İNSAN HAKLARI VE DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ - Ünite 4: Tarihsel Süreçte Demokrasi Fikri ve Pratiğinin Oluşumu Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Tarihsel Süreçte Demokrasi Fikri ve Pratiğinin Oluşumu

Giriş

Siyaset teorisinin “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” ve diğer pek çok kavramında olduğu gibi “demokrasi” kavramı da ne anlama geldiği hakkında kesin bir anlaşmanın olmadığı “tartışmalı” kavramlardan birisidir.

Antik Dünyada Demokrasi

Demokrasi fikri ve pratiği ilk kez MÖ 5. yüzyıl civarında antik Yunan’da doğmuştur. Nitekim demokrasi kelimesi de Yunancada halk manasındaki demos ve yönetim manasındaki kratos kelimelerinin bir araya getirilmesi ile elde edilmiştir. Yani kelime manası olarak demokrasi, halkın yönetimi anlamına gelmektedir. Ancak bu noktada belirtilmesi gereken önemli bir husus Yunanca’da demos kelimesinin bir anlamının da bugün bizim Türkçede “avam” kelimesi ile ifade ettiğimiz “yoksul halk” olduğudur. Bu anlamda antik Yunan’da demokrasi halkın tamamını kapsamakla birlikte yoksul çoğunluğun yönetimde ağırlığı elinde bulundurduğu rejimdir.

Antik Yunan’da demokrasinin içinde uygulamaya konduğu siyasal yapı günümüzün büyük nüfuslu ulusdevletlerinden farklı olarak küçük nüfusa sahip şehir devleti (polis) idi. Şehir devleti; antik dünyada var olmuş, nüfusları birkaç bin ile birkaç yüz bin arasında değişen, kendi kendini yöneten ve ekonomik olarak da kendine yeter siyasal ve ekonomik birimlerdir. Her şehir devleti kendi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek bir toprak parçasına sahipti. Bu topraklar şehir devletinin merkezi ile çevre köyleri kapsayan bir alandan oluşmaktaydı. Halk şehir devletinin merkezini çevreleyen bu tarım arazilerinde gün boyu çalışır, akşamları da güvenlik gerekçesiyle şehre geri dönerdi.

Halkın geçimini sağlamak için üzerinde çalıştığı bu topraklar kolektif mülkiyet altında olmayıp vatandaşlar arasında parçalara bölünmüştü. Fakat vatandaşların hayatlarındaki asli faaliyetlerini tarlalarındaki üretim faaliyetleri değil, kamusal alanda üstlendikleri siyasal, yargısal, askerî, dinî roller oluşturmaktaydı. Eğer bir kimse şehrin siyasal faaliyetlerine katılmak için gereken zamanı bulamayacak kadar çok çalışmak zorunda ise o kişinin özgür bir hayat sürmeye layık olmadığına inanılırdı.

Klasik demokrasi tecrübesi: Atina demokrasisi

Klasik demokrasinin en yetkin biçimde pratiğe aktarıldığı yer Atina şehir devletiydi. Atina’da yönetimde söz sahibi olan “halk” 20 yaş ve üzeri Atinalı erkeklerden oluşmaktaydı. Sayıları 30.000 ile 45.000 arasında değişen Atinalı erkekler yılda 40 defadan az olmamak üzere en az 6.000 toplanma yeter sayısı ile Eklezya adlı halk meclisinde bir araya gelirdi. Bu meclis yasaların konması, mali konuların değerlendirilmesi, savaş ve barış ilan edilmesi gibi temel kamu politikalarının karara bağlandığı birimdi. Bu meclisin üye sayısının fazlalığından doğan ataleti ortadan kaldırmak üzere ona yasa tekliflerinin hazırlanmasından sorumlu olan 500’ler Konseyi yardım ederdi. Bu 500’ler Konseyi’ne de yardımcı olan 50’ler Komitesi mevcuttu. 50’ler Komitesi’ne görev süresi bir günle sınırlı olan bir Başkan başkanlık ederdi. Bu meclislerde karar almada ideal oy birliği olmakla birlikte bunun sıklıkla imkânsız olmasından dolayı çoğunluk prensibi benimsenmişti.

Çoğunluk prensibi; karar alınacak bir konuda karar alma sürecine katılan kişiler arasında oybirliğinin mümkün olmadığı bir durumda sayıca daha fazla kişinin desteklediği kararın kabul edilmesidir.

