İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 7: Osmanlı Düşüncesi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Osmanlı Düşüncesi

Giriş

Osmanlı dönemindeki şartlarla günümüz şartlarının oldukça farklılaşması anakronizm denilen bir düşünme hatasına da yol açabilmektedir. Anakronizm, daha çok günümüz için geçerli olan bir takım kavram ya da anlayışları, bu kavram ya da anlayışların söz konusu olmadığı zaman dilimlerinde aramakla ortaya çıkar. Anakronizmden kurtulmak için Osmanlılardaki felsefi düşünceyi yalnızca kendi şartları içinde algılamaya çalışmak ise tarihselcilik adı verilen bir başka yöntem sıkıntısına yol açmaktadır.

Osmanlı Düşüncesinin Tarihsel Dönüşümü

Osmanlı toplumunun özellikle yükseliş ve duraklama şeklinde anılan dönemlerindeki genel karakterine bakıldığında felsefi düşünme tarzının ve felsefi eserlerin felsefi bir sorun olarak algılanmadığı fark edilebilir. Dini düşünce, Osmanlı pratik hayatının en genel çerçevesini oluşturduğu için, felsefe ancak bu genel çerçeve içinde konumlandırılarak anlamlandırılan bir husustur.

Osmanlı bilginlerinin klasik İslâm düşünürlerinden ve yabancı kültürlerden gelen entelektüel mirası daha ziyade şerh ve haşiye şeklinde yorumlayarak güncelleştirdikleri ve onaylama ya da reddetme şeklinde yöntemler izleyerek bu mirası genel bir senteze eriştirdikleri bilinmektedir. Daha ziyade mevcut bir genel dünya görüşü içinde metinlerin ve metinlerde ele alınan konuların yeniden konumlandırılması olayıdır.

Osmanlı toplumu genel olarak pratik dini hayatı dünya görüşünün çerçevesi haline getirdiği için imparatorluk sınırları içinde ortaya çıkan her türlü ilmi, felsefi, kelami, fıkhi ve sanatsal etkinlikler bu çerçeve içinde konumlandırılan yani genel çerçeveyi şerh eden, açıklayan, yeniden yorumlayan hususlardır.

‘Osmanlı düşünürü’ sıfatını hak eden felsefeci, mutasavvıf, kelamcı, fıkıhçı vs. bilginlerin genel tutumu mevcut bir genel dünya algısı ya da çerçevesi içinde sentezleme yoluyla fikir üretmektir.

Osmanlının yükseliş ve duraklama dönemlerinde nihilistik, ateistik, materyalist yaklaşımlar gibi genel çerçeveyi yerinden edecek faaliyetler pek dikkat çekmemektedir. Bu yüzden Hurufilikten selefi tutuma, kelamcı yaklaşımdan tasavvufi hayata değin farklı yaklaşımlar yalnızca genel çerçeve içinde konumlandırılan hususlardır.

Osmanlı düşünürleri—son dönemler hariç— ‘genel çerçeve’ ya da ‘dünya görüşü’ diye adlandırdığımız genel sabit mekan (zemin) anlayışı içinde tasarım geliştiren insanlardır.

Son dönemler dışında Osmanlı düşünürleri için mekan sorunu olmadığından mekanı sabit olarak algıladıklarından geriye kalan sorun bu mekanlar içinde farklı unsurların bir araya getirilerek yeni biçimlere kavuşturulması yani sentezlenmesidir. Bu sentezleme işlemi kural ya da ilkelerini mantıktan alır. Bu nedenle Osmanlı düşünce tarzında en fazla önem arz eden disiplinlerden biri mantıktır (Aristocu mantık geleneği).

Osmanlı düşüncesinde önem arz ettiği yerler--siyasi ve ekonomik alanların yanı sıra-- felsefe, kelam, edebiyat (özellikle şiir, aruz vezni), hat sanatı, tezhip ve mimaridir.

Osmanlı düşünürleri için mantık, beşeri alandaki imar faaliyetinde izlenmesi gereken rotayı verir. O, kurulacak sistemin iç ahengini oluşturma tarzıdır. Bu yönüyle mantık, estetik imar çabasının zorunlu bir unsurudur.

