanlığı, cinsiyetçilik, homofobi, Yahudi karşıtlığı, İslam karşıtlığı vb.) karşı insanlararası eşitliği vurgulamaktadır.
Ayrımcılıkla mücadele süreci ve sosyal adaletin tesisi, hukuki alanda hak ve yasa tanımlarının değiştirilmesini gerektirmektedir. Örneğin Türkiye’de son yıllarda en dramatik örneklerini yaşadığımız nefret suçlarıyla mücadele süreci farklı boyutlarda devam etmektedir. Kavram, yazılı ve görsel medyada sıklıkla dile getirilmekte, eğitim kurumlarında ders içeriklerinde yer almakta veya sivil toplum örgütleri ve insan hakları dernekleri tarafından kamusal alanda gerçekleştirilen çeşitli eylemlerle toplumda farkındalık kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bu sürecin hukuki boyutundaysa insan hakları pratiği bakımından nefret suçlarının, hukuk sistemi içerisinde yer almasını savunmak oldukça önemlidir. Bu sayede bir kişinin, bir diğerinin sadece grup üyeliğini hedef alan kimi davranışları “suç” olarak görülecek, politik ve yasal alanda sorgulanmış ve yargılanmış olacaktır.