Bu meclislerin yanı sıra idari işlere bakan bir yıllık görev süresiyle sınırlı kamusal makamlar bulunmaktaydı. Atinalılar sadece askerî ve mali işlerden sorumlu olacak iki makama mecliste seçim yoluyla atama yaparlardı. Halkın yönetimi aracılar eliyle yürütmeyip doğrudan kendisinin üstlendiği bu demokrasi modeline “doğrudan demokrasi” veya “katılımcı demokrasi” adları da verilmektedir.

Yurttaşlık erdemi; yurttaşların kamusal meseleleri kendi kişisel meseleleriymişçesine sahiplenmeye yönelik isteklilikleri, alışkanlıklarıdır.

Atina demokrasisinin ve onun vatandaşlarının bu özelliğinin en yetkin ifadesi Atina’nın ünlü generali Perikles’in, Peloponnes Savaşı’nın ilk yılında savaşta ölen Atinalıların anısına verdiği cenaze söylevinde söylediği şu sözlerde bulunabilir: “Başkaları kamusal meselelerde rol almayan bir kimseye “kendi işine bakıyor” derken, sadece biz böyle bir kişinin hiçbir işe yaramayacağını düşünürüz”. Antik dünyada bireylerin özel alanda biyolojik ve ekonomik ihtiyaçlarını giderip kamusal alanda da insanî potansiyellerini gerçekleştirdikleri, entelektüel ve sosyal kapasitelerini geliştirdikleri düşünülürdü. Bu yönüyle, klasik demokrasi insan doğasının gelişimine yaptığı katkı göz önüne alınarak gelişimci demokrasi olarak da sınıflandırılabilir.

Gelişimci demokrasi; siyasal süreçlere katılımın insanın karakterini geliştireceğini, bireyin var oluşunu gerçekleştirmesine katkıda bulunacağını ileri süren demokrasi anlayışıdır.

Klasik demokrasi, Atina’nın MÖ. 322 yılında Makedonya’nın hâkimiyeti altına girmesiyle birlikte tarih sahnesinden çekilmiştir. Bundan sonra demokrasinin yeniden bir siyasi rejim tipi olarak ortaya çıkması için yaklaşık olarak MS 17. yüzyıla değin beklemek gerekecektir.

Modern Dönemde Demokrasi

Demokrasinin modern dönemlerin başında yeniden tarih sahnesine çıkmasının ardında en azından iki unsurun etkili olduğu ileri sürülebilir:

  • İlki Avrupa’da 16. yüzyılda ortaya çıkan dinde Reform Hareketi,
  • İkincisi de Orta Çağ boyunca Avrupa’da hüküm süren asiller, ruhban sınıfı ve şehirli orta sınıfların temsil edildiği meclisler gibi kurumların varlığı ile ilişkilidir.

Bilindiği üzere Martin Luther’in öncülüğünü yaptığı Reform Hareketi Hristiyanlık dininde Roma Kilisesi’nin ve Papa’nın dini yorumlama tekeli ve Tanrı ile inançlı birey arasındaki tek köprü olma iddiasına bir başkaldırı niteliği taşıyordu. Reform Hareketi’nin onun Luther ve John Calvin gibi liderlerinin pek de niyet etmediği ikinci bir sonucu, halkın despot yöneticilere karşı başkaldırı hakkını kendilerinde görmesini yaratmasıydı.

Baskıcı yönetimlere direnme ve başkaldırı doğrultusundaki bu gelişmeler entelektüel alanda, 16. yüzyılın özellikle son çeyreğinde halk egemenliği doktrinlerini öne çıkaran fikirlerden ilham alıyordu. Bu teoriler Francois Hotman’ın Francogallia (1573), kimliği kesin olmayan bir yazarın Tiranlara Karşı Savunu (Vindiciae contra Tyrannos, 1579), iskoç yazar George Buchanan’ın, iskoçya’da Tacın Yetkileri (De Jure Regni apud Scotos, 1579) başlıklı eserlerinde güçlü bir şekilde ifade ediliyordu. Her üç yazara göre de bir yöneticinin ne zaman bir tiran haline geldiğine karar verecek olan halkın kendisidir.

