İNSAN VE TOPLUM - Ünite 7: Sağlık, Hastalık ve Toplum Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Sağlık, Hastalık ve Toplum

Giriş

Sağlık ve hastalık sosyolojisi, sağlığın ve hastalığın, toplumda nasıl üretildiğini, nasıl dağıtıldığını, bu süreçlerin toplumsal yapılarla olan ilişkilerini inceler. Sosyologlar için hastalıklar, toplumun örgütlenme biçiminin bir sonucudur. Ayrıca tıbbi bilginin toplumsal inşası, sağlık ve hastalığa ilişkin sıradan insanların algıları, sağlık ve hastalık deneyimleri, bedenin toplumsal ve kültürel yönleri, hastalarla doktor, hemşire gibi sağlık profesyonellerinin etkileşimleri, sağlık ve hastalığın toplumsal yapı içindeki deseni sağlığa ilişkin toplumsal eşitsizlikler, formel ve enformel sağlık hizmetlerinin toplumsal örgütlenmesi gibi konuların analizini içerir.

Sağlık sosyolojisi terimi ilk olarak 1894’te Charles Mclntyre tarafından kullanılmıştır. Sağlık sosyolojisini konu alan klasik sosyoloji kuramları içinde Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı çalışması ve Durkheim’in intihar çalışması; modern sosyoloji içerisinde ise Parsons’ın “Sosyal Sistem” adlı çalışması öne çıkan en ünlü çalışmalardır.

Sağlık sosyolojisinin gelişimi üç dönemde incelenebilir (Twaddle, 1992).

  1. Tıpta Sosyoloji dönemi sağlıkla ilgili sosyolojik çalışmaların 1960’lara kadar olan kısmını kapsar. Bu dönemde sosyoloji tıp yanlısıdır, ikincil konumdadır, tıp kurumunu eleştirmez, sadece tıbbın sorun olarak gördüğü konuları çalışır.
  2. Tıp Sosyolojisi dönemi, bu alanda 1960’lar ve 70’ler boyunca yapılan çalışmaları kapsar. Bu dönemde yapılan çalışmalarda tıp eleştirilmeye, modern tıbbın meşruiyeti, mesleğin sınırları ve tıbbı örgütlerin işlev ve işleyişleri sosyolojik bağlamda sorgulanmaya başlanmış; sağlığa ve hastalığa ilişkin sıradan insanların yaklaşımlarına odaklanılmıştır.
  3. Sağlık ve Hastalık Sosyolojisi dönemi 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan dönemdir. Yapılan çalışmalar eğitim, din, siyaset gibi diğer toplumsal kurumlara ve sağlıkla bu kurumların ilişkilerine odaklanarak önceki dönemin sınırlılıklarını aşmıştır.

Sağlık Nedir?

Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre sağlık fiziksel, zihinsel ve sosyal açılardan tam bir iyilik halidir. 21. yüzyılda sosyoloji, sağlık ve bedenle ilgilenmeye, tıp da toplumsal konularla ilgilenmeye başlamıştır. İlgilerdeki bu değişmenin nedeni, toplumsal düzeyde ölüme neden olan hastalıkların değişmesiydi. İnsanların en önemli ölüm nedenlerinin enfeksiyonlar ve akut hastalıklardan kalp hastalığı, kanser gibi kronik hastalıklara doğru dönüşmesi epidemiyolojik dönüşüm ya da epidemiyolojik eşik olarak bilinmektedir. Bu dönüşüm, genel olarak, sağlık ve hastalığın biyomedikal modelinin yerini sosyal modele bırakması olarak ifade edilir.

