İNSAN HAKLARI VE DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ - Ünite 3: Küresel Siyaset ve İnsan Hakları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Küresel Siyaset ve İnsan Hakları

Giriş

İnsan haklarının insan doğasından kaynaklandığı, dolayısıyla devletten ve hatta toplumdan önce var olduğu düşünülse de yönetimler tarafından tanınması ve korunması da gerekir.

İnsan Haklarının Küreselleşmesi

Siyasetin küreselleşmesinin bir örneği olan insan haklarının, ulusal egemenlik ve karışmazlık ilkesi gereğince ülkelerin kendi iç işlerine dahil olduğu ileri sürülse de, gelişen iletişim yolları insan hakları ihlallerini ulus ötesi bir konu haline getirmektedir. İnsan haklarının ulusal otoritelerce ihlal edilmesi ve artan iletişim yöntemlerinin de etkisiyle vatandaşların insan hakları konusunda farkındalığının artması, insan hakları sorununa küresel bir boyut kazandırmakta ve ihlale maruz kalan bireyler temel haklarını koruyacak hukuksal ve yönetimsel mekanizmaları daha çok talep etmektedir. Devletin mutlak egemenliğine ve diğer devletlerin bu alan üzerinde söz söyleme hakkı olmadığı görüşüne dayanan ulusal egemenlik kavramı ve karışmazlık ilkesinin, insan haklarının uluslararası alanda teşvikini sınırlandırdığı düşünülmekte ve bu durum söz konusu kavramları siyasal, ekonomik ve hukuksal çerçevede sorunlu hale getirmektedir. Diğer yandan mevcut küresel ilişkiler ağında, ülkelerin iç ve dış politikalarında yaşanan gelişmelerin birbirini etkilememesini beklemek ve karışmazlık ilkesi ile ulusal egemenlik kavramlarının eski etkisini koruduğunu söylemek güçtür.

II. Dünya Savaşı sonrasında insan hakları, uluslararası hukuk çerçevesinde imzalanan sözleşmeler ve sivil toplum kuruluşlarının dünya üzerinde artan etkisi ile uluslararası bir boyut ve nitelik kazanmıştır. Bu bağlamda devletler insan haklarının uluslararası boyut kazanmasında rol oynayan temel aktörlerden biri olmuştur. İnsan hakları konusunda temelde, uluslararası örgütler ve hükümet dışı kuruluşlarla işbirliği içinde olan liberal demokrat devletlerin aktif olduğu gerçeğine karşın; 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin imzalanması sonrasında insan hakları hareketinin uluslararasılaşması, otoriter ve totaliter devletlerin de bu alanda söylemsel düzeyde dahi olsa işbirliğine yönelmesini sağlamıştır. 1976 yılında yürürlüğe giren Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ise insan hakları kavramının bağlayıcı hukuki bir yapıya dönüşmesinde etkili olmuştur. 1998’deki Roma Statüsü’yle kurulan ve sözleşmeye taraf ülkelerin vatandaşlarını insanlığa karşı ve savaş suçları konularında, ilgili ülkenin iznine başvurmadan yargılama hakkına sahip olan Uluslararası Ceza Mahkemesi ile insan haklarına dair hukuksal yapı daha bağlayıcı ve sert bir şekle evrilmiştir.

Söz konusu gelişmelerle uluslararası bir yapıya kavuşan insan hakları rejiminin en gelişmiş hali, 1953’te yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu sözleşme ile kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin de bağlayıcılığı ile Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Devletlerarası başvuru mekanizması ve bireysel başvuru mekanizması olmak üzere iki tür başvurunun yapılabildiği AİHM’de mülkiyet hakkı, özgürlük hakkı, ifade özgürlüğü, düşünce, din ve vicdan özgürlüğü gibi temel siyasal ve sivil haklar alanında davalar görülmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye tarafından 1954’te onaylanmış, 1990 yılında ise AİHM’in zorunlu yargı yetkisi kabul edilmiştir. AİHM’e yapılan ihlal başvurularında Türkiye, Rusya’dan sonra ikinci sırada yer alsa da nihai olarak bu iki mekanizma, Türkiye’deki hukuk düzenin Avrupa’daki ile uyumlu olması yolunda katkı sağlamıştır.

