İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 1: İslâm Düşüncesi ve Kaynakları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: İslâm Düşüncesi ve Kaynakları

İslâm Düşüncesinin Tanımı

İslâm düşüncesi, Müslüman düşünürlerin ve filozofların ortaya koydukları düşüncelerin ortak adıdır. Bu düşünceye “İslâm Düşüncesi” adının verilmesi sadece düşünürlerin Müslüman olmasından değil, aynı zamanda Kur’an ve Sünnet gibi İslâm dininin en temel iki kaynağının böyle bir düşüncenin oluşumuna ve gelişimine doğrudan ve dolaylı etkide bulunmasındandır. Kur'an açısından insanlık düşüncesi vahiy ile başlamış olmasına rağmen zamanla dinlerin bozulması ve insanlığın doğa ve sosyal hayata ilişkin düşüncesinin gelişimi ile hem dinler, hem de düşünceler arasında farklılıklar ortaya çıkmıştır.

İslâm Düşüncesinin Kapsamı

İslâm düşüncesi, Allah'tan insana, tarihten tabiata düşüncenin konusu olan varlık, doğal ve insanî alana ilişkin Müslüman bilginlerin ürettikleri aklî düşünceleri kapsar. Bu açıdan, günümüz felsefî disiplinleri göz önünde bulundurarak, İslâm düşüncesinin kapsamını şöyle belirleyebiliriz: Kuramsal Felsefe (mantık ve metafizik); Pratik (Amelî) Felsefe (hukuk, siyaset, ahlâk ve iktisat felsefeleri); Kelâm; Tasavvuf; Bilim Felsefesi, Sanat Felsefesi; Din Felsefesi; Dil Felsefesi ve Tarih Felsefesi.

İslâm Düşüncesinin Kaynakları

İslâmî ve yabancı kaynaklar olarak iki kısma ayırmak mümkündür. İslâmî kaynaklar, İslâm dininin kendi temel kaynaklarıdır. İslâmî kaynaklar, kendi içerisinde, iki kısma ayrılabilir: Birincisi, Kur'an; ikincisi, Hz. Muhammed'in Sünnet'idir.

Kur'an: Kur'an, insana, topluma, doğaya ve insanlık tarihine dair doğru bilgiler veren bir kitaptır. Farklı konulara ait bu bilgiler, ya yasa düzeyinde çok genel bilgilerdir; ya da, bazı konularda olduğu gibi, en ince bir teferruata ilişkin çok özel bilgilerdir.

Hz. Peygamber'in Sünneti de, gerek Kur'an'ı açıklayıcı olarak, gerekse Hz. Peygamber'in çeşitli konulara ve meselelere ilişkin şahsî görüş ve uygulamaları olarak İslâm düşüncesinin oluşumuna ve gelişimine kaynaklık etmiştir.

İslâm düşünürlerinin birçoğu din ile felsefenin, başka bir ifadeyle, vahiy ile aklın uygunluğunu ve farklı tarzlarda da olsa, uzlaştırılabileceğini savunmuşlardır. İslâm, Kur'an ve Sünnet olarak insanlık için bir uygarlık projesidir. Bu iki kaynağa dayanarak Müslümanlar, uygarlığın en temelinde yer alan düşünce üretmişlerdir.

İslâm düşüncesinin oluşumu ve gelişimi esnasında Müslüman bilginlerin düşüncelerine etki eden, Kur'an ve Sünnet'in dışındaki kaynaklara yabancı kaynaklar diyoruz. Yabancı kaynakları, kendi içerisinde iki kısma ayırarak ele alabiliriz: Müslüman milletlerin eski kültürleri; yabancı eserlerin tercümesi.

