İNSAN VE TOPLUM - Ünite 2: Medya, Kitle İletişimi ve Toplum Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Medya, Kitle İletişimi ve Toplum

Giriş

Toplumsal, siyasal yaşamda gerçeklik(ler)in neler olduğu önemli düzeyde medya aracılığıyla inşa edilmektedir. Medya aynı zamanda her geçen gün daha da büyüyen ekonomik bir sektördür. İletişim ve enformasyon teknolojilerindeki hızlı gelişme sayesinde medya toplumsal değişimin önemli araçlarından biri olmuştur. Her geçen gün daha fazla insan televizyon, internet, uydu, cep telefonu/bilgisayarı gibi iletişim teknolojilerini daha fazla kullanmakta, bunların içerikleri de her geçen gün küreselleşen medya endüstrileri tarafından belirlenmektedir. Endüstrileşme yoğunlaşma ve tekelleşme kavramlarını gündeme getirmiştir. Yoğunlaşma , medya kuruluşlarının belli bir kişi ya da grupların elinde toplanması durumudur. Tekelleşme ise, bir ya da birkaç kuruluşun zaman zaman aralarında gizli ya da açık anlaşmalar yaparak pazarda egemenlik kurmasına denir.

Medya Nedir? Medyayı Nasıl Anlayabiliriz?

Günümüzde kitle iletişim araçları kavramının yerini alan medya kelimesi, İngilizcede araç, ortam, aracı anlamına gelen medium kelimesinin çoğuludur. Medya dendiğinde, hitap ettiği izleyiciler, aktardığı içerik ve bu içeriği üreten bir kurumsal yapıdan söz edilmektedir.

“İzlemek” mastarı seyretmeyi, görmeyi ifade etse de medya çalışmalarında “izleyici” sözcüğü bütün medya tüketicilerine karşılık gelmektedir. Bu tüketicilerin medyanın ürettiği içeriği bir referans çerçevesi olarak algıladıkları tartışmalıdır. Referans çerçevesi terimiyle, medya tarafından aktarılan mesajların doğrudan anlattıkları şeyler değil de kendilerini “anlamlı kılan” gizli varsayımlar kastedilmektedir.

Günümüz medyasının diğer bir özelliği, kâr amacıyla işleyen kuruluşlar olmasıdır. Bu anlamda aynı zamanda ticari bir işletmedir.

Medya Teorisi: Kısa Bir Tarihçe

Batı toplumları 19. yüzyılın ortalarında kitle iletişimi de dâhil pek çok açıdan derin bir değişimin içine girmiştir. 1890 ve 1920 yılları arasında yüksek tirajlı gazeteler, sinema ve radyo yaygınlaşmıştır. Bu dönemde yüksek tirajlı gazeteler tamamen boş, değersiz ve sansasyonel haberler içermekte; kitle sanatı ve kültürü en düşük ortak paydayı tatmini hedeflemekteydi. Bu nedenle kitle kültürü ve kitle medyasının toplum üzerinde olumsuz ve yıkıcı bir etkiye sahip olacağı varsayılmıştır. Bu bağlamda ilk defa bu dönemde kitle toplumuna karşı endişeler kitle medyasının yükselmesiyle baş göstermiştir.

Bu dönemde ilk defa kitle ve iletişim olguları bir araya gelmiş ve kitle toplumunun medya ile ilişkisine yönelik araştırmalar yapılmıştır. Kitle iletişim araştırmalarının ortaya çıkışından bu yana genel olarak üç dönem saptanabilir.

Birincisi yirminci yüzyıl başından 1940’a kadar iki büyük dünya savaşı arasındaki yılları kapsayan ilk dönemdir. Bu dönem medyanın çok güçlü ve ikna edici bir etkisi olduğuna dair ortak bir görüş egemen olmuştur. Bunun ise dört nedeni vardır:

  1. Yeni teknolojilerin yaşama geçmesiyle birlikte yeni izleyici kitlelerinin yaratılmış olması.
  2. Kentleşme ve endüstrileşmenin “kaypak”, köksüz, yabancılaşmış ve manipülasyona açık bir toplum yarattığına dair bir görüşün moda olması.
  3. Kent insanının artık savunmasız kaldığı ve kitle iletişim araçlarının kolay bir “avı” hâline geldiği fikrinin hâkim olması.
  4. Kitle iletişim araçlarının 1. Dünya Savaşı boyunca beyinleri yıkadığına ve sonraki yıllarda faşizmin yükselmesini sağladığına dair ikna edici bir durumun oluşmuş olması.

