İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 4: Doğu İslâm Filozofları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Doğu İslâm Filozofları

Giriş

İslâm Felsefesi geleneğinin oluştuğu coğrafyayı kabaca ikiye ayırmamız mümkündür: Abbasi Devleti'nin kuruluşu ile ivme kazanan ve Bağdat merkezli olarak gelişerek İslâm dünyasının doğu kesiminde yaygınlık kazanan fesefi geleneğe mensup düşünürlerin temsil ettiği "Doğu İslâm Filozofları" grubu. Sekizinci yüzyıldan itibaren İberia yarımadasının İslâm hâkimiyetine girmesi ile meydana çıkan ve 14. Yüzyıl sonlarına kadar bu yarımadada ve Kuzey Afrika'da medeniyet alanında birçok önemli başarıya imza atan Endülüs Uygarlığı'nı temsil eden filozoflarını da "Batı İslâm Filozofları" grubu.

Bu çerçevede Doğu İslâm Filozofları başlığı altında birçok düşünürün isminin zikredilmesi mümkün olsa da biz en çok öne çıkan ve en çok etki bırakan üç ismi incelemeye çalışacağız. Bu isimler Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ'dır.

Kindi ve Felsefesi

İslâm düşünce tarihçileri tarafından ilk İslâm filozofu olarak kabul edilen Yakup İbn İshak el-Kindî (öl. 252h/866m?) birçok klasik ve modern felsefe tarihçisi tarafından "ilk İslâm Filozofu" olarak kabul edilir. Filozoflar ve eserleri hakkında bilgi veren klasik kaynaklar bize onun yaklaşık 277 eseri olduğundan bahsederler. Kendisinin bu kadar çok eser telif etmesinin sebebi, o dönemde yeni kurulmakta olan İslâm medeniyetinin, farklı kültürlerle yoğun ilişkiye girmiş olmaktan dolayı, hem eski kültürleri anlamada hem de bu kültürlerin temsilcilerinin İslâm’ın temsil ettiği yeni kültüre yönelik entelektüel saldırılarına cevap verecek bir bilimsel ve düşünsel donanıma duyulan ihtiyaçtır.

Kindi İslâm Düşünce tarihinde ilk bilim tasnifi yapanlardandır. Kindi ilimleri öncelikle dini ve insani olmak üzere ikiye ayırır. Dini (ilahî) ilimlerin kaynağı vahiydir. İnsanî ilimler felsefenin çatısı altında toplanmış olup biri doğrudan ilim, diğeri başka ilimler için bir alet ve bir başlangıç sayılmak üzere ikiye ayrılır. Doğrudan ilim olanlar da teorik ve pratik diye iki grupta ele alınır. Başka ilimlere giriş için kullanılan alet ilimleri de mantık ve matematik olmak üzere iki kısma ayrılır.

Kindî'nin felsefi sisteminin genel yönelimini tespit etmek felsefesinin bazı özellikleri dolayısıyla zor bir hedeftir. Felsefeyi ve metafizik bilgiyi tanımlaması ve felsefeyi metod açısından diğer ilimlerden ayıran yaklaşımıyla Kindî'nin, İslâm dünyasında evren ve insanı, dinin temel öğretilerini de dikkate almak suretiyle felsefi ve bilimsel bir bakış açısı ile ilk ele alan düşünür olduğu söylenebilir. O, felsefenin tarifini verip değerini açıkladığı bir ifadesinde şöyle demektedir: "İnsan sanatlarının değer ve mertebe bakımından en üstünü felsefedir. Felsefenin tarifi: 'İnsanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesidir'.

Tabiat bilimi yani fizik evrende değişen ve başkalaşan şeylerin bilgisini bize sağlarken, metafizik bilimi ise değişmeyen varlıkların bilgisini içerir. Metafizik bize varlığın değişmeyen ilk sebebinin ve en son gayesinin bilgisini verir. O halde varlık hakkında bize küllî bilgi sunan ve oradan da “ilk sebeb”in bilgisine yani Tanrı bilgisine götüren metafiziktir. Metafiziğin en çok ele aldığı konulardan olan Varlık problemi Kindi’yi de çok meşgul etmiştir. Bir İslâm filozofu olarak Kindî , metafiziğin en temel problerinden biri olan Allah-âlem ilişkisinin yorumunda Aristocu doktrinden tamamen ayrılarak, bu meseleyi İslâm ilkeleri doğrultusunda temellendirmeye çalışmıştır.