Osmanlı düşünürlerinin zihnin estetik ahengi için felsefeye, ruhun estetik ahengi için tasavvufa, inancın estetik ahengi için kelama, sözün estetik ahengi için şiire, kulağın estetik ahengi için musikiye, eylemlerin estetik ahengi için ahlaka, toplumun estetik ahengi için siyaset, ekonomi ve hukuka, maddi yapıların estetik ahengi için mimariye vs. aynı mantık kuralları ile yaklaştığını görmekteyiz.

Osmanlı’nın yükseliş ve gelişim dönemlerinde kelamcı, mutasavvıf, fıkıhçı, felsefeci, hat ve musiki sanatkârları, siyasetçi ve mimar arasında ‘estetik imar bilinci’ noktasında pek farklılık yoktur.

Osmanlı düşünürlerinin sentezci ya da genel mekan ya da çerçeve içinde farklı hususları konumlandırıcı yaklaşım tarzlarına bakıldığında, sentez işleminin belli bir ideal, amaç, hedef, kavram doğrultusunda yapıldığı görülecektir.

Osmanlı düşünürleri için felsefe, kelam, fıkıh, hat, musiki, şiir ve mimari gibi alanlarda önemli olan tek tek nesnelerin (sentezde yer alan unsurların) kendileri değil, aralarındaki soyut ilişkidir. Osmanlı’nın yükseliş ve duraklama dönemlerinde verilen eserlerin genel karakteristiği soyutlamaya dayanması ve bu yüzden ‘düşünülür’ olmasıdır.

Osmanlı düşüncesi ‘teşhir’ ya da ‘kendini gösterme’ anlayışından farklı olarak, muhatabın ayrıntılı bir kavram dünyasına sahip olmasını, soyutlama faaliyeti içine girerek tek tek unsurlar arasındaki soyut ilişkileri fark etmesini gerektiren bir yapıya sahiptir.

Osmanlı düşüncesinin genel olarak bir estetik imar kaygısıyla hareket etmesi, tüm estetik yapıların genel sorununa maruz kalmasına da yol açmıştır: Kendi içine kapalılık. Estetik yapılar, iç ahenge önem veren, kendi içinde tutarlı olan, kısacası kendi içine kapalı anlam dünyalarına sahip yapılardır. Estetik yapılar kendi içlerinde mükemmellik idealine göre kurgulanan (sentez işlemine dayalı) yapılar olduğundan kendi dışını bir anlamda kaos (karışıklık) olarak görür.

Osmanlı düşünürleri zihin (felsefe), ruh (tasavvuf), söz (şiir), inanç (kelam), kulak (musiki), göz (görsel sanatlar), eylem (ahlak), toplum (siyaset, hukuk, ekonomi) ve maddi unsurlar (mimari) gibi alanları kapsayan genel bir estetik imar faaliyetini (medeniyet) gerçekleştirirlerken, miras aldıkları farklı birikimleri sentezleme yoluna gitmişler, ancak tam da bu sentez işlemini yaparken dünyayı estetik olarak iç ve dış şeklinde ikiye ayırmışlardır. Burada iç, estetik imar faaliyetinin gerçekleştiği mekanları ve dış ise bu imar alanının dışında kalan dünyayı göstermektedir.

Dünyanın iç-dış mantığıyla estetik açıdan ikiye ayrılması kendi içine kapanmayı da beraberinde getirdiği için Osmanlı düşünürlerinin, duraklama döneminin sıkıntılarını fark edinceye değin, dış dünyadan ve özellikle Avrupa’daki gelişmelerden zamanında yeterince haberdar olamadıkları anlaşılmaktadır. Duraklama dönemi felsefi olarak ‘Ben’in ‘Sen’ veya ‘Başkası’ aracılığıyla kendisini yeniden fark etmeye başlaması dönemidir. Bu durum, yükseliş döneminde estetik imar faaliyetine yön veren tek hakikat veya en üstün model anlayışının sarsıntı geçirmeye başlaması demektir.

Artık dışarısı, basitçe kozmos (düzen)’un dışı yani kaos (karışıklık, düzensizlik) değildir. Avrupa’daki bilimsel, felsefi, siyasi, hukuki, ekonomik ve mimari alandaki köklü değişimler ister istemez Osmanlı düşünürlerinin yavaş da olsa kendileri hakkında bir eleştirel düşünce geliştirmelerine yol açmıştır. Bu yüzden yükseliş döneminin genel karakteristiği olan estetik imar kaygısı duraklama döneminde yerini iç ve dış arasındaki genel kabullerin sarsıntısına yani kendi kendine yetmezlik kaygısına bırakmaya başlamıştır.