Bu faktörlerden dolayı, kitle iletişimde izleyiciler edilgen bir aktör olarak ele alınmış ve medya mesajlarının bir “mermi” gibi izleyiciler üzerinde etkili olduğu varsayılmıştır. Bu anlamda bu dönemin hâkim yaklaşımı olan hipodermik şırınga modeline göre; medya mesajları, insanların beynine tıpkı bir şırıngadan ilacın zerk edilmesi gibi veriliyordu.

Propaganda Analizi ve Harold Laswell: Propaganda olgusu, yeni iletişim teknolojileri sayesinde çok daha işlev kazanmıştır. Dönemin ilk önemli yapıtı kabul edilen “Dünya Savaşında Propaganda Teknikleri” Harold Laswell tarafından kaleme alınmıştır. 1930’larda Avrupa’da faşizm, Sovyetlerde stalinizm gibi rejimlerin kitlesel yükselişi, kitle iletişimin propaganda aracı olarak kritik rol oynadığı görüşünü kuvvetlendirmiştir.

Reklam da bu dönemde, izleyiciyi bir ürünü almaya ikna etmeyi amaçlayan önemli bir mesaj biçimi olarak tanımlanmıştır. Laswell’in ünlü ifadesiyle “Kim, kime, hangi araçla ve nasıl bir etkiyle ne söylüyor?” sorusu dönemin temel sorusu olmuştur.

“Sınırlı Etkiler” Yaklaşımı: Kitle iletişimi araştırmalarında ikinci dönem , 1940-1960’lar arasını kapsamaktadır. Bu dönemin hâkim görüşü; medyanın daha önce düşünüldüğü gibi, izleyiciler üzerinde çok güçlü bir etkisi olmadığıdır. ABD’de yapılan etki araştırmaları sonucunda medyanın “çok sınırlı bir etkisi” olduğuna dair görüş ortaya çıkmıştır. Bu görüşü, niceliksel araştırmalar şekillendirmiştir.

Bu dönemde kitle toplumu tezinin terk edilmesi, medyanın sınırlı etkisi olduğu yaklaşımını da ortaya çıkarmıştır. Liberal/çoğulcu çalışmaların yoğunlaştığı bu dönem, batı ülkelerinde sosyo-ekonomik istikrarın sağlandığı döneme denk gelir. Sosyolojide işlevselcilik siyaset biliminde liberal/çoğulcu perspektifler bu dönemin araştırmalarına rehberlik etmiştir.

Bu dönemin kurucu ismi, Paul Lazarsfeld ve arkadaşları, 1940 yılında Amerika’daki başkanlık seçimlerinde, birkasabadaki seçim propagandalarının etkilerini incelemişler ve kitle iletişim araçlarının etkisinin çok az olduğu sonucuna varmışlardır.

Kitle iletişimi araştırmalarında üçüncü dönem ise 1960’ların sonundan günümüze dek süregelen dönemi kapsamaktadır.

Medya: Farklı Teorik Yaklaşımlar

İşlevselcilik: Kökleri Durkheim’a kadar dayanan, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilmiş sosyolojik bir kuramdır. İşlevselcilik, toplumun tüm organlarının, sağlığı için işlevlerini tam olarak yerine getirmeleri (tıpkı canlılar gibi) gerektiğini savunur. Bu bağlamda medya araştırmalarında işlevselci yaklaşım, medyanın sosyal düzen ve yapının korunmasındaki rolü üzerine yoğunlaşmıştır.

Bu yaklaşımın önemli bir temsilcisi olan Robert Merton, bazı medya işlevleri açık bir biçimde gözlemlenebilirken; bazı işlevlerinin de gözlenebilmesinin oldukça zor olduğu üzerinde durmuştur. Ancak, hangi medya aktivitesinin toplum düzeni için işlevsel olduğu belirsizlik göstermektedir.

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı ile E. Katz ise medyanın insanlara ne yaptığı değil, insanların medyayı ne amaçla kullandığına bakılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu yaklaşıma göre insanlar medyayı, günlük sıkıntılardan uzaklaşmak, dinlenmek, eğlenmek, güncel gelişmelerden haberdar olmak gibi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmaktadırlar. Yaklaşım, medyayı işlevsel bir etkene indirgemesi ve salt doyum anıyla kısıtlaması nedeniyle eleştirilmektedir.