Müslüman milletlerin eski kültürleri: Araplar, Türkler ve Farslar gibi İslâm’a ilk giren milletlerin İslâm öncesi kültürel miraslarıdır. Bu milletler Müslüman olunca, onların kültürel mirasların İslâm düşüncesinin gelişiminde ve farklılaşmasında az veya çok etkisini görmek mümkündür. Câhiliye Araplarının kabilecilik, Farsların milliyetçilik anlayışları, Müslümanların siyasî ve sosyal düşüncelerinde etkili olduğu görülmektedir. Ayrıca Türk soyluların eski dini gelenekleri ve toplumsal yapıları özellikle tasavvuf ve tarikatların oluşumunda etkili olmuştur.

Yabancı Eserlerin Tercümesi: İslâm öncesi kültürlere ait eserlerin Arapça’ya tercümesiyle İslâm dünyasına giren düşünceler ve eserler, İslâm düşüncesinin yabancı kaynaklarını oluşturmaktadır. Bunlar, Hermes Geleneği, Antik Yunan ve Hellenistik düşüncesi, Hind düşüncesi ve Sasanî düşüncesidir. Yabancı eserlerin Arapça’ya tercüme girişimi ilk defa Hz. Ömer zamanında olmuştur.

Ayrıca İskenderiye Mektebi, Urfa ve Nusaybin Mektepleri, Cündişapur Mektebi, Antakya Mektebi ve Harran Mektebi yabancı kaynaklar için önemli mektepler olarak sayılabilir.

İslam Düşüncesinin Doğuşu

İlahi çağrı Hz. Muhammed'in, yaklaşık 40 yaşlarındayken 610 yılında kendisine vahiy gelmeye başlamasıyla, müşrik Araplar'ın câhiliye olarak vasıflandırdığı dünya görüşünün temelinde yatan putperestliğe meydan okumaya başladı. Böylece, Kur'an ve Hz. Muhammed, ilk Müslümanlardan, özellikle eğitimi yüksek kişilerde, aklî düşüncenin filizlenmesini sağlıyordu.

İslâm vahyi tamamlanıp, Hz.Peygamber 632 yılında Dârû'lBekâ'ya intikal edince, İslâm toplumunda Müslümanlar arasında bir kısım ayrılıklar ve gelişmeler ortaya çıktı. Temel aklî düşüncesi bu olaylarla soyut varlığına kavuştu ve şekillendi. Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde, Müslümanlara son bir uyarı yapmıştı. "Size iki şeyi emanet ediyorum, bunlara uydukça kurtuluşa ereceksiniz. Birisi, Allah'ın Kitabı, ikincisi Sünnetim." Bu mesaj aslında, Hz. Peygamber'in manevî varlığının devam edeceğine işâret ediyordu. Onun maddî yokluğu, İslâmî akılcılığın varoluşunun nedeni olmuştur.

Her Müslüman Kur'an ve Sünnet'i, aynı şekilde anlamadığı gibi her meseleyi de aynı şekilde algılamıyordu. Bundan dolayı, bir mesele için, çok farklı çözümler ortaya çıkıyordu. Farklı görüşlerin olması aslında bir olumsuzluk değil, gerçekten bir rahmetti. Çünkü İslâm'daki aklî düşünce, ancak böyle doğup gelişebilirdi.

Hz. Ali ve Mu’aviye arasında hilâfet yüzünden ortaya çıkan kanlı olaylar, Cemel ve Sıffîn gibi iç savaşlar, Müslümanların büyük bir kısmını, siyaseten, Hz. Ali Partisi (Şî’atü Alî) ve Mu’aviye Partisi (Şî’atü Mu’aviye) gibi iki ana kısma ayırdı. Buna ilaveten, tahkîm (hakeme başvurma, hakem tayin etme) olayı yüzünden kendilerine Hevâriç (Haricîler) yani Ayrılıkçılar denen bir kısım Müslümanların Hz. Ali’den ayrılarak üçüncü bir parti meydana getirmesi, İslâm cemaatını daha başlangıçta üç temel sınıfa bölmüş oldu. Yukarıda sözünü ettiğimiz, daha çok dinî karakterli olan, “Sûfiyye” grubuyla bu bölünme dört sınıf haline geldi.

