İNSAN HAKLARI VE DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ - Ünite 5: Demokrasi Kuramları ve Modelleri Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Demokrasi Kuramları ve Modelleri

Giriş

Modern liberal demokrasi, bir siyasal rejim formu olarak özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde önemli bir kuramsal ve tarihsel araştırma konusu oldu. Bunun temel sebebi, liberal demokrasinin dünyanın her bölgesinde meşru bir siyasal sistem olarak kendini tesis etmesidir. 20. Yüzyıl Avrupa tecrübesi bizlere liberal demokrasinin faşizm, anarşizm ve sosyalizm gibi alternatif siyasal akımlarla adeta bir yarış ve mücadele içerisinde olduğunu gösterdi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Büyük Britanya ve Fransa’nın desteklediği liberal demokrasi ve liberal ekonomi evrensel barış düşüncesiyle de eklemlenerek güçlü bir siyasal akım olarak karşımıza çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı askeri bir zafer kazanan liberal demokrasi, savaşın hemen sonrasında sosyalizm ile ciddi bir çatışmaya girdi. Liberal demokrasi ABD liderliğindeki Batı İttifakı’nın resmi ideolojisi konumundaydı ve Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki Varşova Paktı ülkelerinin savunduğu sosyalizmin karşısında tanımlanıyordu. Afrika, Uzak Doğu ve Orta Doğu’daki ülkeler hem ülkeler arası ilişkilerde hem de iç siyasetlerinde liberal demokrasi ve alternatif sosyalist kamplaşmanın alanı oldular. Güney Avrupa ülkeleri özellikle İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın demokrasiye geçiş süreçleri bir başarı hikayesi durumundaydı. Bu ülkelerde uzun süredir iktidarda olan askeri rejimler yerlerini demokratik rejimlere bıraktı. 1990’lar itibariyle Doğu Avrupa ülkelerinde ise sosyalist siyasal rejimlerin çaresiz bıraktığı halk önünde “Avrupa’ya dönüş” düşüncesi rakipsiz bir alternatif olarak ortaya çıktı. Avrupa Birliği genişleme politikasıyla, bu ülkelerin iç siyasal ve iktisadi dönüşümünü derin bir şekilde etkiledi. Bu başarı hikayeleri 2008 yılından itibaren devam eden iktisadi krizle yeni bir demokratik sorgulamaya tabi tutulmaktadır.

Üçüncü Dünya kavramı; özellikle dünyanın kapitalist Batı ve sosyalist Doğu olarak iki blok şeklinde algılandığı Soğuk Savaş yıllarında ortaya çıkmış ve bu ikili bölünmenin dışında kalan bağlantısız ülkeleri ifade etmek için kullanılmıştır. Asya ve Afrika’dan 29 ülkenin katıldığı ve 1955’da Endonezya’nın Bandung şehrinde düzenlenen konferans üçüncü Dünya’nın kapitalist ve sosyalist bloklara karşı siyasi yükselişinin sembolü oldu. Bu kavram “üçüncü dünyacılık” şeklinde 1960’lı yıllarda dünyanın birçok yerinde, özellikle de Fransa’da sol akımlar tarafından siyasi bir anlamda kullanılmıştır. Kavram üzerinde bu dönemde “bağlantısızlık” ideolojik vurgusu ön plandayken, zaman içerisinde “Üçüncü Dünya” azgelişmişliği ifade eden pejoratif bir anlam kazanmıştır. Daha sonraki dönemde Üçüncü Dünya yerine “gelişmekte olan ülkeler” veya “global güney” kavramları da kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde “Üçüncü Dünya” kavramı dünya üzerinde global kapitalizme, kuzeyin güneye baskı ve tahakkümüne alternatif bir siyasal bütünlük ve akım ifade etmekten uzaktır.

Liberal Demokrasi ve Temsili Demokrasi

Liberal demokrasi, bir yönetim şekli olarak temsili demokrasinin liberal prensiplerle işlediği bir siyasal yapılanmayı ifade eder. 18. Yüzyıldan itibaren liberal demokrasi, hukukun üstünlüğü temel prensibi etrafında örgütlenen, iktidarın keyfi güç kullanmasını kısıtlamaya yönelik parlamentoya başvurma gibi çeşitli mekanizmalar öngören bir siyasal sistemdir.