Biyomedikal model, tıbbi bilginin nesnel ve yansız olduğunu, zihnin ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu ve bedenin makineler gibi tamir edilebilecek mekanik bir şey olduğunu varsayar. Bu modelin eleştirildiği noktalar:

  • Bedeni kişiden izole ederek, sosyal ve çevresel bağlam içerisine yerleştirmemekle ve hastalığın toplumsal ve ekonomik nedenlerini görmezden gelmekle,
  • Tek doğru bilgiyi kendisinin ürettiğini kabul etmekle, sağlık ve hastalığın tanımını sadece tıbbın yapabileceğini, öznel yorumların yersiz olduğunu savunmakla,
  • Tıbbın, tarihi, sadece kendi başarılarıyla doluymuş gibi göstermesi; beslenme, temizlik ve doğum kontrolü gibi faktörleri göz ardı etmesiyle,
  • Tedavi ettiği hastaları algıları, duyuları ve düşünceleri olan “bütün” insanlar yerine edilgen nesneler olarak tedavi etme eğilimi nedeniyle de eleştirilmiştir.
  • Bir diğer eleştiri, tıp mesleğinin bilimsel bilginin sınırları temelinde değil, sosyo-politik mücadelelerin sonucunda ortaya çıktığı iddiasıdır

Biyomedikal modelin eleştirisinden doğan sağlığın ve hastalığın sosyal modeli, biyomedikal modelin antitezidir ve özelleri kısaca şu şekilde özetlenebilir.

  • İnsanlar hem bedendirler, hem de bir bedene sahiptirler, zihin ve beden birbirinden ayrı düşünülmemelidir.
  • Fiziksel beden, bireyin bütününden bağımsız bir makine değildir. Tıp insanı bir bütün olarak ele almalıdır.
  • Sağlık ve hastalık, sadece biyolojik değişimlerle ilişkili değildir, daha geniş bağlamda sosyal, ekonomik ve politik bağlam içerisinde biçimlendirilir.
  • Tıbbi bilgi hiçbir şekilde objektif olmaz; bilimsel bilgi de dahil olmak üzere, bütün bilgiler içinde üretildikleri bağlama bağlıdır.

Sosyal modelin kabul görmesiyle birlikte sağlık alanında ve genel olarak tıpta büyük çaplı değişimlerin olduğu kabul görür. Bu dönüşüm sonrasında, hastalığın sosyal belirleyicileri içinde bireysel düzeyde sigara içmek, stres ve egzersiz; yapısal düzeyde işsizlik ve yolsuzluk sayılmaya başlamış ve hastalığa verilen kuramsal yanıtlarda da değişiklikler olmuştur (S:157, Tablo7.1).

Sağlık düzeyleri, çok çeşitli değişkenlerle ölçülebilirse de bu konuda en sıklıkla başvurulan ölçütler, doğumda beklenen ortalama yaşam süresi, ölüm oranı (mortalite) ve hastalanma oranıdır (morbidite). Bu oranlar, sağlık alanında karşılaşılan eşitsizlikleri yansıtmakta ve sağlığın sosyal belirleyenlerinin neler olduğu konusunda ışık tutmaktadır. Bireylerin sağlıkları, önemli ölçüde, içinde bulundukları toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilmektedir.

Toplumda, sağlık statüsünde, sağlığa ilişkin risklerin dağılımında ve sağlık hizmetlerine erişimde çeşitli eşitsizlikler söz konusudur ve bu eşitsizlikler, bireyler ya da gruplar arasında ölüm ve hastalık oranlarında, ortalama yaşam sürelerinde ve algılanan sağlık statülerindeki farklılıklarda görülür. Yaş, cinsiyet, kalıtımsal faktörler veya beslenme tarzı, hareketsizlik, sigara ya da alkol tüketimi gibi bireysel yaşam tarzı faktörleri sağlığı etkilese de nüfus genelinde sağlık üzerinde ülkenin gelişmişlik düzeyi, yönetim şekli ve sağlık politikası, toplumsal sınıfları, toplumsal cinsiyetleri, ırkları ve etnik grupları, gelir düzeyleri, çalışma koşulları, eğitim düzeyleri ve sosyal statüleri gibi toplumsal faktörlerin etkisi daha fazladır (S:158; Şekil 7.1).