Duraklama döneminde Osmanlı düşünürlerinin kısmen eğitim, bilim, askerlik, hukuk gibi alanlarda yenilik arayışları içine girdikleri ve kendi dünyalarını eski ve yeni şeklinde iki farklı açıdan algılamaya başladıkları görülüyor. Bu duruma bilincin kendi içinde bölünmesi sorunu adını vermekteyiz. Estetik imar bilinci, biraz da klasik hiyerarşik varlık ve kainat anlayışının etkisinde farklı unsurları kendi aralarında dikey (hiyerarşik) olarak organize ederken, bölünmüş bilinç farklı unsurları eski ve yeni şeklinde tarihsel (yatay) olarak organize etmeye başlamıştır.

Sabit mekan algısının ortadan kalkmasıyla Osmanlı düşünürleri kaçınılmaz olarak belki ilk kez mekan(sızlık), zemin(sizlik) yani kaos sorunuyla yüzleştiler. Son dönem Osmanlı düşünürlerinin temel karakteristiği kaos-kozmos ikilemi içinde düşünce üretmeleridir.

Özellikle Batı’da üretilen felsefi eserlerin son dönem Osmanlı düşünürleri için çok önem arz etmesi, hızlı bir çeviri faaliyetinin gerçekleştirilmesi, hararetli felsefi tartışmaların yapılması, ateizmden materyalizme, pozitivizmden ruhçuluğa birbirine çok zıt felsefi akımların aynı anda Osmanlı sınırları içinde taraftar bulması genel kaos-kozmos sorunuyla yakından ilgilidir.

Tarihsel Dönüşümün Tanıkları

Orhan Gazi tarafından İznik’te kurulan Osmanlı Devletinin ilk medresesinde uzun yıllar müderrislik yapmış olan Kayserili Davud (Davud el-Kayseri), eğitimini Kayseri, Mısır, Tokat Niksar ve İran gibi yerlerde mantık, usul, dini ilimler, kelam, tasavvuf, felsefe, matematik, astronomi gibi çok farklı alanlarda tamamladı. Onun bir düşünür olarak başarısı bu farklı alanları özellikle İbn Arabi’nin vahdet-i vücud’çu (Varlığın Birliği) öğretisi doğrultusunda felsefi kavramlarla yorumlayarak sentezlemesi yani kelam, tasavvuf ve felsefeyi ortak bir dil içinde buluşturmasıdır. Böylece o, akli düşünme ve keşif/ sezgi gibi ayrı bilgi yollarını aynı dil içinde harmanlayarak Osmanlı medreselerine genel olarak hakim olacak akli ve keşfi ilimler birlikteliğine öncülük etmiştir.

Farabi ve İbn Sina gibi Müslüman Meşşai (Aristocu) filozofların varlık ve zaman görüşü ile bu görüşleri eleştiren Ebu’l-Berekat Bağdadi’nin yaklaşımlarını kendi açısından eleştirerek farklı bir zaman anlayışı geliştirmiştir.

İbn Arabi’nin Füsusu’l –Hikem adlı eserine yazdığı Matla’u Hususi’lKilem fî Mâ’âni Fususi’l-Hikem adlı şerhiyle ünlenmiş ve bu eserinde İbn Arabi’nin Varlığın Birliği öğretisini felsefi kavramlarla savunmuştur.

Temel İslâmi ilimlerin yanı sıra mantık, felsefe ve astronomi gibi alanlarda eğitim gören Bedreddin Simavi (Şeyh) hem fıkıh hem de tasavvuf felsefesi alanında yazdığı eserlerle ilmi önem kazanmış bir düşünürdür.

Bedreddin Simavi, vahdet-i vücud nazariyesi doğrultusunda Varlık, âlem, ruh-beden ilişkisi, ölüm sonrası hayat gibi konulardaki klasik yaklaşımları eleştirmiş ve hemen her hususu Allah’ın varlığının zuhuru açısından açıklamaya çalışmıştır. Felsefe, tasavvuf ve kelam alanlarını kapsayan eserinin adı Vâridat’tır.