İslâm düşüncesi bakımından Abbasîler devri ayrı bir önemi haizdir. Aklî düşüncenin, özellikle de felsefî ve bilimsel düşüncelerin gelişmesinde ilk Abbasî halifelerinin büyük katkısı olmuştur.

Emevîler devrindeki düşünce hareketleri, klasik devir yazarları tarafından haklı olarak fırkalar olarak nitelendiriliyordu. Bu fırkalar, Abbasîlerle beraber genel olarak mezhep denen hareketlere dönüştü ve fırka yerine mezhep denmeye başlandı.

İslâm dünyasına felsefenin girmesinden sonra, Müslümanlar 12. ve 13. yüzyıllarda Müslüman filozoflar için "Felâsifetü'l-İslâm" (İslâm filozofları), "el-Felâsifetü'lMüslimîn" (Müslüman filozoflar) demişlerse de, 19. yüzyıla kadar "İslâm Felsefesi" tabirini kullanmamışlardır; Müslüman filozofların ürettikleri felsefî düşünceye "felsefe" demişlerdir.

İslâm dünyasındaki felsefeye "İslâm Felsefesi" denmesi, 19. yüzyılda oryantalistler ile başlamıştır; daha sonra bu tabiri Müslümanlar da kullanmışlardır.

İslâm Felsefesi adı bazen yanlış çağrışımlar yaptırmaktadır; bazıları İslâm Felsefesi tabirinden İslâm dininin, yani Kur'an'ın ve Sünnetin felsefesi gibi anlamaktadır. Bu doğru değildir. İslâm Felsefesi, sadece İslâm dünyasında ortaya çıkıp gelişen felsefenin adıdır. Sözgelimi Yunan felsefesinden, Ortaçağ Felsefesinden, Hind Felsefelerinden ne anlaşılıyorsa, İslâm Felsefesinden de aynı şey anlaşılmalıdır.

İslam Felsefesinin Doğuşu

Müslümanlar ilk başta doğrudan felsefeyi merak etmeyip, başta matematikten, astronomi ve tıp gibi aklî ve doğa ilimlerine merak ettiler. Ancak bu ilimler o dönemlerde felsefeden ayrı olmadıkları için, o ilimleri alırken ister istemez başta Yunan düşünürleri olmak üzere önceki düşünürlerin felsefî düşüncesini de İslâm dünyasına aktardılar.

İslam Felsefesinin Tarihi ve Doktriner Gelişimi

İslâm felsefesi H.3/M.9.yüzyıldan itibaren çok hızlı bir gelişim sürecine girmiştir. Farklı felsefî akımlar ve sistematik düşünceler ortaya çıkmıştır. Felsefi akımlar 9. ve 10. yüzyıllarda ortaya çıkan, fakat ekolleşip sistematik bir düşünce haline gelmeyen felsefe akımlarıdır. Bu akımlar, temsilcisi oldukları birkaç düşünürle sınırlı kalmıştır; 10. yüzyıldan sonra da temsilcileri yoktur. Ancak bu akımlara ait bazı fikirler Batinîlik ve Gulat-ı Şi'a içerisinde daha sonraki zamanlarda da yaşamaya devam etmiştir. İslâmî kitabiyatta bu akımlar, genelde Dehriyye (Dehrilik), Maddiyye (Materyalizm), Mu'attıla (Ateist, Ateism) ve Zanadıka (Zındıklar, Zındıklık) gibi genel adlar altında anılmışlardır. Bu genel isimlerle anılan felsefî akımlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Sofistâiyye (Sofizm): Yunanlı sofistlerden etkilenen Müslüman düşünürlerdir. İndiye, İnadiyye ve Lâedriye gibi alt kolları vardır. Bunlar için hakikatın ölçüsü insandır. Doğruluk ve yanlışlık insanın dilini kullanmasına bağlıdır. Her şey bir çeşit dil oyunudur.