Sosyolojik Yaklaşımlar Açısından Sağlık

Tıbba ilişkin sosyolojik düşüncelerin temelinde, genel olarak tıbbi bilginin, iyileştirdiği ya da tedavi ettiği kitleler üzerinde, bağımsız şekilde toplumsal bir işleve sahip olduğu argümanı yatar.

İşlevselci yaklaşım içinde, sağlık sosyolojisine en önemli katkıyı tıp mesleği ile ilgili analiz ve hasta rolü kavramıyla Talcott Parsons yapmıştır. Parsons’a göre tıp mesleği , özgeciliğe ve etiğe dayalıdır ve piyasa ilişkilerinin rekabetçiliğini ve bencilliğini kırma işlevini üstlenir. Doktor hasta ilişkisi kapitalist iş ilişkilerinin aksidir. Parsons tedavinin mümkün olabilmesi için ekonomik olmayan bu ilişki türünün şart olduğunu savunur.

Parsons’a göre, iyileşme süreci sadece bir sistem meselesidir. Bu sistem bilim olduğu kadar sihir ya da din de olabilir. Önemli olan tedavi başarılı olursa sistemin meşruluk kazanacağı; tedavi başarısız olursa sistemin ne olduğuna bağlı olarak bu başarısızlığın bilgi eksikliğine, doğaya ya da şeytana atfedileceğidir. Parsons ayrıca tıptaki “placebo” etkisini örnek göstererek tıbbın, kendi paradigması içinde de her zaman olmadığını ortaya koymuş insanların aslında, tedavinin etkisinden çok, iyileşmeyi umdukları için iyileştiklerini vurgulamıştır.

Parsons hasta olmanın, öncelikle biyolojik ya da psikolojik bir durum değil, bir toplumsal rol olduğu, insanların hastalıkları hakkında seçim yapabildikleri, hastalığa bürünebildikleri sonucuna varmış ve hasta rolü kavramını geliştirmiştir. Ona göre hastalık normalden sapma durumudur.

Parsons, hastalığın fiziksel bir varlık değil, toplumsal bir olgu olduğunu savunur. Bireyler, gündelik yaşamda uymaları beklenen normlara uymak istemedikleri ya da genel kültürel ölçütlere ulaşamadıkları zaman “hasta rolü” ne girerek bu rollerden ve beklentilerden kaçarlar. Hasta rolünün meşru sayılması iki koşula bağlıdır. Birinci koşul, hastanın iyileşmeyi istemesi, ikinci koşul ise hastanın iyileşmek amacıyla doktorla ve ilgili diğer profesyonellerle işbirliği yapması ve itaat etmesidir. Hasta rolüne girmenin bireye sağladığı iki avantaj ise; kötü sağlığından ötürü kişisel olarak sorumlu tutulmaması ve bu rol içinde olduğu sürece normal toplumsal rollerden muaf tutulmasıdır. Sonuç olarak Parsons, modern yaşamın yarattığı gerilimler yüzünden insanların toplumsal rollerin sorumluluklarından kaçmak istediklerini ve bunun için de “hasta rolü” ne büründüklerini belirtir, ama çok sayıda insanın bu role bürünmesi toplumun işleyişi açısından sakıncalıdır, bu nedenle tıp, kimin bu role girip kimin girmeyeceğini kontrol etmelidir. Parsons’ın hem tıp mesleğine yönelik analizi, hem de hasta rolü kavramı, çeşitli açılardan eleştirilmiştir.

Marksist yaklaşıma göre hastalıklar ve tedaviler kapitalist ekonomik sistemin ürünüdür ve hastalıkların nedeni kapitalist toplum örgütlenmesidir. Tıbbi bilgi, kapitalist sistemin verdiği zararları doğal ve biyolojik göstererek, hastalıkların politik ve ekonomik nedenlerini gizleyen bir ideolojik araçtır. Bu yaklaşım içerisinde sağlığa değinen ilk eser, hastalıkları bireyi suçlayan bir yaklaşımla değil, kapitalist üretim koşullarıyla veya toplumsal örgütlenme biçimleriyle ilişkilendirerek açıklayan Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” (1844) adlı eseridir.

