İNSAN VE TOPLUM - Ünite 4: Çevre ve Toplum Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Çevre ve Toplum

Küresel Çevre Sorunları

İnsanlar tarih boyunca yaşamlarını sürdürebilmek için doğayı kullanmışlardır. Ancak diğer varlıklardan farklı olarak insanlar, zaman zaman kötüye kullanım nedeniyle yaşamış oldukları çevrede tahribatlar ve çevresel yıkımlara yol açmışlardır. Önceden bu çevresel yıkım ve tahribatlar sadece o toplumun yaşadığı bölge ile sınırlıyken, günümüzde özellikle doğal süreçler ve de küreselleşme ile birlikte bu sorunlar artık bölgesel bir sorun olmaktan çıkıp küresel bir boyut kazanmıştır.

Bu doğrultuda başlıca küresel çevre sorunlarını şunlardır:

  • Asit yağmurları : Volkanik patlamalar ya da elektrik jeneratörleri, fabrikalar ve motorlu araçlarda kömür ve petrol gibi fosil yakıtların yakılmasından havaya karışan kükürt ve azotun su buharıyla birleşerek sülfürik ve nitrik aside dönüşerek yeryüzüne yağmur olarak inmesi ile oluşur.
  • Hava kirliliği : Canlılar tarafından solunan havanın içerisinde zararlı kimyasalların, sağlığa zararlı küçük organizmaların hastalık ve ölüme yol açacak derecede yoğun olmasıdır.
  • Su kirliliği : Atıkların doğrudan suya verilmesiyle oluşur. Özellikle su kenarlarında, tabanda ve içinde yaşayan organizmalar ile bitkiler için zararlıdır.
  • Toprak kaybı ve toprak kalitesinde azalma : Doğal afetler ve insan aktiviteleri nedeniyle bölgede yaşayan canlıların ve bitkilerin zarar görmesi, toprağın besleme gücünü kaybetmesidir.
  • İklim değişiklikleri : Belli bir bölgede ortalama hava sıcaklığında meydana gelen değişimdir.
  • Küresel Isınma : Yeryüzünde toprak yüzeyi ve okyanus yüzeylerinde ortalama hava sıcaklığının artmasıdır.
  • Sera Etkisi: Atmosferde başlıca sera gazları olarak bilinen karbondioksit, metan, kloroflorokarbonlar ve su buharının radyasyonu emerek sera etkisi oluşturmasıdır.
  • Ozon tabakasının delinmesi: Kutuplar üzerinde yer alan ve güneşten gelen ve canlılar için zararlı olan ultraviyole ışınlarını tutan bir tabaka olan ozon tabakasının delinmesidir.

İnsan-Doğa İlişkisini ve Çevre Sorunlarının Nedenlerini Açıklayan Yaklaşımlar

Çevresel sorunların nedenlerini ve çözüm önerilerini açıklayan yaklaşımların sınıflandırılmasında iki ölçüt kullanılmaktadır:

  • Yaklaşımın dayandığı etik temel,
  • Çevre sorunlarına önerilen çözümlerde toplumsal, ekonomik ve siyasal değişimi benimseme dereceleri.

Yaklaşımların daha kolay anlaşılabilmesi için öncelikle bazı temel kavramların açıklanması gerekmektedir. Bu kavramlardan en önemlileri ise şunlardır:

  • Çevrecilik/Radikal Ekoloji : Kültürel olarak tanımlanmış sorumluluklar çerçevesinde yaşanabilir bir gelecek arayışı olarak tanımlanan çevrecilik ve çevreciliğin bu amacını paylaşan radikal ekoloji önemli kavramlardandır. Hem çevrecilik hem radikal ekoloji, insan eylemlerini günümüz çevre sorunları ve ekolojik yıkımın temel nedeni olarak görür.
  • Antroposentrik Etik/Ekosentrik Etik : Bu kavram, insanların kendilerini doğada yaşayan diğer canlılardan üstün kılacak şekilde eşsiz özelliklere sahip olduğu görüşünü ortaya koymaktadır. Buna karşın ekosentrik etik kavramı, bütüncül metafiziğin temelinde tüm varlıkların ve her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu varsayımına dayanmaktadır.
  • Habitat : Bir organizmanın yaşadığı ve geliştiği yer olarak tanımlanabilir. Bu yer hava, su ya da toprak üzerinde olup her zaman sınırlı fiziksel bir bölgeyi işaret etmektedir.