Reybiyye (Şüphecilik): Yunanlı şüpheci filozoflardan etkilenen Müslüman düşünürlerdir. Doğru ve hakikat hakkında insanın sâbit bir bilgisi olamayacağını savunurlar; zira duyular insanı yanıltır derler.

Tabî'îyyun: Tabiatçı ve natüralist düşünürler. Bunlar bugünkü tabirler "Deist" düşünürlerdir. Metafizik düşüncelere önem vermezler. Bilimin sadece deney ve tecrübeye dayanması gerektiğini söylerler.

Bilinemezcilik (Tekâfü-i edille): Hiçbir şeyin doğrulanamayacağını savunanlardır. Onlara göre, bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı hakkındaki deliller ve karşıt deliller eşit derecede geçerliliğe sahiptir. Batı felsefî kavramıyla ifâde edilecek olursa, bu akıma, agnotisizm denebilir.

Sistemsel Felsefi ekollerden ilki Meşşâiyye’dir. "İslâm Aristoculuğu" anlamına gelir. Aristo felsefesini benimseyen ve onun yolunda giden İslâm filozoflarına da "Meşşâ'iyyûn" denir. Bu ekole İslâm dünyasında, genelde; Kindî (ö.866), Fârâbî (ö.950), İbn Sînâ (ö.1037), İbn Bâcce (ö.1138) ve İbn Rüşd (ö.1198) gibi büyük filozoflar ile onların takipçileri ve öğrencileri dâhil edilir. Bu ekole dâhil edilen filozoflar, İbn Rüşd hariç, tâm anlamıyla Aristocu sayılamazlar. Aristo'dan esinlendikleri gibi Eflâtun'dan ve Yeni-Eflâtunculuktan da esinlenmişlerdir. Bütün Meşşâ'i filozoflar, birçok katkılarıyla beraber mantık konusunda Aristo'yu takip etmişlerdir. Bilgi kuramları, mantık ve psikoloji üzerine dayanır; tümdengelimi benimserler.

Varlık kuramlarına gelince; tümellerin somut dünyada gerçeklikleri yoktur; tikellerin gerçeklikleri vardır. Varlığı en genel olarak üç kısma ayırırlar: Zorunlu (vâcib), mümkün, mümteni. Tanrı, zorunlu varlıktır; Tanrı'dan başka bütün varlıklar mümkün varlıklardır. Mümteni varlık, gerçekliği hiçbir şekilde düşünülemeyen varlıktır.

Sistemsel Felsefi ekollerden bir diğeri de Rivâkiyye’dir. Rivâkkiye (Revakiye) kelime anlamı itibarıyka "revaka mensup" veya "revaka ait" demektir. Bir ıstılah olarak genelde Stoacılık, özelde "İslâm Stoacılığı" demektir. İslâm filozoflarından; Stoacıların felsefesini kabul eden ve onların yolunda yürüyenlere de, Stoacılar anlamına "Rivâkiyyûn" denir. Bilindiği gibi Stoacılar derslerini revaklara yani sütûnlara yaslanarak yaparlardı. Onun için onlara bu ad verilmiştir.

İslâm felsefesinin ekollerinden diğer birisi olarak da, İşrâkiyye (İşrâkilik) gösterilir. İşrâkiyye, "işrâk" kelimesinden türetilmiştir. İşrâk, "ışığın veya güneşin doğması", "ışığın açılması" anlamlarına gelir. İşrâkiyye, meşhur filozof Şehâbeddin Sünreverdî el-Maktûl (1153- 1191)'in kurduğu özel bir felsefenin adıdır. hakikatin, akılla değil, doğrudan doğruya sezgi veya genel bir iç aydınlanmayla elde edileceği esasına dayanan İşrâkîlik, genelde Aristoculuk, özelde Meşşâîliğe bir aksülâmel olarak doğmuştur. İşrâkîlik, aslında, Sühreverdî'den önce İbn Sînâ ve İbn Tufeyl (1106-1186) gibi filozofların kurmayı denedikleri bir "Doğu Hikmeti" (Doğu Felsefesi)'nin son aşamasıdır. Suhreverdî, hem Aristocu mantık anlayışına, hem de varlık anlaylışına karşı yeni anlaylışlar geliştirmiştir. Bunları kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.