Çoğulcu Yaklaşım: Bu yaklaşıma göre; Batı toplumlarında güç/iktidar, hiçbiri tek başına hâkim olmayan çeşitli grupların elindedir. Medya kurumları da devletten, siyasal partilerden ve kurumlaşmış baskı gruplarından oldukça özerk bir yapıya sahiptirler. Medya yasama, yürütme ve yargının yanında dördüncü bir güç konumundadır. Toplumda ne kadar çeşitlilik varsa medya içerikleri de o kadar çeşitlidir ve medya toplumdaki bu çeşitliği aktaran bir organ işlevi görmektedir.

Liberal/Çoğulcu Yaklaşım , medyanın özel sermayenin mülkiyetinde olmasının medya içeriklerini doğrudan etkilemeyeceğini savunur. Asıl belirleyici, izleyicilerdir. Ekonomik, siyasi, teknolojik gelişmeler medyanın izleyiciler üzerinde etkisini şekillendirir. Diğer yandan izleyicilerin yaşı, cinsiyeti, eğitim düzeyi gibi değişkenler medya içeriğini farklı yorumlamalarına neden olabilmektedir. Bu yaklaşım bugünkü medya kurumlarının temel felsefesini de belirliyor olması nedeniyle önemlidir.

Liberal/çoğulcu yaklaşıma göre; medya toplumun aynası olma misyonunu üstlenirken, haber medyası kurumlarına da toplumsal gerçekliğin aynası olma görevini yüklemiştir. Medya/haber medyası kurumlarının iki önemli görevi, halk adına gözlem yapmak ve serbest düşünce pazarı oluşturmaktır.

Bundan dolayı haber medyası kurumları üzerinde devlet sansürü ve müdahalesi olmamalıdır. Haber medyası da yayınlarında tarafsız ve nesnel olmalıdır. Nesnellik ilkesi, ticari yayıncılığın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nesnellik ilkesi ile birlikte gelişen bir diğer profesyonel ilke ise haberin olgusal; yani gerçeğe ilişkin olması gerekliliğidir. Bu ilkeler kısa zamanda haber medyasının temel kuralları hâline gelmiştir.

Marksizm: Marks’a göre kapitalizmin ekonomik temeli ve organizasyonu, toplumun nasıl işleyeceğini belirler. Bu nedenle medya kurumlarının mülkiyeti ve kontrolünü elinde bulunduran kapitalistler ve egemen sınıf, kendi çıkarları doğrultusunda alt sınıfları yönlendirmek için medyayı kullanır.

Çağdaş Eleştirel Yaklaşımlar: Neo-Marksist teoriler arasında önemli farklılıklar olmasına rağmen hepsinin ortak noktası, medyanın hâkim sınıfın ve burjuvazinin gücünü meşru kılmak için çalışan ideolojik bir aygıt olduğudur. Tartışmaların ve görüş farklılıklarının nedeni ise medyanın bunu nasıl ve ne kadar gerçekleştirdiği üzerinedir.

Bu dönemde Marks’ın klasik ekonomi ile ilişkili ideoloji anlayışından uzaklaşılarak, görece ideolojiye özerk bir alan olarak bakan yapısalcı bir yaklaşıma geçildi. Böylece medya, salt bir tahakküm aracı olarak değil, farklı düşünce ve çıkarların rekabet ettiği mücadele alanı olarak değerlendirildi.

Bu dönemin önemli teorisyenlerinden birisi Louis Althusser olmuştur. Althusser, “İdeoloji ve Devletin Aygıtları (1970)” adlı çalışmasında devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları arasındaki farkı vurgulamıştır. Polis ve asker gibi doğrudan ve şiddet kullanarak müdahalede bulunabilecek silahlı unsurlar devletin “ baskı aygıtlarını ” oluştururken eğitim, din ve medya gibi kurumlar; devletin “ ideolojik aygıtlarıdır.

Roland Barthes ise, medyanın bir ideolojiyi insanlara benimsetmesinde göstergelerin, simgelerin, mitlerin önemine vurgu yapmıştır.