Çevrecilik Yaklaşımları; genel olarak ekonomik stratejiler olarak adlandırılabilir ve bu yaklaşımlara göre insan-doğa ilişkisi antroposentrik etik temelinde gelişir. Başlıca çevrecilik yaklaşımları;

  • Yeni-Malthusculuk,
  • Eko-Kalkınma ve
  • Sürdürülebilir kalkınmadır.

Yeni-Malthusculuk : Çevreciliğin düşünsel temelini oluşturan Malthus’un tezine göre, yeryüzündeki nüfus artışı ile yiyecek üretimindeki artış arasında orantısız bir ilişki bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, yiyecek üretimindeki artış oranı nüfus artışlarından çok daha yavaş olmaktadır. İşte bu noktada Yeni-Malthuscular bu orantısız ilişkinin, teknolojik genişleme, mineral kaynakların tüketimi ve kirlilik çeşitlerinin oluşturulması ile dünya üzerindeki nüfusu besleme, kirliliği emebilme kapasitesi ve mevcut tüketim tarzı arasında olduğunu belirtiler. Bu yaklaşıma getirilen eleştirilerin başında, çevre problemlerinin teknik problemler olarak değil, ekonomik ve toplumsal problemler olarak ele alınmasının gerekliliği yer alır.

Eko-Kalkınma yaklaşımı: Bu yaklaşım, çevre sorunlarının nedenleri yerine etkileri üzerine odaklanır. Merkezileşmiş ekonomik ve siyasi gücün dünyayı zenginler ve fakirler olarak ikiye böldüğünü, toplumsal eşitsizliğin çevresel yıkımı ve doğal kaynakların tükenmesine neden olduğunu vurgular. Bu yaklaşımın eleştirisi dört temel nokta üzerinden yapılır:

  • Birincisi, üretimi ve tüketimi tek ve farklılaşmamış bir eyleme dönüştürmesi ve toplumsal ilişkiler bağlamından çıkarıp doğrudan doğa ile ilişkili olarak göstermesi.
  • İkincisi, insanları küresel düzeyde kır/kent ayırımına göre değerlendirerek gelişmekte olan ülkelerdeki insanların özel şartlarını göz ardı etmesi.
  • Üçüncüsü, hem gelişmiş ülkelerde hem de gelişmekte olan ülkelerde ırk, toplumsal cinsiyet ve etnik ayrımcılığı dikkate almaması.
  • Dördüncüsü ise, yine hem gelişmiş ülkelerde hem de gelişmekte olan ülkelerde kentsel alanların tek ortak özelliklerini tüm dünyadan tüketim maddelerini alabilme ayrıcalığı olarak göstermesidir

Sürdürülebilir Kalkınma: 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun yayınladığı ve Brundtland Rapor’u olarak da bilinen raporda, mevcut ekonomik kalkınma stratejileri ‘sürdürülemez’ olarak tanımlanır ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak oluşturulan çözüm önerileri ‘sürdürülebilir kalkınma’ başlığı altında sunulur. Bu raporun temel düşüncesi, mevcut kalkınma stratejilerinin gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğa, gelişmiş ülkelerde de kirlilik ve çevresel yıkıma neden olduğudur

Sürdürülebilir kalkınma geniş bir yelpazede yer almaktadır. Bunun anlamı çevrenin korunması için yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve siyasi kalkınma da gerekmektedir. Sürdürülebilir kalkınmanın amaçlarının ve sürdürülebilir yaşam tarzının gerçekleşebilmesi için geniş ölçekli katılım desteklenmelidir. Bu yaklaşımda, tüm uluslar için ekonomik kalkınma hedeflerinden vazgeçmeden eko-toplumlar yaratmak amaçlanmaktadır.

Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı da diğer yaklaşımlarda olduğu gibi bazı konular açısında eleştirilmektedir. Bu eleştiriler iki başlık altında toplanabilir:

  1. ‘Sürdürülebilirlik’ kavramı, esnek ve muğlak bir kavramdır. Bu anlamda mevcut kapitalist üretim tarzında, sürdürülebilir kalkınma da sürdürülebilir kapitalizm anlamına geleceğinden kısa vadede sürdürülebilir kapitalizmin imkânsız olduğu vurgulanır.
  2. Diğer eleştiri ise, sürdürülebilir kalkınmanın sadece Batı ayrıcalığının sürdürülebilirliği olarak görülmesi olarak ifade edilebilir.