Devletlerin insan hakları konusunu dış politikalarına dahil etmesi ise insan haklarının uluslararasılaşmasında bir diğer önemli dönüm noktası olmuştur. 1970’li yıllarda ABD dış politikasında yer edinmeye başlayan insan hakları konusu, 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin imzalanması ile sonuçlanan Soğuk Savaş dönemindeki konferanslar serisinde Doğu ve Batı Blokları arasında bir müzakere konusu haline gelmiştir. Soğuk Savaş döneminin bitişini ilan eden 21 Kasım 1990 tarihli Paris Şartı ise demokrasi ve insan haklarına dayalı yeni bir dönemin başlangıcını oluşturmuştur.

İnsan haklarının uluslararasılaşmasına katkıda bulunan bir diğer önemli aktör Avrupa Birliği (AB)’dir. İlk aşamada Avrupa ülkelerinin ekonomik alanda entegrasyonunu amaçlayan bir proje olarak başlayan AB sürecine, insan hakları kavramının dahil edilmesi 1986 yılında imzalanan Avrupa Tek Senedi ile gerçekleşmiştir. Demokrasinin, hukuk devletinin ve insan haklarının güçlendirilmesinin Birliğin temel amaçlarından birisi olarak belirlendiği 1993’teki Maastricht Antlaşması ise Soğuk Savaş sonrasında insan hakları konusundaki temel kırılma noktasını oluşturmuştur. Yine bu yılda Kopenhag Zirvesi ile insan hakları konusu AB üyeliğinin şartları arasına dahil edilmiş; 1999 Amsterdam Antlaşması ise Birliğe özgürlük, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları ilkelerine saygı gösteren devletlerin üye olabileceği ilkesini getirmiştir.

Ulusal kanallar ile uluslararası kanalları birbirine bağlayan ve çevre sorunlarından, insan haklarına pek çok alanda faaliyet gösteren Sivil Toplum Kuruluşları (STK’lar), mevcut küresel dünyada insan hakları kavramının uluslararasılaşmasında rol oynayan önemli aktörlerden bir diğeridir. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi STK’lar, insan haklarının meşrulaşmasında ve küresel alanda ortak bir bilincin oluşmasında önemli yere sahip olan kuruluşlardandır. İnsan hakları ihlalleri ile ilgili bilgi toplama ve açıklama, bu konuda kamuoyunu bilinçlendirme, mağdurlara psikolojik ve yasal destek sağlama gibi pek çok işlevi olan STK’lar bu işlevleri ile BM ve Avrupa Parlamentosu gibi kurumların da görüşlerine başvurduğu kuruluşlardır.

Ulusal sınırları aşan siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkiler, uluslararası örgütler ve çok taraflı diplomasi gibi özelliklere sahip küreselleşme kavramı ise insan haklarının uluslarasılaşmasında önemli rol oynayan bir diğer etkendir. Bugünün küresel dünyasında insan hakları konusu devletlerin kontrol edebilecekleri bir alan olmaktan çıkmakta ve bu konudaki ihlallerin etkisi ulusal sınırların ötesine geçmektedir. Bu bağlamda insan hakları kavramı uluslararası siyasetin meşru bir aracı ve konusu olmuştur.

Dış Politikada İnsan Hakları Sorunsalı

Günümüzde insan hakları, hemen hemen her ülkenin dış politika alanına girmiş olsa da, insan haklarının dış politikaya dahil edilmesi hususunda farklı görüşler ve itirazlar da bulunmaktadır.