Marksist yaklaşıma göre, sağlık bakımı örgütleri üç ideolojik işlevi yerine getirir:

  • Yetersiz olsa da sağlık bakımı sağlayarak, temelde toplumsal olan problemleri bireysel düzeye aktararak statükoyu meşrulaştırmak,
  • Sağlık bakımını hastane bakımı ve ilaç tüketiminden ibaret görerek kapitalist üretim tarzını yeniden üretmek,
  • Sağlık işçilerinin örgütlenişi ve yarattığı tüketim desenleriyle kapitalist sınıf yapısını yeniden yaratmak.

Marksist yaklaşımın temel ilkesi, sağlık hedefi ile kâr hedefi arasında bir çelişki olduğudur. Sağlık bakımının alınıp satılan bir mal haline gelmesi, yani metalaştırılması giderek artmış; sağlık sektöründe, son yıllarda ücretsiz olarak bireylerin erişimine açık olan alanlar giderek azalmış ve sonuçta “tıbbi-endüstriyel kompleks” yapı ortaya çıkmıştır. Sağlık hizmeti veren kuruluşların sadece kar amacına yöneldiğini vurgulamak için “Şirketleşmiş Tıp” terimi kullanılır.

Ivan İllich, tıbbın, yararsız tedavilerle hastalara zarar verdiğini, toplumu sağlıksız kılan koşulları iyileştirmek yerine kötüleştirdiğini ve bireylerin kendi kendilerini iyileştirme, acı çekme ve ölme özgürlüklerini elinden aldığını savunur. Bu durumu klinik, sosyal ve kültürelsimgesel iatrojenez ile açıklar. İatrojenez, tıbbın kendisinden, doktorların uygulamalarından ve tedavilerinden kaynaklanan hastalıklar anlamına gelmektedir. Sağlığın, doktorların yanlış teşhis ve tedavileri, aşırı ilaç yazmaları ve benzeri müdahalelerle kötüleştirilmesine klinik iatrojenez ; sağlık politikalarının endüstriyel kuruluşları desteklemesi ya da devlet bütçelerinin halk genellikle yararlanmadığı halde ağırlıklı olarak tıbba aktarılmasıyla sağlığın kötüleştirilmesine sosyal iatrojenez; bireylerin kendi bedenleri, acıları ve ölümleri üzerindeki kontrollerinin tıp tarafından engellemesine de kültürel-simgesel iatrojenez adı verilir. Yorumlayıcı yaklaşımın temelinde, toplumsal inşacılık yaklaşımı yer alır. Toplumsal inşacı yaklaşım, hastalıkların basit gerçekler olmadığını, toplumsal muhakemenin ve toplumsal pratiklerin sonucu oluştuğunu ve politik bir konu olduğunu iddia eder. Tıbbi bilginin ve tıbbi teknolojinin kullanılış biçiminin toplumsal ilişkilere bağlı olarak değiştiğini savunur. Tıbbi bilginin, bilimin rasyonel ilerleme sürecinden çok, kültürel, ekonomik ve politik faktörler gibi toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini ileri sürer ve bu süreci tıbbi kozmolojiler kavramıyla açıklar. Beş tip tıbbi kozmoloji vardır:

  • Yatak yanı tıbbı : Hasta doktorun patronu konumundadır ve hasta tüm yönleriyle bir bütün olarak görülür.
  • Hastane tıbbı: Hasta doktora bağımlı hale gelir ve doktor hastanın bütününe değil sadece belirli bir fiziksel bölgesine (nesne yönelimli) yönelir.
  • Laboratuvar tıbbı: Doktorun ve hastanın yerini laboratuvar ortamı ve bilimsel testler almıştır. Hasta analiz edilecek maddi bir şey haline gelmiştir.
  • Gözetim tıbbı: Tıbbi bilgi büyük ölçüde sağlığa yönelik risklere odaklanmakta ve bu risklerden korunmak adına insan yaşamının tamamı medikalize edilir. Hastalık her an gerçekleşebilecek bir potansiyel, risk olarak görülür.
  • İnternet tıbbı: Bu dönemde, kendi sağlığı için tıbbi bilgi arayan, bu bilgiye internet yoluyla erişebilen ve önceki dönemlere göre kendi sağlığı ve bedeni hakkında daha fazla bilgiye sahip olan uzman hastalar vardır.