Molla Fenari, Osmanlı Devletinin ilk Şeyhülislam’ıdır. Osmanlı ilim geleneğinin ve medrese eğitiminin en önemli temsilcilerinden biri olması, onun kelam, tasavvuf, felsefe, mantık ve fıkıh gibi ilimleri sentezlemesinden (aynı anda temsil etmesinden) kaynaklanır.

Hocazade (Muslihiddin Mustafa), Kemal Paşazade (İbn Kemal), Muhammed Karabaği, Müeyyedzade (Abdullah Çelebi), Yahya Nev’i Efendi ve Mestçizade Abdullah Efendi, Osmanlı döneminde devam eden Tehafüt geleneğinin temsilcileri olarak dikkat çeken düşünürlerdir. Bilindiği üzere, Tehafüt geleneği ilk önce Gazali’nin Farabi ve İbn Sina’nın felsefi fikirlerini eleştirmek için yazdığı Tehafütü’l-Felasife adlı eseri ile başlamış ve İbn Rüşd’ün hem Gazali’yi hem de yer yer Farabi ve İbn Sina’yı eleştirdiği Tehafütü’t-Tehafüt adlı eseriyle gelişme göstermiştir.

Molla Lütfi’nin Mevzuâtü’l-Ulûm adlı eseri, bilimleri tasnif etmesi ve onları tanımlamaya çalışması açısından hem klasik ilimler tasnif geleneğini sürdürür hem de yaşadığı dönemde ilim zihniyetini sergiler.

Molla Lütfi ve sonrasında, Kınalızade Ali Efendi, Muhyî-i Gülşenî ve Taşköprülüzade Ahmet Efendi’de genel bilgi birikiminin sergilenmesinin yanı sıra özellikle ahlak ve siyaset gibi amel ya da yaşama alanlarına daha fazla vurgu yapıldığını görmekteyiz.

Molla Lütfi, Taşköprülüzade ve sonraki Osmanlı düşünürlerinin bilgi birikiminin toplamını belli bir ufuk çizgisi ya da anlam çerçevesi içinde konumlandırmaya kalkışmaları bir yandan ilim geleneğinin sürekliliğini sağlama noktasında işlev görürken diğer taraftan kuramsal tartışmaların anlam alanının sınırlanmasına yol açmış görünmektedir.

Osmanlı düşünürleri, yitirdikleri bir klasik değeri (bilginin anlamını kendi muhtevasından kazanmasını) ilerleyen dönemlerde Batı’da bulacaklardır. Bu durum onlarda hem kendi geçmişleri ve yaşadıkları dönem arasında eski-yeni şeklinde hem de yaşadıkları dönem ile Batı dünyası arasında geri-ileri şeklinde bir bilinç bölünmesine yol açacaktır.

Gelibolulu Mustafa ve Koçi Bey’in eserlerinde görüldüğü üzere, Osmanlının toplumsal, kurumsal (askeri, mali, ilmi vs.) yapısında ve idari kararlarında ortaya çıkan büyük zafiyet ve bozulma öncelikle bu alanlarda düşünürlerin eleştirel görüşler geliştirmesine ve çözüm arayışlarına girmesine yol açmıştır. İlk olarak çözümlerin eskiye yani Osmanlının güçlü zamanlarında uygulanan kurallara geri dönüş şeklinde dillendirilmesi nostaljik bilincin ortaya çıktığını, eski-yeni şeklinde bilincin ikili bir zamansal görünüm kazandığını göstermektedir. İlmiye sınıfındaki sıkıntılar bu dönemde vasıfsız ve tamahkar insanların medreselerde kendilerine yer bulabilmesi şeklinde dile getirilmektedir.

Katip Çelebi için nakli ilimlerin kavranmasının temelinde akli ilimler vardır. Öncelikle akli ilimlerin öğrenilmesi ve bu bilgiler ışığında nakli ilimlerin kavranması gereklidir.

Osmanlı yönetimi, askeri, ilmi, teknik anlamda Avrupa’daki gelişmeleri ve kendi sıkıntısını ciddi biçimde fark etmeye başladığında Avrupa’ya elçiler göndermiş ve oradaki gelişmelerden kendilerinin haberdar edilmesini istemiştir. Bu teşebbüsler sonrasında Osmanlı topraklarında ilk kez İbrahim Müteferrika ’nın matbaa kurmasına izin verildiğini görüyoruz.