Bu itiraz noktalarından birisi uluslararası ilişkiler alanında önemli çalışmaları olan Hans J. Morgenthau’nun, insan haklarının her toplumun farklı tarihsel, kültürel ve sosyal yapısı içinde şekillendiğini iddia eden görüşüdür. Bu bağlamda Morgenthau, insan haklarının dış politikaya dahil edilmesini moral olarak anlamsız ve uygulamada imkansız bulmaktadır. İnsan haklarının farklı ideolojiler tarafından farklı şekilde tanımlandığından hareketle, bu hakların göreceliğini vurgulayan görüşler de insan hakları kavramının dış politikaya dahil edilmesine karşı çıkmaktadır. Diğer yandan, insan hakları konusunda imzalanan uluslararası sözleşmeler insan haklarının dış politikaya dahil edilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Irk, dil, din ve cinsiyet ayrımı olmaksızın herkesin insan haklarına saygı gösterilmesini amaçlayan 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve katılımcı devletlerin, insan haklarının korunması ve insan haklarına saygının teşviki yükümlülüklerini taahhüt ettiği 1993 Dünya İnsan Hakları Konferansı insan haklarının evrensel niteliğinin önemli göstergelerindendir.

Bir devletin diğer devletlerin insan hakları politikasına müdahalede bulunmasının bu devletler arasındaki ilişkileri zedeleyebileceği, ekonomik çıkar ve güvenlik konularının insan hakları konusundan önce geldiği yönündeki görüşe karşın, insan haklarına dayalı rejimlerin varlığının uluslararası güvenliği desteklediği ve ekonomik entegrasyona katkı sağladığını söylemek mümkündür.

İnsan haklarının dış politikaya dahil edilmesine karşı olan üçüncü bir görüş ise Hedley Bull’a aittir. Buna göre, insan hakları gibi ahlaki kavramlara dayalı bir uluslararası sistem siyasi düzen açısından tehdit edicidir ve devletler arası ilişkilerin temelini oluşturan karışmazlık ve ulusal egemenlik kavramları ile çelişkilidir. Fakat devletler arasındaki ilişkiler ekonomik, siyasi ve güvenlik gibi pek çok değişkene bağlıdır ve devletler arasındaki ilişkilerde insan hakları konusu tek etken değildir. Kaldı ki küresel bağlantılara önem veren pek çok devlet açısından insan hakları zaten bir dış politika konusu haline gelmiştir.

Demokratik barış teorisine göre, ortak değerleri paylaşan devletlerin oluşturduğu bir uluslararası sistem, barış ve güvenliği sağlayıcı bir rol oynar ve aynı şekilde Kantçı bakış açısına göre daimi barışa ancak demokratik yönetimlerden oluşan bir sistem ile ulaşılabilir.

İnsan Hakları Diplomasisi ve Araçları

İnsan hakları dış politikaya dahil edildiğinde bu politikayı yürütecek bazı diplomatik araçlar söz konusu olur. Bunlardan bir tanesi Kissinger tarafından da tercih edilen sessiz diplomasidir ve buna göre özellikle siyasi suçlular gibi konularda bu araç, siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkisini zedelemeden dış politikada insan haklarını savunmanın yegane yoludur.

Bir diğer araç olan açık diplomasi ise devlet temsilcilerinin insan hakları ihlalleri karşısında eleştiride bulunması, kınama ve kamuoyuna beyanat verme gibi daha sert tutumları içerir. İnsan hakları ihlallerine karşı başka bir yöntem dış yardımların kesilmesi ya da bloke edilmesidir ki bu yöntem 1974 yılında ABD tarafından kullanılmıştır. Diğer yandan bu yöntemde askeri ve ekonomik yardımda bulunan ülke, yardımda bulunduğu ülkeden stratejik olarak destek aldığı için insan hakları ihlalleri konusunda sessiz de kalabilmektedir.

İnsan hakları ihlaline karşı bir diğer etkili yöntem ticari yaptırım uygulamaktır. Fakat bu yöntem yaptırımı uygulayan ülkeyi ekonomik olarak olumsuz etkileyebileceği gibi yaptırım uygulanan ülkenin vatandaşlarının hayatını da insan hakları ihlalinin yanında ekonomik açıdan zorlaştırabilir.