Liberal demokrasi yetişkin vatandaşlara ırk, dil, din, gelir ve mülkiyet farkı gözetmeksizin verilen genel oy hakkı ile tanımlanır.

Liberal demokrasi anlayışının vazgeçilmez unsurları:

  • Hukukun üstünlüğü vurgusu,
  • Çok partili hayat,
  • Özgürce yapılan seçimler,
  • Yasama-yürütme ve yargıda kuvvetler ayrılığı,
  • Vatandaşlara verilen hakların güvence altına alındığı özgürlükçü bir anayasa.

Sosyal Demokrasi ve Refah Devleti

Toplumsal kuramın en önemli temsilcilerinden Charles Tilly’e göre Batı tecrübesi, demokrasinin özüne yönelik bütün ögelerin büyük oranda gerçekleşmesi için yüksek bir devlet kapasitesi ve kurumsal konsolidasyon gerekliliğini ispatlamıştır. Batı Avrupa’daki bu tecrübenin en önemli noktası, kapitalist gelişim sürecinde vatandaşın korunması ve bir takım sosyal haklarla donatılması şeklinde olmuştur.

Sosyal demokrasi kapitalist sistemin vatandaş lehine reform edilebileceği ve yönetilebileceği görüşünü taşır. Sosyal demokratlar vatandaşın sosyal haklarla donatıldığı bir siyasal sistemi öngörürler. Devlet de genel ve eşit bir kamu hizmeti sağlamakla mükelleftir.

Oydaşmacı Demokrasi: Demokrasi ve Siyasal Kültür

Sosyal bilimciler derin siyasal, toplumsal ve kültürel bölünmeler yaşayan ülkelerde demokratik istikrar problemini çözmeye yönelik oydaşmacı demokrasi modelini geliştirmiştir.

Oydaşmacı demokrasi yaklaşımına göre, bölünmüş toplumlarda demokratik istikrar:

  • Parlamento nisbî temsil yöntemiyle belirlendiğinde,
  • Kabine büyük bir koalisyon niteliğinde olduğunda,
  • Güçlü bir federal sistem oluştuğunda ve
  • Güçlü veto noktaları olduğunda sağlanabilecektir.

Kurumlar, demokrasinin yerleşmesinde ve toplumsal ayrımların dengelenmesinde çok önemlidir. Fakat demokratik istikrar için sadece kurumsal düzenlemeler yetmez. Gelişmekte olan ülkeler üzerine yapılan birçok demokratikleşme çalışması uzlaşma sonucu ortaya konulmuş kurumların çalışabilmesi için hem liderlerin hem de vatandaşların bir diğer kesimle anlaşması, müzakeresi, çabası ve ortak bir nokta tespit etmek için de istekli olmaları gereğini ortaya koymaktadır.

Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş ve Demokrasinin Yerleşmesi

Soğuk Savaş’ın bitişiyle dünyanın bir dizi farklı bölgesinde liberal ve demokratik yönetim sistemlerinin oluşmasına yönelik genel bir eğilim ortaya çıktı. 1970’lerde Güney Amerika’da, 1980’lerde Doğu ve Güney Asya’da ve 1980’lerin sonlarında Doğu Avrupa’da bu eğilim güçlenerek devam etti. 1990’lar itibariyle Afrika’da tek partili rejimler düşüşe geçti ve Orta Doğu’daki diktatörlükler üzerinde liberalleşme baskısı arttı. Amerikalı siyasal kuramcı Samuel Huntington bütün bu gelişmeleri demokrasinin üçüncü dalgası olarak adlandırdı.