Post-Yapısalcı bir düşünür olarak tanımlanan Michael Faucault da, doğrudan medyayla ilgili çalışmalar gerçekleştirmediyse de, içinde yaşadığımız dünyaya dair bakışımızın söylemler tarafından etkilendiğine ilişkin vurgusu alana katkı getirmiştir.

Stuart Hall ya da Britanya Kültürel Çalışmalar Okulu : Britanya Kültürel Çalışmalar Okulu’na göre, iletişim bir anlamlandırma süreci olduğundan; ideoloji, dil, anlam, temsil, iktidar kavramları üzerinde durulmalıdır. İnşacı dil/temsil modeline dayanan bir yaklaşımı savunurlar. Medyanın topluma, hayata ve dünyaya dair anlamın oluşmasında rol oynaması, onun ideolojik bir işlevi yerine getirdiğini gösterir.

Hall, izleyicilerin medya içeriklerini üç farklı biçimde okudukları üzerinde de durur:

  1. Egemen Hegemonik Okuma: Metindeki anlamı kabul ederek okumadır.
  2. Müzakereci Okuma: Metindeki anlamın bir kısmının kabul edilerek bir kısmının kabul edilmeyerek okunmasıdır.
  3. Muhalif (karşıt) Okuma: Metnin, metindeki anlama karşı çıkılarak okunmasıdır.

Post-Modern Yaklaşım: Jean Baudrillard, medyanın imge/gösterge ve gerçeklik arasındaki farkı silikleştirdiği üzerinde durmuştur. Haber ve eğlence arasındaki farkın belirsizleşmesi gibi medya içeriğinin bulanıklaşmasını vurgulamıştır. Baudrillard’a göre sıradan insan medyanın çok sayıda ve anlamsız mesajı karşısında pasif durumdadır. Ancak aynı zamanda izleyicilere mesajları reddetme, özümsememe gücü vermektedir.

Feminist Yaklaşımlar: Medyaya dair farklı feminist yaklaşımlar olsa da genel olarak medyada kadınların “eksik ve sorunlu” temsil edilmesi, cinsel bir obje olarak sunulması eleştiri konularıdır. Medya, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini destekleyerek ataerkilliği yeniden ürettiği için eleştirilmektedir.

Medyanın Sahiplik Yapısı ve Üretim Süreci

Medya içeriklerinin/ürünlerinin üretimi medya kuruluşlarının yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Medyanın kurumsal yapısının içinde yer aldığı kapitalist üretim tarzı tarafından belirlendiği ileri sürülür. Medya, ona sahip olanlar ve onu kontrol edenlerin sınıfsal çıkarlarını meşrulaştıran yanlış bilinç üretmektedir. Yanlış bilinç, hakikati gizleyen, böylece bireyin kendi gerçekliği hakkında yanılma ya da yanıltılmasını sağlayan düşünme ve gerçekliği anlama biçimidir. Herman ve Chomsky, “propaganda modeli” adını verdikleri yaklaşımlarında özel mülkiyet altındaki medya kurumlarındaki sınıf tahakkümünün araçları olarak nitelendirirler.

Mülkiyet Doğrudan Kontrol Anlamına Gelir mi? Marksist teorik gelenek içindeki araçsalcı yaklaşımın bu soruya yanıtı evettir. Medya patronlarının hangi fikirleri kitlelere ulaştıracakları konusunda tartışmasız söz sahibi oldukları görüşü eleştirel ekonomi-politik yaklaşıma göre “kısmen haklı” da olsa “sistemdeki çelişkileri gözden kaçırır”. “Medya sahipleri her zaman dilediklerini yapamazlar”.

Yapısal yaklaşıma göre ise; ekonomik yapı, medya sahiplerinin, medya yöneticilerinin ve çalışanlarının etkinliklerini şekillendirir. Buna göre medya alanında yaşanan rekabet nedeniyle sistemin çalışanlar üzerinde baskısı daha fazla belirleyicidir.

Eleştirel Ekonomi-Politik Yaklaşım ya da Medyanın Ekonomi-Politiği: 1980’li yıllarda neo-liberal politikaların egemen olmaya başlamasıyla birlikte medya kurumları finans ve endüstriyel sermaye alanında faaliyet gösteren holdinglerin eline geçmiştir. Bu durum dünya ile paralel Türkiye’de benzer şekilde yaşanmıştır.