Mantık: Pertevnâme adlı mantık eserinde Suhreverdî, önce Aristo'nun kategori anlayışına karşı çıkar. Daha sonra Kant'ın da söyleyeceği gibi kategorileri, varlığın değil zihnin kategorileri olduğunu söyler. Aristo'nun on kategorisi yerine, sadece iki kategoriden bahseder. Bunlardan birisi, "Hey'e"dir; ikincisi "Cevher"dir. Hey'e, varlığın yapısını oluşturan bütünlük, bünyesidir. Cevher, varlığın özü veya mâhiyetidir.

Metafizik: Aristocu ve meşşâî metafiziğin özcü bir metafizik olmasına karşın, İşrâkî metafizik, varoluşsal bir metafiziktir. Yani varoluşta, varlık özden önce gelir. Yani Hey'e önce yaratılır; sonra ona cevher (öz) verilir.

Suhreverdî'nin en temel metafizik kavramı Nûr kavramıdır. Nûr Heykelleri adlı eserinde anlattığı gibi Nûr, Tanrı Nûr'udur; varlık, Nûr'un derece derece yansımasıyla oluşmuştur. Bu açıdan Suhreverdî'nin metafiziği bir Nûr metafiziğidir.

Bilgi kavramında, Meşşâilerin akılcılığına karşı Suhreverdî, sezgiyi öne çıkarır. Bu sezgi akıl, duyu ve derûnî sezgidir. Nesnelerin gerçekliğini ancak sezgiyle kavrayabiliriz.

Meşşâilik, İşrâkilik ve Rivâkiye gibi felsefe ekollerine doğrudan bağlantılı olmayan bazı Müslüman filozoflar vardır ki, bunlara genelde "Bağımsız Filozoflar" denmektedir.

Bunlardan bir tanesi Gazzâlî’dir. Gazzâlî, bazı modern felsefî meselelere de öncülük etmiştir. Bunlardan önemli bazıları şunlardır: Birincisi yöntemsel şüpheciliktir ki, daha sonra Descartes ondan mülhem olarak konuyu yeniden ele almıştır. İkincisi, varlıksal iyimserlik düşüncesidir; bu onun şu meşhur sözünde ifâdesini bulmuştur: "Bu dünya mümkün dünyaların en iyisidir". Gazzâlî'den etkilenen Leibniz'de aynı sözü tekrar etmiştir. Gazzâlî'nin üçüncü önemli katkısı, nedensellik ilkesini tenkid ve reddetmesidir; bu görüşüyle o, kendisinden etkilendiği düşünülen D.Hume'e öncülük etmiştir.

Bir diğeri ise Endülüs asıllı olan İbn Haldûn’dur. Önemli bir tarihçi ve Kuzey Afrika'daki çeşitli hükümdarlara danışmanlık yapmış bir âlim bürokrattır. Bugün birçok bilgin onu, tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu olarak kabul etmektedir. İbn Haldûn, insanı bir yanıyla doğal varlık kabul edip, insanın eseri olan tarihin ve sosyolojinin de insan tabiatı gibi değişmeyen bir yönü olduğundan hareketle tarih ve sosyolojisi doğa ilimleri gibi bir ilim olarak kurmuştur. Bunun için de tarihsel ve sosyal olayların değişken ve sâbit ilkelerini tesbit etmiştir. Devlet, tarih ve sosyal olaylar da tıpkı bir canlı gibidirler -ki bu görüşe uzviyetçi veya biyolojik anlayış denir- doğarlar, gelişirler ve ölürler. Bunların sabit ilkeleri olduğu gibi, değişken ilkeleri de vardır. İbn Haldun, sâbit ilkeleri veya kanunları tesbit ederek tarihi, sosyolojiyi ve iktisadı bir ilim olarak temellendirmiştir.