Geçiş sürelerinin önemli kuramcılarından Larry Diamond, diktatörlüklerin yerine kurulan rejimlerden çok azının başarılı bir şekilde demokratikleşme yolunda mesafe aldığını belirtir. Yeni rejimlerin çoğu demokratikleşme yolunda alacakaranlık kuşağı içinde bocalamaktadır. Carothers bu sendromu sorumsuz çoğulculuk olarak niteler. Carothers’a göre iktidara gelen siyasi partiler ve gruplar, ülkedeki problemlerle gerçek anlamda ilgilenmek ve çözmek yerine sadece problemleri bir o yana bir bu yana atarak vatandaşları oyalamaktan ileri gitmemektedir.

Siyaset bilimciler kalitesine göre demokrasi kavramı içerisinde seçimsel demokrasi, illiberal demokrasi, yüzeysel demokrasi ve bunun gibi bir dizi yarı demokratik rejimi kastederler. İlliberal demokrasilerde , seçimler yapılmasına rağmen vatandaşların rejimin siyasetlerini etkileme gücü yok denecek kadar azdır. İlliberal demokrasi, görüntüde demokrasi olan fakat büyük ölçüde demokrasi ve diktatörlük arasında sıkışmış olan bir rejimdir.

Fareed Zakaria’nın 1997’de Foreign Affairs dergisinde çıkan bir makalesi ile siyaset bilimi gündemine taşınan “melez rejimler” olarak da adlandırılan illiberal demokrasi ler seçimler yapılmasına rağmen vatandaşların rejimin siyasetlerini etkileme gücü yok denecek kadar az olan rejimlerdir. Görüntüde demokrasi olan bu rejimler tam olarak bir diktatörlük olarak da değerlendirilmezler. Bununla birlikte, büyük ölçüde demokrasiler ve diktatörlükler arasında sıkışmış, anayasayla garanti edilmiş özgürlüklerin ve düzenli bir şekilde yapılan seçimlerin genel olarak siyasal sistemi ve özel olarak siyasal iktidarı etkileme açısından önemli bir işlevi olmayan rejimlerdir. Zakaria’nın Putin başkanlığındaki Rusya’yı örnek olarak gösterdiği bu rejimlerde anayasayla garanti altına alınmış özgürlükler aşırı merkeziyetçi bir rejimle törpülenmektedir. Bu rejimlerin başka bir özelliği de ülkenin belirli bir kesiminde yoğunlaşmış etnik çatışma veya bir savaş ihtimaliyle özgürlükleri erozyona uğratıcı bir “güvenlik” söyleminin rejimin karakterinin belirleyici bir unsur olmasıdır.

Demokratikleşme sürecinin iki önemli boyutu vardır;

  • Dış bağlam ve
  • Zaman.

Dış bağlam: Demokratikleşme sürecinde iç ve dış siyasetin olağanüstü bir etkileşim içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. İç siyasal mücadele geçiş süreci boyunca dış siyasal bağlam tarafından şekillenir.

Zaman: Demokratikleşme sürecinde bir şeyin ne zaman olduğu, ne sırada olduğu ve nasıl bir ritimle olduğu sonucu belirlemek açısından bir şeyin doğru olması veya olmamasından kimi zaman daha önemlidir. Zaman, zamanlama ve tempo siyasal geçiş dönemini ve demokratikleşmeyi hayati düzeyde etkiler.

O’Donnel, bir demokrasinin yerleşmiş olduğunu şu kriterlerin belirlediğini söyler:

  • Yarışan aktörler arasında gücün el değiştirmesi,
  • Derin ekonomik kriz dönemlerinde dahi devam eden genel destek ve istikrar,
  • Stratejik olarak konumlanmış isyancıların başarılı bir şekilde yenilmesi ve cezalandırılması,
  • Parti sisteminin radikal bir şekilde değiştiği durumlarda dahi rejimin istikrarının korunması,
  • Siyasi olarak güçlü sistem karşıtı parti ve toplumsal hareketlerin olmaması.

Diğer bir demokratikleşme uzmanı Diamond için, demokrasinin yerleşmesi iki temel siyasal özellik içerir:

  • Meşruiyet ve
  • Etkinlik.

Bir demokrasi ancak nüfusun büyük bir kısmı demokrasiyi yönetim sistemi olarak benimsiyorsa ve demokratlara oy veriyorsa “yerleşmiş” demektir.