Toplumsal ilişkilerle hastalık arasında, iki yönlü bir ilişki vardır. Bir yandan toplumsal ilişkiler hastalıkların yaratılmasına katkıda bulunur, diğer yandan da yansız olduğu kabul edilen hastalık dili, toplumsal ilişkilerin doğasını gizlemeye hizmet eder.

Medikalizasyon sağlık sosyolojisinin en önemli kavramlarından biridir. Tıbbın önceden tıbbi sayılmayan alanlarını tıplaştırması ve önceden tıbbi olduğu düşünülmeyen konularda uzman olduğunu iddia ederek tıbbın kapsamını bu alanları da içine alacak şekilde genişletmesi olarak tanımlanabilir. Medikalizasyon, tıbbın modern toplumda sahip olduğu toplumsal kontrol mekanizması işlevini yürütmesini sağlayan bir araçtır. Bir toplumsal kontrol mekanizması olarak tıp, medikalizasyon sayesinde normal davranışı kendi politik görüşleri doğrultusunda tanımlar ve teknolojik alandaki hâkimiyeti sayesinde bireyleri kendi tanımladığı bu normlara uymaya zorlar. Medikalizasyon sürecinin analizi, bazı toplumsal faktörleri tıbbi sorunlar olarak kavramlaştırmanın çok önemli sonuçlar doğurmasından dolayı son derece önemlidir.

Post-yapısalcılık içinde , sağlık ve hastalık sosyolojisine en çok katkısı olan sosyolog Foucault’dur. Foucault’ya göre tıp, bürokratik yönetici devletin lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi çeşitli kategorilere sokan normalleştirici bir kurumdur. Diğer bir deyişle, tıp, yönetici bürokratik devletin bir ürünüdür ve normal davranışının tanımlanması yetkisini kendi kontrolünde tutar, “normale” uyulması için insanları zorlamak amacıyla da modern akademik disiplinlerden doğan meslek gruplarını kullanır

Sağlık ve hastalık sosyolojisi açısından feminist çalışmaların en önemli işlevleri, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farkı ortaya koyarak kadın bedenini ikincil olarak inşa eden toplumsal süreci tanımlamak, eleştirmek ve sağlık alanında cinsiyete dayalı eşitsizlikleri analiz etmektir. Radikal feminizm kadın sağlığına daha çok odaklanır ve biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi vurgulayan ve kadın bedeninin ayırt edici özelliklerine olumlu değer atfederek erkek bedeninin ataerkil avantajını ortadan kaldırmaya çalışan bir yaklaşımdır.

Ekonomik Politikalar, Neo-liberalizm ve Sağlık

Epidemiyoloji, hastalıkların toplumda görülme sıklığını ve nasıl yayıldıklarını inceleyen tıp dalıdır. Toplum sağlığı, eğitim düzeyinin yükselmesine, işsizliğin kontrol altına alınmasına, çalışma koşullarının iyileştirilmesine, toplumsal dışlamanın azaltılmasına, yeterli beslenmeye, yiyecekler üzerinde sıkı denetim uygulanmasına, ulaşılabilir ve yeterli koruyucu sağlık hizmetlerine bağlıdır. Bu faktörlerin tümü neo-liberal politikalar tarafından tehdit edilmektedir. Neo-liberalizm, bireyleri yurttaştan önce tüketiciler olarak, sağlık bakımını da satılıp tüketilecek mallardan biri olarak görmektedir. Hastalıklara bireyin kendi davranışlarının neden olduğu savunulmakta ve hastalıklara neden olan toplumsal ve ekonomik nedenler göz ardı edilmektedir. Neo-liberal dönemde epidemiyoloji, hastalığa neden olan yoksulluğu ve eşitsizliği üreten toplumsal güçleri gizler ve bireysel faktörlere odaklanarak hastalıkları sadece görünen değerleriyle ele alır.