17. ve 18. yüzyıl İngiltere tecrübesi

17. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da Orta Çağ’dan gelen temsili kurumlar tarihe karışmış, mutlakiyetçi krallıklar egemenliklerini pekiştirmişlerdi. Bunun tek istisnası İngiltere idi. Kral’ın gücü daha 1215 tarihinde feodal beylerle imzaladığı Magna Carta şartı ile sınırlanmıştı. Kral’ın Avrupa’nın geri kalan ülkelerindeki gibi mutlak gücü ele geçirmesine engel olmaya çalışılmıştı.

Daha 13. yüzyılda İngiliz kralları ülke meseleleri hakkında danışmada bulunmak üzere ilçe düzeyindeki yönetim birimlerinden 2 ila 4 şövalye, kasabalardan da benzer bir sayıda orta sınıf şehirliyi Londra’ya davet ediyordu. Zamanla bu danışma meclisleri İngiliz Parlamentosu haline dönüştü. Şövalyeler ve orta sınıf şehirlilerin katılımıyla Avam Kamarası, asiller ve üst düzey din görevlilerinin katılımıyla da Lordlar Kamarası oluşturuldu. VIII. Henry’nin 1509-1547 tarihleri arasındaki hükümranlığı sırasında Parlamento büyük güç kazanmıştı. VIII. Henry kendisine varis olabilecek bir erkek çocuk sahibi olmak istemektedir. Ancak Catherine’den boşanıp yeni bir evlilikten erkek bir varis sahibi olma planları da Catherine’in akrabaları tarafından kontrol edilen Papa’nın boşanmaya izin vermemesi nedeniyle gerçekleşememektedir.

Avam kamarası; İngiliz parlamentosunun seçilmiş, asıl gücü elinde bulunduran alt meclisidir. Öyle ki bugün birisi İngiltere’de Parlamento dediğinde akla Avam Kamarası gelir. Lordlar kamarası; İngiliz parlamentosunun sembolik üst meclisi. Günümüzde pek çoğunun üyelikleri kendi ömürleriyle sınırlı olan lordlar ve ladylerden ve üst düzey din görevlilerinden oluşmaktadır.

İngiliz Parlamentosu 1529 yılında İngiltere Anglikan Kilisesi’ni kurarak Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesini tanımayı reddetmiştir. Kilise 1533 yılında VIII. Henry’yi Aragonlu Catherine’den boşayacaktır. İşte bu süreçte, VIII. Henry kendisini Roma Katolik Kilisesi ile olan mücadelesinde yalnız bırakmayan Parlamento’yu ayrıcalıklı bir yere taşımıştır.

17. yüzyıl Parlamento’nun kral karşısında mutlak üstünlüğünü ilan ettiği yüzyıl olmuştur. Ancak bu sancılı bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. I. James o dönem Avrupa’da revaçta olan mutlakiyetçi krallara öykünmektedir. Parlamento’nun yetkisini tanımak istememektedir. Bu durum onu radikal bir Protestan mezhebi olan ve Anglikan Kilisesi’nden Katolik unsurları temizlemek isteyen Püritenizm ile karşı karşıya getirmiştir.

1625 yılında I. James’in oğlu I. Charles tahta geçmiştir. Babasından da kötü bir yönetim gösteren I. Charles İngiltere’yi Fransa ve İspanya’ya karşı başarısızlıkla sonuçlanacak savaşlara sokmuş ve devletin mali dengelerini daha da kötüleştirmiştir. Savaş sonunda yakalanan I. Charles Parlamento tarafından yargılanıp hüküm giymiş ve 1649 yılında boynu vurulmuştur.

1649 ile 1660 yılları arasında İngiltere monarşi yerine cumhuriyet ile yönetilmiştir. Bu yeni dönemde ülkenin liderliğini iç savaşı kazanan ordunun başındaki Oliver Cromwell üstlenmiştir. Cromwell’in 1658’de ölümünün ardından 1660 yılında oğlu tahta geçmiştir. II. Charles’ın Parlamento ile arasının açılmasını sağlayan olay 1673 yılında Hoşgörü Deklarasyonu’nu (Declaration of Indulgence) yayınlayarak Katoliklere ve Anglikan olmayan Protestanlara yönelik yasakları kaldırması olmuştur. 1685 yılında II. Charles’ın ölümünden sonra II. James tahta geçmiştir. II. James da bir Hoşgörü Deklarasyonu yayımlamıştır ve bunun üzerine Parlamento tarafından tahttan indirilmiştir.