Linz ve Stephan için bir rejim ancak şu özelliklere sahipse demokrasi yerleşmiş kabul edilir:

  • Özgür ve meşru seçimler yapabiliyorsa,
  • Devlet tarafsızlığı kavramıyla işleyen etkin ve tarafsız bir hukukta kendini gösteren Weberyan bir sivil bürokrasiye sahipse,
  • Aktif bir sivil toplum katılımı için imkan sağlıyorsa,
  • Mülkiyet haklarını güvence altına alıyorsa

Radikal Demokrasi, Katılımcı Demokrasi ve Müzakereci Demokrasi

Radikal demokrasi talepleri ve uygulamaları temsili demokrasinin sınırlarını tartışmaya açar. Sınıf merkezli siyasal mücadele yerini daha gevşek yapılı gruplar üzerinden yürütmeye başlarken, toplumsal refahın bölüşümü, kimlik ve farklılık siyasetini öne çıkartmıştır.

Kimlik siyaseti 1960’lı yılların ortasından itibaren özellikle Afrikalı Amerikalıların siyasal hak mücadelesiyle başlamıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllarda siyasal ajandayı neredeyse tümüyle belirlemiş, siyasal mücadeleye, cinsiyet yönelimi, etnisite, vatandaşlık hakları açısından yeni boyutlar katmıştır. Günlük hayatın marjinalleştirdiği gruplar siyasal aktivizm ve kolektif farkındalık yaratma mücadelesine girişmişlerdir. Bu yeni siyaset yaklaşımı yeni toplumsal hareket siyaseti olarak tanımlanmaktadır.

Sivil Haklar Bildirgesi; Amerikan başkanı John F. Kennedy 11 Haziran 1963 tarihli konuşmasında “kamuya açık olan bütün servislerin-oteller, lokantalar, tiyatrolar, toptancılar ve buna benzer kurumların-bütün Amerikalılara açık olması” gerektiğini dile getirdi. Afrikalı-Amerikalıların Birmingham’da 1963 Mayısında giriştiği büyük protestolar sonucunda gündeme gelen bu konuşmayla Amerika’da sivil haklar üzerine büyük bir tartışma başladı. İşte dünya çapında her türlü ayrımcılığa karşı en önemli belgelerden biri olan Sivil Haklar Bildirgesi 2 Temmuz 1964’te bu tartışmalar sonucunda gündeme geldi. Sivil haklar Bildirgesi ırk, etnisite, milliyet, din ve kadınlar üzerindeki bütün kamusal alanda uygulanan bütün ayrımcılıkların ortadan kaldırılmasına yönelik hayati önemde bir değişimi de beraberinde getirdi. Yine bu bağlamda oy vermeye yönelik eşitsiz uygulamalar, okullardaki ve iş yerlerindeki ırk ayrımına dayalı ayrımcılık ve genel olarak kamuya hizmet niteliğindeki bütün alanlardaki ayrımcılıkların ortadan kalktığı bir süreç başladı.

Demokratik siyasal alan, farklılıkların tanınma taleplerini karşılamasıyla sürekli genişleyecek bir mücadele ve müzakere alanıdır. Bu bağlamda radikal demokrasi yaklaşımı, toplumdaki radikal talepleri kendi bünyesinde barındırmayı hedefleyen bununla birlikte temsili demokratik sistemin sınırlarını ve kapasitesini ciddi bir şekilde zorlayan bir hamleyi ifade eder.

Telos, eski Yunan’da “son” veya nihai “hedef” veya “amaç” anlamına gelir. En dar anlamda Aristoteles gibi eski Yunan felsefecilerinin de kullandığı şekliyle telos olguların ve olayların belirli bir amacı olduğunu savunur ve nedensellik ilişkisini bu bağlamda koyar. Telos’dan farklı olarak “techne” belirli bir amaca yönelik yöntem ve uygulamaları kasteder. Telos, özellikle Democritus ve Lucretius gibi filozofların “rastlantısallık” görüşüne karşı bir tutum sergiler. Bununla birlikte kavram çağlar boyunca çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Orta Çağ’da dinsel bir amaçsallık, bir “son” ifade eden telos Aydınlama ile özellikle Kant ve Hegel gibi filozofların kullandığı temel kavramlardan biri olmuştur. Aydınlanmayla telos bir insanın özgürce kendini gerçekleştirmesi ve kendi kapasitesiyle bağımsız akıl yürütme yetisine mutlak inancı ortaya koyar. Burada da benzer bir şekilde “rastlantısallık” görüşüne karşı bir belirlenim, bir “son” öngörür. Bu bağlamda Aydınlanma ve beraber gelen Modernite “özgürlük” ifade eden nihai bir amaç ortaya koymaktadır.