Onikinci Asır Sonrası İslam Felsefesi

İslâm felsefesini dar anlamıyla sadece Meşşâîlik, yani özelde Aristoculuk ve genelde Yunan tarzı felsefe geleneği olarak gören bazı Batılı düşünce tarihçileri, İslâm dünyasında felsefenin İbn Rüşd ile sona erdiğini söylerler. Özellikle Gazzâlî'den sonra bazı nedenlerden dolayı saf bir felsefenin duraklamaya geçtiğini söyleyebiliriz. Bu nedenlerin başında, Gazzâlî ve sonrası dönemlerde felsefenin kelâm ve tasavvuf ile iç içe sokulması gelir. Diğer önemli bir neden de, Meşşâî filozofları tenkid etmesi ve onlara bazı görüşlerinden dolayı küfür ile itham etmesinden, felsefenin zararlı olduğu kanaatinin İslâm dünyasında yaygınlık kazanmasıdır. Bir başka neden ise, İslâm dünyasında ortaya çıkan Selefçiliğin, 14. ve 15. yüzyıllarda yeniden canlanmasıdır. Diğer başka bir neden de, İslâm dünyasında doğa bilimlerinin 14. yüzyıldan itibaren duraklamasıdır. Bilindiği gibi felsefe ile doğa bilimleri arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki vardır. Bu yüzden, birisinin gerilemesi, diğerinin de gerilemesine neden olmuştur.

Doğu İslâm dünyasında felsefenin duraklama sürecine girdiği XIII. yüzyılda, Endülüs'te felsefe canlanma sürecine girmiştir. Endülüs Emevîlerinde 13. ve 14. yüzyıllardaki siyasi iç çekişmeler tekrar felsefe ve bilimin duraklamasına neden olmuştur.

Osmanlı tarihinde, felsefî düşünce iddia edildiği gibi rağbet görmemiş değildir. Felsefî düşünceyi yeniden canlandırmada ilk adım bizzat Fatih ile başlamıştır. Ancak, Kânûnî'den Lâle devrine kadar, genelde, mantık dışta bırakılırsa felsefî disiplinler medreselerde okutulmamıştır. Lâle devrinde özellikle bizzat Damad İbrahim Paşa'nın girişimleriyle felsefî ve aklî ilimlere yeniden bir merak uyanmıştır. Tanzimat'la birlikte felsefe derslerinin yeniden medreselerin ve yeni açılan okulların ders programlarına girdiğini görüyoruz. Bu devirde, İslâm felsefesi yerine Batı felsefesine merak giderek artmıştır.

Tehâfütçülük veya Gazzâlîcilik-Ibn Rüşdçülük: Özellikle Fatih devrinin ünlü iki âlimi Hocazâde ile Alâeddin Tûsî'den Gazzâlî ile İbn Rüşd arasındaki felsefî tartışmaların ele alınmasını isteyince, Gazzâlî ve İbn Rüşd'ün Tehâfüt'leri yeniden okuyarak, Osmanlı âlimleri onlardaki meseleler üzerine akıl yürütmüşlerdir. Bazı konularda Gazzâlî, bazı konularda İbn Rüşd haklı görülmüş ise de bazı konularda da âlimler kendi özel fikirlerini vaz etmişlerdir.

Eflâtunculuk: Bazı Osmanlı düşünürleri doğrudan Eflâtunculuğa meyletmişlerdir. Bunlar arasında, Muslihiddîn b. Sinâ, Risâle-i Eflâtûniyye isimli bir eser yazarak Eflâtun'un fikirlerini tanıtmış ve eserini II. Beyâzıd'a takdim etmiştir: Eflâtun'un ideler nazariyesiyle ilgilenen diğer bir Osmanlı düşünürü de İbrahim Kasapbâşızâde (ö. 1619)'dir: Onun Risâle fi'l-Musûli'lEflâtûniyye adlı eseri meşhurdur.