Daha sonra William tahta geçmiş ve 1689 yılında Haklar Bildirgesi yayımlanmış ve Parlamento’nun onayı olmadan hiçbir kanun veya verginin konamayacağı kayıt altına alınmıştır. Böylece kansız bir şekilde büyük bir devrim yaşanmış ve artık Parlamento’nun monarşi karşısında üstünlüğü tescillenmiştir.

1714 yılında Parlamento I. George, devlet işlerini yürütmek üzere bakanlardan oluşan ve bir başbakan tarafından yönetilen kabineyi tesis etmiştir. Bu kabinenin günümüz İngiltere’sindeki kabineden iki farkı;

  • Bakanları başbakanın seçemeyip kralın seçiyor olması ve
  • Kabinenin Parlamento’ya değil ama krala karşı sorumlu olmasıdır.

Ancak bu durum 18. yüzyıl bitmeden değişecektir. Bu aynı zamanda günümüze değin gelen, hükümetin Avam Kamarası’nda en fazla üyeye sahip olan grubun liderinden ve onun seçeceği kişilerden oluşacağı şeklindeki geleneği de başlatmıştır. İngiltere’de 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan bu koruyucu demokrasi modeli, özellikle 19. yüzyıl içerisinde oy verme hakkının genişletilmesi ile günümüz anlamında demokratik bir rejime çevrilmiştir. Koruyucu demokrasi; demokrasinin, keyfî yönetimi sınırlandırarak başta mülkiyet hakkı olmak üzere birey hak ve özgürlüklerini korumaya hizmet ettiğini ileri süren görüştür.

Ülkede, 1928’de oy verme hakkı kadınlara da tanınmış ve böylece İngiltere’de evrensel yetişkin oy hakkı tesis edilmiştir. Evrensel yetişkin oy hakkı; ırk, din, cinsiyet ve etnik köken farkı gözetilmeksizin akıl sağlığı yerinde olan tüm yetişkin vatandaşların siyasal süreçlere katılıp seçimde bulunabilme hakkıdır.

Amerikan ve Fransız devrimlerinin demokrasi fikri ve pratiğinin gelişimine etkileri

Modern dönemde demokrasinin beşiği İngiltere olmakla birlikte, bu çerçevede anılması gereken iki tarihî olay;

  • 1776 tarihli Amerikan Devrimi ile
  • 1789 tarihli Fransız Devrimi’dir.

Amerikan Devrimi hareketi 1763 yılında İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki kolonilerine yönelik Fransız tehdidini savuşturmasının ardından, bu kolonilerin yönetiminin yarattığı maliyeti karşılamak üzere bu kolonilere yönelik koyduğu yeni doğrudan vergiler ve onlar üzerindeki otoritesini pekiştirmek üzere çıkardığı yasalar nedeniyle doğmuştur. Kongre, Kral’ın koloniler lehine İngiltere Parlamentosu’na müdahale etmesini istiyordu. Amerikalı kolonistlerin bu taleplerine III. George’un tepkisi, kolonistleri “isyancılar” olarak ilan etmek ve bu isyanı bastırmak üzere Amerika’ya ordu göndermek biçiminde olmuştur. Böylece 1781 yılında bitecek olan savaşın ve Amerika Birleşik Devletlerinin kuruluşunu gerçekleşmesi sağlanacaktır.

Bununla birlikte Bağımsızlık Bildirgesi, soya dayalı monarşi ve onunla ilişkili olan aristokratik hiyerarşileri yıkmış ve tüm vatandaşların eşit kabul edildiği demokratik bir düzen tesis etmiştir. Amerikan Devrimi sadece Amerika kıtasında demokrasinin kurulmasında değil, Avrupa’da da demokrasinin yayılmasında etkili olmuştur.

Bu sürecin gelişiminde sözü edilen sosyo-ekonomik koşulların yanı sıra 1688 tarihli İngiliz şanlı Devrimi’ne ve 1776 tarihli Amerikan Devrimi’ne ilham veren fikirler ve genel olarak Aydınlanma düşüncesi de etkili olmuştur.