Eleştirel ekonomi-politik yaklaşım medya endüstrisindeki tekelleşmeye odaklanmaktadır. Bu yaklaşımın Peter Golding ve Graham Murdock gibi temsilcileri, kamu sektöründeki kurumların özel girişimcilere satıldığı ya da içeriden ticarileştirildiği, deregülasyon politikalarının ivme kazandığı ve sonuçta medyanın büyük sermayenin eline geçerek tekelleşmenin giderek artmasının üzerinde durur. Deregülasyon, her ne kadar “kuralların kaldırılması” demek olsa da esas olarak 1970’lerden itibaren kamu yayıncılığı tekellerinin ortadan kalkması ve özel radyo/ televizyon yayıncılığının yaygınlaşması yönünde kuralların değiştirilmesi sürecini anlatmak için kullanılmaktadır.

Kapitalist bir sistem içinde medya endüstrisindeki üretim de piyasa koşullarında ve kâr merkezlidir. Bu nedenle yayınların kar amaçlı olarak tasarlandığı gözlenmektedir. Daha çok reklam geliri elde etmek için reklam verenlerin beklentilerine uygun yayın politikaları egemen olmuştur. İzleyici, tüketici konumunda değerlendirilmiştir.

Medya, ciddi konulardan ziyade eğlence ağırlıklı bir yayın politikasına geçmiştir. Infotainment, günümüz medyasının merkezî bir olgusu hâline gelmiştir. Infotainment kavramı , belirli medya içeriklerini tanımlamak için İngilizce enformasyon, bilgi ve eğlence sözcüklerinden 1980’li yıllarda türetilmiştir. Bilgi yarışmaları, talkshowlar, hobi programları, spor-magazin programları ve eğlence ögelerini öne çıkaran haber programlarını kapsar. Tabloidleşme kavramı da kullanılır.

Medyanın en önemli gelir kaynağı olan reklamlar, medyanın finansmanında “olmazsa olmaz” bir unsur haline gelmiştir. Reklamcıların hedefi , herkese ulaşmak değil, esas olarak satın alma gücüne sahip olan orta sınıf ve üstü kitleye ulaşmaktır. Medya, artık reklamcıların gereksinimlerine göre şekillenmektedir. Bireyin karşı koyabilme gücü onun sosyo-ekonomik ve demografik konumuna bağlıdır. Ancak daha eğitimli ve bilinçli izleyiciler medyanın manipülasyonuna karşı koyabilir.

Diğer taraftan medya kurumlarının sayısal olarak artmasının daha çok çeşitlilik ve seçenek ürettiğine dair liberal savın ihmal ettiği nokta, egemen hale gelen medya kurumlarının “çeşitliliğin” sınırlarını belirlediğidir. Bir diğer önemli nokta da medya kurumları için izleyicilerin istatistiksel toplamlar olarak görülmesidir. Tekelleşme, medya ürünlerinin içeriğini, izleyici seçeneklerini ve kamusal denetimi sınırlandırmıştır.

Medya ve Küreselleşme

Küresel Çağda Yaşamak: Yeni Medya Teorileri: Küresel medya ve iletişimdeki büyüme hakkındaki ilk düşünceler, modernleşme teorisi ile şekillenmiştir. 1950 ve 60’larda hakim olmuş bir yaklaşımdır. Kısaca, geri kalmış ülkelerin gelişmiş ülkelerle aynı yolu izleyerek gelişebilecekleri tezine dayanmaktadır.

Buna karşın bağımlılık teorisi, eski sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen birçok yönden sömürgeci sahiplerine bağımlılıklarının devam ettiğini ileri sürer. Kolonyal güçler, bu ülkelerden geri çekilirken arkalarında siyasal sistemlerini, dillerini, değerlerini ve yaşam tarzlarını bırakmışlardır. Medya, bu yapıyı yeniden üreterek, bu ülkelerde neo-kolonyalizmin ebedileştirilmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır.

Kimi eleştirmenler, yeni medya teknolojilerinin ve yeni medya formlarının gelişimini ve etkilerini bilgi/enformasyon toplumu ve küreselleşme olgularıyla açıklamaya çalışmaktadırlar. Yeni medya girişimcileri, hükümetler, kanun koyucular; bilgi toplumunun gelişimi konusunda iyimserdir. Kimi teorisyenler ise, bu denli iyimser değillerdir. Bilginin yaşadığı bu patlama, kapitalizmin ve eşitsizliklerin devamını sağlamaktadır. Çünkü esas amaç, bilgi ve kültür ürünlerinin kamu yararına kullanılması değil her zaman maksimum kâr elde etmektir.