Radikal Ekoloji Yaklaşımları; sorunların ancak radikal bir toplumsal, siyasal, ekonomik ve ideolojik yapılanma öneren çözümlerle ortadan kaldırılabileceğini savunur. Bu doğrultuda, kapitalizm, endüstrileşme, hiyerarşi, ataerkillik ve din ideolojisi eleştirilir. Başlıca radikal ekoloji yaklaşımları;

  • Derin Ekoloji,
  • Sosyal Ekoloji ve
  • Her ikisini de eleştiren Ekofeminizm’dir.

Derin ekoloji , hareketinin kökleri 18. ve 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da endüstrileşme karşıtı olarak ortaya çıkan romantizm ve aşkıncılık akımlarına dayanır. Derin ekolojistlere göre, ekolojik yıkımın temelinde insan eylemleri yer almaktadır. Bu yıkımdan belli bir grubun eylemleri değil, insanlığın tamamı sorumludur.

Derin ekolojinin hedefi sosyo-ekonomik ve politik yapılarda kökten bir değişimin gerçekleşmesidir. Derin ekolojinin sekiz temel ilkesi vardır. Bu ilkeler;

  1. İnsan ve çevresiyle ilgili ilişkisel, bütüncül bir imaj yaratmak,
  2. Tüm yaşam formlarının eşit öneme sahip olduğunu anlatan biyosferik eşitliği kabul etmek,
  3. İnsan ve diğer yaşam formları arasında ortakyaşam ve ortak-varoluşu gerçekleştirmek,
  4. Sınıfsız bir toplum yaratmak,
  5. Çevre kirliliği ve kaynakların tükenmesiyle mücadele etmek,
  6. İş bölümünü gerçekleştirerek toplumlarda ekonomik, kültürel ve teknolojik çeşitliliği geliştirmek,
  7. Siyasi yönetimde yerel otoriteleri güçlendirme,
  8. Bilimsel değil sezgisel bilgiye dayalı ekolojik bilgiyi geliştirmektir.

Sosyal ekoloji, radikal ekoloji hareketindeki temel bölünmelerden biridir. Derin ekolojiden farklı olarak sosyal ekoloji, antroposentrik etiğin ilkelerini benimser. Rasyonel ve bilimsel düşünceyi savunur. Bu yaklaşıma göre günümüzdeki ekolojik sorunların nedeni, kapitalizmin hiyerarşinin yer aldığı insan topluluklarında üretim araçlarını tahakküm araçları olarak kullanmasıdır.

Sosyal Ekoloji yaklaşımına göre, ekolojik sorunları çözmek ve ekolojik açıdan dengeli bir toplum yaratabilmek için eko-topluluklar oluşturulmalıdır ve bu toplulukların oluşturulması sırasında da toprağın ekolojisi dikkate alınmalıdır.

Ekofeminizm , çevre yaklaşımları adı altında toplanabilecek tüm farklı görüşlere en güçlü muhalefet, çevre sorunlarına feminist bakış açısı getiren bir yaklaşımdır. Ekofeministler, çevre sorunlarını kadın sorunları olarak görürler ve bireysel olarak erkeklerin değil ama ataerkilliğin kadın ve doğa arasında ilişki kurarak her ikisini de tahakküm altına aldığını ve sömürdüğünü ileri sürerler. Hem kadın sorunlarının hem de çevre sorunlarının temelinde ataerkil ideolojinin yattığı vurgulanmaktadır.

Ekofeminizm kendi içerisinde farklı yaklaşımlar sergiler. Birinci grup ekofeministler, kadın-doğa ilişkisinin köklerinin kadının biyolojik ve psikolojik özelliklerinde yattığını savunur. İkinci grupta yer alan ekofeministler ise, kadın-doğa ilişkisini ve çevre sorunlarını daha çok sosyal ekoloji çerçevesinde değerlendirirler. Üçüncü grupta yer alan ekofeministler, birinci ve ikinci gruptaki ekofeministleri beyaz, orta sınıf ve kentli batı kadının doğa ile olan konumuyla ilgilendiği üzerinden eleştirirler.