Aydınlanma; aklı ve hoşgörüyü savunan 18. yüzyıl felsefi akımdır. Bu fikirlerin arasında bireyin kendi çıkarını bilebilecek akıl kapasitesine sahip olduğu, yönetimlerin meşrutiyetinin kendi çıkarını bilebilen bireyin rızasına dayanması gerektiği, bireylerin elden alınamaz doğal haklara sahip olduğu, halkın hak tanımaz yönetimlere direnme hakkının olduğu gibi fikirler yer almaktadır.

Ancien régime; Fransızca’da eski rejim anlamına gelir. Devrimden önceki monarşi düzenini ifade etmek üzere kullanılır.

Günümüzde Demokrasi

Liberal demokrasi

Günümüzün demokrasi modeline verilen bir diğer ad da liberal demokrasidir. Günümüz liberal demokrasilerinde halk, erkek ve kadın, akıl sağlığı yerinde olan tüm yetişkin vatandaşları kapsamaktadır. Bir liberal demokraside tüm yetişkin vatandaşların, siyasal kararların oluşturulması sürecine katılımı evrensel yetişkin oy hakkı temelinde gerçekleşmektedir.

Liberal demokraside, kamusal kararların oluşturulmasına kadar değişen görüşler yer almaktadır. Klasik demokrasiden farklı olarak günümüz liberal demokrasilerinde halk tarafından yönetim, halkın doğrudan yönetim süreçlerine katılmasıyla değil, temsilciler aracılığıyla dolaylı olarak gerçekleşmektedir.

Yarışmacı seçimler; halkın oylarını kazanarak iktidara gelebilmek için birbirleriyle rekabet eden iki veya daha fazla aday, grup, siyasal partinin olduğu seçimlerdir.

Toplanma ve örgütlenme özgürlüğü; diğer bireylerle barışçıl amaçlar çerçevesinde bir araya gelmenin engellenmemesi durumudur.

Düşünce ve ifade özgürlüğü; başkalarının somut haklarına zarar vermeyen düşüncelere sahip olabilmek ve bunları ifade edebilme hakkıdır.

Siyasi çoğulculuk; farklı siyasi partilerin farklı ideolojiler etrafında örgütlenip kamu iktidarını ele geçirmek üzere halkın oyları için yarışmasını ifade eder.

Liberal demokrasinin 19. yüzyıldaki önemli temsilcilerinden biri olan John Stuart Mill, John Locke gibi 17. yüzyıl liberal düşünürlerine kıyasla daha geniş halk kitlelerinin oy hakkına sahip olmasını ve dolayısıyla yönetimde söz sahibi olmasını desteklemiştir. Ancak o liberal demokrasinin “bir kişi bir oy ve her oy eşit değer” şeklinde özetlenebilecek siyasal eşitlik idealini benimsememiştir. Mill, eğitimli, bilge kişilerin siyasette daha fazla etkide bulunmasına imkan sağlayacak çoğul oy (plural voting) ilkesini önermiştir. Çoğul oy; herkesin eşit oy hakkına sahip olmayıp eğitimlilerin eğitimsizlere veya mülk sahiplerinin mülksüzlere kıyasla daha fazla oy hakkına sahip olması gerektiği görüşüdür.

Siyasal eşitlik idealinin gerçekleşmesi için 20. yüzyılı beklemek gerekecektir. Bu ideal şunu ifade etmektedir: Hiçbir vatandaşın çıkarı bir başkasınınkinden daha değerli veya değersiz olmayıp her yetişkin birey siyasal alanda haklarını arama ve kendisini de etkileyen kolektif kararların alınmasına katılma yetkinliğine ve hakkına sahiptir.

Siyasal eşitlik; tüm vatandaşların bir oy hakkına sahip olması ve her oyun eşit değer taşıması ilkesidir.

Bir liberal demokraside çoğunluk prensibi temelinde, demokratik yollardan düzenlenemeyecek fakat sadece bireylerin ve onların kurmuş oldukları gönüllü birliklerin yetki alanına giren konular mevcuttur. Bu anlamda, “liberal demokrasi” ifadesindeki demokrasi kavramı, kolektif bağlayıcı kararlar alma yetkisinin halka ait olduğunu ifade ederken, liberalizm kavramı halkın bu yetkisini meşru olarak kullanabileceği alanın sınırlı olduğunu ifade eder.

Anayasal yönetim veya diğer bir ifadeyle sınırlandırılmış yönetim olma özelliği liberal demokrasinin klasik demokrasiden ayırt edici özelliğidir, diyebiliriz.