Bölünmüş (yatay) bilinç, Osmanlı’nın yenileşme çabalarında açıkça görüleceği üzere öncelikle mekân algısının değişmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu değişim, Batı dünyasının ya da mekanının farklı algılanması kadar, klasik düşünceyi temsil eden mekanlarla yeni düşünmeyi temsil eden mekanlar arasındaki farklılaşmayı da içerir. Artık üst mekan-alt mekan şeklinde Batı’yı aşağı görme yerine Batı, ilerleyebilmek, dönüşebilmek için temas kurulması gereken bir mekandır.

Bu açıdan bakıldığında bölünmüş bilinç sadece felsefe ve bilimde değil, sanat ve mimaride de ortaya çıkar. Dede Efendi’nin temsil ettiği klasik musikinin yanında Batı musikisine ilgi her geçen gün büyümekte ve yenileşmenin musiki ile derin ilgisi fark edilmektedir.

Osmanlıda yenileşme (reform) hareketine destek veren Mustafa Sami, Sadık Rıfat Paşa, Safvet Paşa, Şinasi ve bir ölçüde Ahmet Cevdet Paşa gibi düşünürler, hala mekanın yani değişim için gerekli zeminin ‘elde mevcut’ olduğunu tasarlamaktadırlar.

Batı dünyasında o dönem revaçta olan hemen tüm felsefi akımlar, bir şekilde anlaşılmaya ve benimsenmeye başlanmıştır. Bu felsefi akımlar pozitivizm, materyalizm, evrimcilik, ruhçuluk, sezgicilik, sosyolojizm, feminizm gibi birbirine kısmen ya da büyük ölçüde zıt yaklaşımları kapsar.

Metafizik, basitçe fizik ötesi varlıkları araştırma şeklinde ele alınmamalıdır, metafizik, zeminin kendisini salt zihni, maddi veya ilmi düzeyde ‘belirlenebilir’ bir şey olarak kabul eden düşünme tarzıdır.

Osmanlı düşüncesinin son tarihsel dönüşümü klasik metafizikten modern metafiziklere geçişi temsil eder ve bu yüzden Osmanlıların ilk metafizikçileri ile son metafizikçileri arasında sınırlı da olsa bir sürekliliğin bulunduğunu açığa çıkarır.

Metafizik olarak felsefe, bu dönem düşünürleri için aynı zamanda bir kurtuluş teolojisidir. Materyalizm, evrimcilik, feminizm, ruhçuluk gibi felsefi akımlar bir felsefi araştırma veya anlamlandırma çabasının ötesinde kurtuluş teolojisi olarak değer üstlenirler.

Metafizik olarak felsefe yapma çabası siyasi alanda Osmanlı Devletinin geleceğini kurtarma adına İslâmcılık, Batıcılık ve Türkçülük gibi üç farklı yaklaşımda kendisini açığa vurmuştur.

Son Osmanlı düşünürlerinin zemin (mekan) kaygısı eşliğinde bir kurtuluş teolojisi yani metafizik olarak felsefeye yönelmeleri, öyle görünüyor ki, son Osmanlı Devletinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde İslâm düşüncesini radikal biçimde etkilemiştir.

Son Osmanlı felsefi düşüncesinin tarihsel dönüşümüne dair bu değerlendirmelerden sonra farklı metafiziksel felsefelerin önde gelen temsilcilerinin adları; Materyalist yaklaşım en belirgin şekliyle Baha Tevfik, Ruhçu (spritualist) yaklaşım Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Pozitivist yaklaşım Rıza Tevfik, Sosyolojik pozitivist yaklaşım Ziya Gökalp, Sezgici yaklaşım Mustafa Şekip tarafından temsil edilmişlerdir. Bu düşünürlerin yanında metafizik olarak felsefe yapmayan, ancak yine Batı düşüncesi ile irtibat halinde İslâm düşüncesine katkı yapan çok sayıda düşünür vardır. Bunlar arasında M. Şemsettin Günaltay, Elmalılı Hamdi Yazır, kadın hareketleri bağlamında Fatma Aliye ve Emine Semiye (ki bunlar Ahmet Cevdet Paşa’nın kızlarıdırlar), Mehmet Akif, Namık Kemal gibi isimler ön plandadır.