Müzakereci demokrasi yaklaşımı John Rawls ve Jürgen Habermas gibi siyaset felsefecilerinin çalışmalarından esinlenmiştir. Bu modelde demokratik siyaset, hak sahibi olan vatandaş bireylerin akılcı müzakereleri neticesi, ortak çıkarın belirlenip sonra da sürekli yeniden üretildiği bir süreç olarak görülmektedir. Müzakereci demokrasi, siyasal etkileşim içinde bireysel tercihlerin dönüşebileceğinden bahseder. Ortak iyi de müzakere sürecinde ortaya çıkacaktır.

Müzakereci demokrasi liberal demokrasinin temsili ve eşit oy hakkına yaptığı vurguyu yetersiz bulur. Müzakereye dayalı katılımcı demokrasinin birbiriyle yarışan çıkarlar arasında uzlaşma sağlayabileceğini öne sürer. Liberal siyasetin oy verme merkezli yaklaşımından müzakereci siyasetin konuşma odaklı modeline geçiş vurgulanır.

Habermas ve müzakereci demokrasi: bir ideal tip

Habermas’ın ortaya koyduğu şekliyle müzakereci yaklaşım, modern devlet toplum ilişkilerini eleştirel perspektiften ele alır ve demokratikleşme amacını taşır. Devletin iktidarının sınırlandırılması, devletin denetlenmesine ek olarak kamusal iletişim mekanında kurulu siyasal katılımla diyalog ve iletişime dayalı rasyonel bir yaklaşımla mümkündür.

Müzakereci demokrasinin karakteristikleri şu şekilde sıralanabilir:

  • Siyasi kararlardan etkilenecek bütün vatandaşlar argümanlarını özgürce ortaya koyabilmeli,
  • Argümanlar anlamlı ve rasyonel bir şekilde savunulmalı ve ortak iyi tarafından çerçevelenmeli,
  • Bütün argümanlara saygı duyulmalı,
  • Aktörler doğru söylemeli,
  • Kararlar kamu gözetiminde alınmalı,
  • Nihai karar sürecinde daha iyi argümanın gücü kabul edilmeli ve uzlaşma sağlanmalı

Bu yaklaşım ciddi eleştiriler de almaktadır. En ciddi eleştirilerin bir kısmı müzakerenin toplumsal adalete zarar verdiği yönündedir. Sıradan insanların hayat hikayeleri, engelli ve dezavantajlı vatandaşların talepleri müzakere süreçlerinde duyulmamaktadır. Başka bir eleştiride Hauptman’a göre, müzakere kuramcıları eleştirel bir perspektife sahip olmadıklarından nelerin yanlış gittiğini anlatmazlar ve dolayısıyla daha iyiye gitmesi için neler yapılması gerektiğini söyleyemezler. Gabardi ise müzakereci demokrasinin formal, açık ve duygusuz bir tarz konuşma eylemine ayrıcalık tanıdığını ifade ederek eleştirir.

Mouffe ve agnostik demokrasi

Mouffe, müzakereci siyasetin de diğer siyasal formlar gibi bir güç oyunu olduğunu ileri sürer. Mouffe agnostik demokrasi olarak adlandırdığı yaklaşımla toplumsal ilişkiler içerisindeki tezatlığa işaret eder. Siyasetin içerisinde daima ve sonsuz çatışma barındırdığının altını çizer. Bu yaklaşım, farklılıkların korunarak varlığını sürdürmeleri üzerine kuruludur.