Epidemiyologların ürettiği bilgi, oluşturdukları risk kategorileri hastalıklarla mücadele konusunda bireyi kendi davranışlarından sorumlu kılar duruma getirmektedir. Burada riskler kişinin sorumlu olduğu bireysel olaylar (şişmanlık, hareketsizlik, sigara ve alkol gibi) olarak inşa edilir. Böylece tıp, hastalıkların daha genel nedenlerini; sosyal, kültürel ve ekonomik faktörlerle ilişkisini gizlemiş ve bireylerin, kendi kontrollerinde olmayan koşullardan ötürü kendilerini suçlamalarını sağlamış olur.

Sağlığın ve Hastalığın Toplumdaki Dağılımı

Sağlık toplumda eşit bir şekilde dağılmamaktadır. Sağlık eşitsizlikleri “…yoksulların, etnik ya da ırksal azınlıkların, kadınların ya da sürekli olarak sosyal dezavantaja veya ayrımcılığa maruz kalan diğer grupların daha avantajlı sosyal gruplara oranla, sistematik olarak daha kötü sağlığa sahip olmaları ve daha fazla sağlık riskine maruz kalmalarıdır”.

Toplumsal sınıflarla sağlık arasında güçlü bir ilişki vardır. Yapılan çalışmalar alt sınıflara mensup olanların üst sınıflara mensup olanlara oranla daha kısa ömürler yaşadıklarını ve daha çok hastalandıklarını göstermektedir. Toplumun en alt kesimindeki erkeklerin 25-65 yaşa arasında ölme oranı, en üst kesimindekilerin bu yaş aralığında ölme oranından %40 daha fazladır.

Sağlıktaki eşitsizlikleri açıklayan yaklaşımların toplumsal sınıf bağlamında açıklamaları şu şekildedir:

  1. Yapaylık Açıklamaları: İstatistiksel araçlara odaklanan ve bu eşitsizliklerin ölçüm araçlarının ve bunların kullanış şeklinin bir sonucu olduğunu, yani yapay, sadece görünürde olan eşitsizlikler olduğunu ileri sürer.
  2. Sağlık Seçilimi Açıklamaları : Burada, sağlık bağımsız değişkendir ve toplumsal sınıf farklılıkları sağlığı etkilemez. Hastalıklar doğal veya toplumsal seçimin sonucudur.
  3. Kültürel-Davranışsal Açıklamalar : Sağlığın bağımlı değişken olduğu, beslenme tarzı, egzersiz, sigara ve içki içme gibi bireyin kontrolünde olan davranışsal ve kültürel faktörler sonucu oluştuğu kabul görür.
  4. Materyalist açıklamalar : Bu yaklaşıma göre, sınıf ve hastalık ilişkilidir; hastalık üretimin örgütlenme tarzına ve toplumda yiyeceklerin dağıtımı gibi yapısal faktörlere bağlıdır.
  5. Psiko-sosyal açıklamalar : Sağlığın toplumda dağılımının sadece maddi yoksullukla açıklanamayacağını savunarak eşitsizliğin ve toplumsal statünün sağlık üzerindeki etkisini vurgular.
  6. Yaşam süreci açıklamaları : bireyin biyolojik statüsünü, geçmişteki toplumsal pozisyonunun bir damgası olarak görür ve zaten toplumsal olarak dezavantajlı olan insanların genellikle “dezavantajların birikimine” maruz kaldığını savunur.

Toplumsal sınıf ve sağlık arasındaki ilişkinin diğer önemli iki boyutu işsizlik ve meslek hastalıklarıdır.