Bu anlamda üçüncü grup ekofeministlerin diğer ekofeministlere yönelttiği eleştiriler şu şekilde sıralanabilir:

  • Kadınlar arasındaki sınıf, ırk, etnik köken ve bunun gibi farklılıkları göz önüne almaksızın kadınların tek kategori olarak ele alınması.
  • Kadınların ve doğanın tahakküm altına alınmasını yalnızca ideolojik olarak ele almaları, bu tahakkümün maddi kaynağını ihmal edilmesi.
  • Kadınların ve doğanın tahakkümü konusunda ideolojik yapılanmanın üretildiği toplumsal, ekonomik ve politik yapılar konusunda çok az şey söylenmesi.
  • Kadınların doğa ile olan ilişkisinin değerlendirilmesinde, bu kadınların ve diğerlerinin sözü edilen ilişkiyi nasıl düşündüklerinin dikkate alınmaması.
  • Kadın-doğa ilişkisini değiştirilemez ve değişmez olarak görülmesi ve aslında farklı kültür ve zamanlarda nasıl farklılaştığının göz ardı edilmesi.

Türkiye’de Çevre Sorunları

Türkiye’de çevre kirliliğinin artması ve ekosistemin bozulmasına neden olan yapısal faktörler, aslında Batılı ülkelerdeki gelişmelere benzer bir süreç izlemiştir. Bu anlamda ekonomik kalkınma için endüstrileşmenin desteklenmesinin, yüksek kentleşme oranının ve bu gelişmelere paralel olarak ilerleyen tarım politikalarının genel olarak Türkiye’deki çevre sorunlarının temelini oluşturduğu söylenebilir.

Türkiye’de hızlı kentleşme; itici, çekici ve dönüştürücü faktörler nedeniyle çevre kirliliğinin en önemli kaynağı hâline gelmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de hızlı kentleşme yalnızca sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle kendiliğinden meydana gelmemiş, aynı zamanda hükümet politikalarıyla da desteklenmiştir. Bu doğrultuda 1963 yılından 2000 yılına kadar geçen sürede beş yıllık kalkınma planlarında önceden kentleşmeyi destekleyen politikalardan, daha sonra metropollere hızlı göçün yavaşlatılmasını hedefleyen politikalara doğru bir geçişin yaşandığı görülmektedir.

Bütün bunlarla birlikte 1970’lerde Avrupa ve Amerika’da çevre konularına gösterilen ilgiye paralel olarak Türkiye’de de çevre konusuna gösterilen ilgide hafif bir artış meydana gelmiştir. Türkiye’nin üye olduğu uluslararası organizasyonların anlaşmaları çerçevesinde çevre konuları 1972 yılından sonra belli bir düzeyde devlet tarafından desteklenmeye ve medya aracılığıyla da kamunun bilgisine sunulmaya başlanmıştır

1980 sonrası dönem çevre konularıyla ilgili olarak devlet tarafından hukuki ve politik eylemlerin gerçekleştirildiği bir dönem olmuştur. Çevre korumayla ilgili maddeler 1982 Anayasası’nda yer almış ve çevre korumayla ilgili önlemlerin ekonomik kalkınma hedefleriyle uyumlu olması gerektiği 1983 Çevre Kanunu’nda belirtilmiştir. 1991’de ise Çevre Bakanlığı kurulmuştur.

Bütün bunlarla birlikte, 1985’ten sonra çevreci grupların hem çevre duyarlılığını artırmak hem de hükümetleri çevreyi kirletenlere karşı önlem almaya zorlamak için yaptıkları eylemler artmıştır.

Kentleşme ve Batı tarzı ekonomik kalkınma Türkiye’de çevresel yıkıma neden olan faktörlerden yalnızca ikisini oluşturmaktadır. Bu faktörlerin dışındaki faktörlerin neler olduğunun anlaşılması ise, çevre sorunlarının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından gösterdikleri farklılıkları incelemeyi gerektirmektedir. Gelişmiş ülkeler açısından çevre sorunları endüstriyel kirlilik, katı atıklardaki artış ve sınırsız tüketim olarak görülürken; gelişmekte olan ülkeler için bu sorun açlık, yoksulluk, aşırı nüfus, toprağın eşitsiz dağlımı ve doğal kaynakların tükenmesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’de çevre konularına duyulan ilgi gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında oldukça yetersiz kalmıştır. Bununla birlikte çevre sorunlarına gösterilen ilginin bir göstergesi olarak çevreyle ilgili protestolar, çevre koruma yasaları ve hükümete bağlı olmayan çevre organizasyonlarının kurulması ise büyük ölçüde uluslararası anlaşmalardan etkilenmiştir.