Bir diğer insan hakları diplomasisi aracı olarak insani müdahale ise ihlalde bulunan ülkeye karşı askeri ve fiziki bir güç kullanmayı öngörmektedir. Diğer yandan askeri müdahale, söz konusu olan insan hakları dahi olsa tartışmalı bir konudur. Bu noktada, askeri müdahalenin müdahaleye uğrayan ülkedeki insan hakları uygulamasına yararlı değil zararlı olacağını ileri süren Jack Donnelly’nin pozitif müdahalesizlik yöntemi, büyük güçlerin ihlaller karşısındaki en iyi hareketinin hareketsizlik olacağını iddia eder. Bu yöntem, ihlalde bulunan ülkeye siyasi, ekonomik ve askeri anlamda destek verilmemesini içerir.

Uluslararası Güvenlik ve İnsan Hakları

Bireylerin yaşamsal sorunlarının çözümünü ve birey ile devleti hak ve özgürlükler paydasında buluşturarak barış inşasını hedefleyen insan hakları talepleri, bireysel ve ulusal güvenlik ile de yakın bir bağlantı içindedir. Bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumayan, sistematik insan hakları ihlallerinin olduğu bir devlette ulusal güvenliğin sağlanması mümkün değildir. Aynı şekilde bu türde bir devletin, vatandaşının gözünde meşruiyet kazanması, dolayısıyla kendinin de güvende olması söz konusu değildir. Bir ülkedeki koşulların bölgesel ve uluslararası düzeyde etkilerinin olduğu küresel dünyada, bireysel güvenlik ve ulusal güvenlik arasındaki ilişki gibi ulusal güvenlik ile de küresel güvenlik arasında pozitif bir ilişki bulunmaktadır.

İnsanların temel yaşam haklarını tehdit altında hissetmesi ile ortaya çıkan kitlesel göçler, insan hakları ihlallerinin bölgesel ve uluslararası güvenliği tehdit ettiğinin en önemli göstergesidir. BM Sözleşmesi’nde de tanımlanmış olan mülteci kavramı kısaca, ülkesinde hayatı güvende olmadığı için ülkesinden göçe zorlanan kişiler olarak ifade edilebilir. Baskıcı rejimlerin varlığı, iç savaşlar, dinsel çatışmalar ve devletler arası çatışmalar gibi olgular mülteci akışının başlıca nedenlerindir. Mülteci akışı neticesinde ise bireysel ve toplumsal düzeydeki güvenlik sorunu bölgesel ve uluslararası bir nitelik kazanır. 1950 yılında kurulan BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, mültecilere uluslararası koruma sağlamayı ve sorunlarının çözümüne yardımcı olmayı amaçlamaktadır. BM Güvenlik Konseyi, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği ise insan hakları konusunu gündemine alan diğer kuruluşlardandır.

Mülteciler, alıcı ülkenin demografik yapısını etkilediği gibi mülteci yaratan ülke ile alıcı ülke arasındaki siyasal güç dengesini de değiştirebilir. Alıcı ülkelerde sınırlara yakın kamplara yerleştirilen ve bu kampları ülkelerindeki rejime karşı mücadele yürüttükleri bir alan olarak kullanan mülteciler, gönderici ülkenin alıcı ülkeyi rejim karşıtlığını desteklemekle suçlamasına neden olup iki ülke arasındaki ilişkileri zedeleyebilir. Mültecilerin yarattığı bu türde sosyal, siyasal ve güvenlik sorunları göz önünde bulundurulduğunda özellikle Batılı ülkeler bu sorunu kaynağında çözmeye çalışmakta ve buna neden olan insan hakları sorunlarını daha çok gündemlerine almaktadırlar.

İnsan haklarının sistematik bir şekilde ihlali mülteci sorununu ortaya çıkarmakta ve uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden bu soruna karşı devletler ve uluslararası örgütler daha mücadeleci bir tavır geliştirmektedirler.