Erkeklerle kadınlar biyolojik olarak farklı oldukları için sağlık sistemlerinden beklentileri farklıdır ve bu farklı talepler adil bir şekilde karşılanmamakta, sağlık sistemleri büyük ölçüde erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Kadın ve erkeklerin ortalama yaşam süreleri arasında cinsiyete dayalı eşitsizliklerin az olduğu ülkelerde daha az, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin fazla olduğu ülkelerde daha fazla düzeyde bir fark vardır. Kadınlar dünya genelinde sağlık sigortasına erişim konusunda dezavantajlıdırlar. Gelişmekte olan ülkelerde kadınların sağlıkları erkeklere oranla daha kötüdür.

Kadınlar, maddi kaynaklara erişseler bile, ataerkil düzenden kaynaklanan nedenlerden ötürü, sağlık bakımı alamayabilirler. Birçok çalışma, sağlık personelinin cinsiyetçi algılara sahip olduğunu ve bu algılarını da hizmet anlayışlarına yansıtabildiklerini göstermektedir.

Dünya nüfusunun %85’ini oluşturan alt ve orta gelir grubundaki ülkeler, dünyadaki toplam hastalık yükünün %92’sine sahiptir. Gelişmekte olan ülkelerde toplumun sağlığı, gelişmiş ülkelerden çak daha kötü durumdadır, nüfusun büyük çoğunluğu kişisel sağlık hizmetlerine erişimden yoksundur. Az gelişmiş ülkelerde ölüm ve hastalık oranları yüksektir, su ve kanalizasyon gibi kaynaklara erişim sıkıntılı, kişi başına düşen sağlık personeli ve hastane sayısı yetersizdir. Salgın hastalıkların dünyada eşit bir şekilde dağılım göstermediği, özellikle az gelişmiş ülkelerde daha yoğun olduğu görülmektedir. Gelişmiş ülkelerde bir bireyin ortalama yaşam süresi daha fazladır. Gelişmekte olan ülkelerde ilaçlara erişim daha zordur. Dünya genelinde bölgelere has eşitsizlikler ulusal sınırlar içerisinde de görülmektedir.

Irk ve etnik grup sağlık eşitsizliklerine neden olmaktadır. Etnik azınlıkların sağlıklarının, çoğunluğa oranla daha kötü olmasının nedeni genler ya da biyolojik faktörler değil, toplum kaynaklarının eşitsiz dağılımıdır.

Bu alanda yapılan araştırmaların çoğu, eğitim düzeyi ile sağlık statüsü arasında olumlu bir ilişki olduğuna, eğitim görülen süre arttıkça hastalık ve ölüm oranlarının düştüğüne ve olumlu sağlık davranışları gösterme sıklığının arttığına işaret etmektedir.

Türkiye’de Sağlık

Türkiye’de nüfusun sağlığı genel olarak Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana önemli ölçüde iyileşmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında sağlık politikaları koruyucu sağlık hizmetleri ve salgın hastalıklarla mücadeleye odaklanmış, 1950-1960 arasında sağlık hizmetleri ticarileşmeye başlamış, koruyucu sağlık hizmetlerinden çok tedavi edici hizmetlere odaklanılmıştır. 1980’lerden itibaren neo-liberal ekonomi politikaları etkili olmaya başlamıştır.

Türkiye’de tarihsel olarak sağlık personeli sayısı artmış ve sağlık personeli başına düşen kişi sayısı azalmıştır. Fakat sağlık personeli dağılımında az gelişmiş iller aleyhine bir eşitsizlik söz konusudur. Hastane yatağına erişimde zorluklar yaşanmakta ve bölgeler arasında eşitsizlik bu alanda da yaşanmaktadır.

Türkiye’de bölgesel ve ekonomik eşitsizlikler başta olmak üzere, toplumsal eşitsizlikler nüfusun sağlık statüsünü etkilemektedir. Türkiye’de coğrafi bölgeler ekonomik, eğitimsel ve cinsiyete dayalı eşitsizlik göstergeleri açısından ayrımlaşmakta ve bu durumda bireyin sağlık statüsünü etkilemektedir.