Aristoculuk: Özellikle Osmanlı mantık çalışmalarında ve Tehâfüt tartışmalarında Aristoculuk Osmanlı felsefesinde her zaman varolagelmiş ise de, XVIII. yüzyılda, yani Lâle Devrinde, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, saf Aristoculuğa doğru bir eğilim baş göstermiştir. Bunda meşhur bilgin Yanyalı Es'ad Hoca Efendi (ö.1731) önemli bir rol oynamıştır.

İşrâkîlik: Şuhreverdî el-Maktûl'un fikirleri, başlangıçtan beri Anadolu'da ve Türkler arasında biliniyordu. O, Anadolu Selçukluları devrinde, başta, Erzurum, Erzincan, Harput ve Diyarbakır gibi illeri dolaşmış ve fikirlerini benimseyen bilgin ve devlet adamları vardı. Osmanlılar devrinde de İşrâkîlik devam etmiştir.

İşrâkîliğin XVII. yüzyıldaki en büyük iki temsilcisinden biri, Kasapbâşızâde'dir; yazdı Risâle fi Akvâli'l-İşrâkiyye adlı eseriyle işrâkîliği tanıtmıştır. Diğeri, İsmail Ankaravî (ö. 1725)'dir; o, Suhreverdî'nin Heyâkilü'n-Nûr adlı meşhur eserine "İzâhu'l-Hikem" adıyla çok güzel bir şerh yazmıştır. Sonra İşrâkîlikle ilgilenen bir başka düşünür olarak İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1725)'yi görüyoruz. Daha sonra, İşrâkî felsefeyi yayanlardan biri de Yirmisekiz Mehmet Çelebî (ö.1732) olmuştur; o, Suhreverdî'nin talebesi Şehrezûrî (ö.1288)'nin eş-Şeceretü'l-İlâhiyye isimli eserinin fizik ilmine dair dördüncü kısmını "Semeretü'ş-Şecere" adıyla Türkçe'ye çevirmiştir.

İbn Sinâcılık: Tehâfütler geleneğiyle hem genel olarak Meşşâîlik, hem de Gazzâlîcilik Osmanlı düşüncesinde devam etmiş ise de, bu mektepte önemli bir yeri olan İbn Sinâcılık ayrıca devam ettirilmiştir. Şimdiki bilgilerimize göre, İbn sinâ'nın doğrudan kendi eserleri ve fikirleri üzerine çalışmış bir Osmanlı düşünürüne rastlamıyoruz. Ancak Kazvinî ve Ebherî gibi İbn Sinâcı filozfların felsefî eserleri, hem çokça okunmuş, hem de birçok Osmanlı düşünürü eserleri üzerine şerhler ve hâşiyeler yazmıştır.

Osmanlı kültüründe felsefî ilimlerden olan mantık, psikoloji ve ahlâkla ilgili yüzlerce eser vardır. Bunları burada sayıp dökmeye gerek yoktur. Bazı önemli eserleri zikretmekle yetinelim. Ahlâk konusunda Kınalızâde Ali Efendi'nin Ahlâk-ı Alâîsi önemlidir. Mantıkta, Molla Fenarî'nin Şerh-i İsagoci'si, Yanyalı Esad Efendi'nin, Kilisli Abdullah Efendi'nin ve Gelenbevî'nin birçok mantık eserleri önemlidir. Psikolojide, el-Kâfiyecî'nin ruh ve nefs ile ilgili üç eseri, İdris-i Bitlisî'nin Risâle f'i'n-Nefs'i Kasapbaşızâde'nin Risâle fî'r-Rûh ve'n-Nefs'i en önemli eserlerdir.

Burada son olarak şu hususu da hatırlatmakta yarar vardır. Kâtib Çelebi (1609-1657) ve Hüseyin Hazerfen (ö.1691) gibi genel kültür üzerine eserler veren bilginler, eserlerinde eski Yunan filozoflarını hayat ve eserleriyle tanıtmaya devam etmişlerdir.