Medya ve Küreselleşme: Özellikle 1980’lerin başlarından itibaren iletişim teknolojilerinde radikal değişimler yaşanmaktadır. Uydu, internet ve dijital iletişim teknolojileri sayesinde insanlar yaşadıkları yere/mekâna sıkışıp kalmak zorunda değillerdir. Türkiye’deki ya da dünyanın diğer ucundaki gelişmeleri takip etmek için oralara gitmek gerekmemektedir. Dünya algısal olarak küçülmüş durumdadır.

Kültürel emperyalizm tezinin savunucuları, küresel kültür ve medya devlerinin kontrolü tamamen ele geçirdiğini belirtirler. Gerçekten de günümüzde küresel medya piyasası medya ürünlerini üretip dağıtan büyük çok uluslu şirketlerin hâkimiyeti altındadır. Kimi teorisyenler ise, küreselleşmeyle Batılı kültürlerin diğer kültürlerle kaynaştığını ve Batıdan olmayan yeni örneklerin ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Ne tamamen Batılı ya da Amerikalı ne de tamamen yerel olan bu kültürlere melez (hybrid) kültür denmektedir.

Medyanın küreselleşmesi ve küreselleşme ideolojisinin taşıyıcılığını yapması, özellikle dünyayı saran internet ağları, ulusal sınırların aşılarak ulus-ötesi kamusallıkların oluşmasını mümkün kılmaktadır.

İnternet

2000’li yıllarda toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamda kritik bir rol oynamaya başlayan internet, iletişim/enformasyon aracı olmanın yanında kültür, kimlik, siyaset ve ekonomi aracı/alanıdır.

İletişim araçları, bilgisayar sistemleri ve telekomünikasyon sistemlerinin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan internet, şimdiye kadar var olan iletişim ortamlarından oldukça farklı bir iletişim ortamı yaratmıştır. Televizyon ve gazete gibi iletişim araçlarından farklı olarak iki yönlü iletişim olanağı sağlar. Kullanıcılar sadece tüketici değil, yayıcı/üretici konumunda da yer almaktadır. Kullanıcılar, gerçekte olduğundan farklı bir kimliğe bürünebilmekte, sınıfsal, etnik, ırksal, toplumsal cinsiyet ve yaşla ilgili farkı görünmez kılmakta, insanlar fiziksel bir temas olmaksızın bir cemaat ya da gruba ait olabilmektedir. Bu durum bireyin gerçek yaşamda ve toplumsal ilişkilerdeki tehlikeli ya da riskli durumlardan korumaktadır.

İnternet, daha önceki dönemde gerçekleşmemiş yeni “kimlikleri,” yeni “ilişkileri” ve “sanal cemaatleri” gündeme getirmiş durumdadır. İnternet, katılımcılar arasındaki mevcut sınıfsal, etnik, ırksal, toplumsal cinsiyet ve yaşa ilişkin farklılıkları görünmez kılan bir ortam sunmaktadır. İnternetin oluşturduğu kamusal alan, çağımızın önemli teorisyenlerinden Habermas’ın ideal kamusal alan için şart koştuğu herkesin eşit katılımını bir düzeyde mümkün kılmaktadır.

nternet güçlü toplumsal bağlar yaratma ve sürdürme konusunda fiziksel yakınlığın ve yüz yüze iletişimin önemini azaltmaktadır. Yabancılaşma söz konusu olabilmektedir. Ulus ötesi ve uluslararası bir bağlam yaratan internet, küreselleşmeye ivme kazandırmıştır. Aynı ağı paylaşan insanları zaman, mekân ve ulus-devlet kısıtlamalarının var olmadığı bir üst kimlik/ kültür olarak tanımlayabilecek nettaşlık kavramı gündeme gelmiştir. Gelir dağılımındaki eşitsizlikler, internete erişimin de eşit olamamasına neden olmaktadır.

Ancak dünyada herkes aynı düzeyde internete erişememektedir. Bu durum; dijital bölünme (digital division) olarak da adlandırılmaktadır ve herkesin eşit şekilde internete ulaşamaması sınıfsal tabakalaşmayı yeniden üretebilir.