Meşşai okulun İslâm Dünyasındaki kurucusu kabul edilen Kindi bilgi teorisinin klasik konuları olan bilginin kaynağı, bilginin değeri gibi meselelerle uğraşmış, duyu algıları, akıl, sezgi ve vahiy gibi meseleleri bilgi teorisi ile ilişkisi bağlamında ele almaya çalışmıştır. Bilginin kaynakları ise duyu algıları, akıl,sezgi ve vahiydir. Kindi kabaca duyu algılarının bize tikel nesneler hakkında bilgi verdiğini, buna karşılık aklın bizi tümel kavramlara ulaştırdığını söyler. Kindi kendisinden önce de yoğun tartışma konusu yapılan soyutlama işlevi ve tam bağımsız bilginin ortaya çıkışı ilgili tartışmalara aklı dörde ayırarak çözüm getirmeye çalışmıştır:

  1. Sürekli Fiil Halindeki Akıl (el-aklü'llezî bi'l-fi'l ebeden)
  2. Güç Halindeki Akıl (el-akl bi'l-kuvve)
  3. Fiil Alanına Çıkan Müstefâd Akıl (el-aklü'llezî harece mine'l- kuvve ile'l-fi'l)
  4. Beyânî veya Zâhir Akıl (el-aklü'l-beyânî evi'z-zâhir)

Kindî'ye göre duyular ve akla ek olarak diğer bir bilgi kaynağı da sezgidir. İnsan nefsi arınma ve ruhi temizlenme ile öyle bir hale ulaşır ki, O'nda varlığa ait tüm bilgi formları kendiliğinden belirmeye başlar. Müslüman bir filozof olarak Kindî vahyin güvenilir bir bilgi kaynağı olduğunu söyler. Onun mâhiyetine ilişkin farklı bir teori geliştirmese de vahyin istek ve irade dışı bir olay olduğunu, beşerî bilginin aksine, hiçbir çaba harcamadan, mantıkî ve matematik yöntemlere başvurmadan Allah'ın, peygamberlerin tertemiz ruhlarını aydınlatması sonucunda zaman faktörü olmaksızın ortaya çıkan bir bilgi olduğunu belirtir.

İslâm düşünce tarihinde nefsin mâhiyet ve işlevlerini, arınmasının yol ve yöntemlerini, ölümden sonraki durumunu felsefî açıdan irdeleyip temellendiren ilk filozof Kindî'dir. Dinî telakkînin dışına çıkarak ahlâkı bir felsefe problemi olarak tartışan ilk Meşşâî filozofunun Kindî olduğunda şüphe yoktur. O, doğrudan ahlâkla ilgili olmak üzere dört eser kaleme almıştır. Bunlar: Risâle fi'l-ahlâk, Risâle fi't- tenbîh 'ale'l-fazâil, Risâle fî teshîli sübüli'l-fezâil ve Risâle fi'l-hîle li-def'i'l- ahzân'dır.

Farabi ve Felsefesi

Fârâbî, İslâm dininin tabiatı gereği ortaya çıkan Tanrının birliği, peygamberlik, rûhun ölümden sonraki durumu (meâd) gibi bir takım tartışmaların yanı sıra, doğunun ve batının felsefi karakterli düşünce birikimini de dikkate alarak, din ile felsefeyi uzlaştırma çabalarına bir derinlik kazandırmış, bu uzlaştırma çabasını metafizik, din, toplum ve siyaset felsefesi gibi alanlara ustaca yaymayı başarmıştır.

Fârâbînin eserleri üç kabaca üç başlık altında toplanabilir:

  1. Popüler nitelikli olanlar;
  2. Bilimsel incelemelerden elde edilen sonuçların derlemelerinden oluşanlar;
  3. Sistematik çalışmalar.

Onun özellikle sistematik olan eserleri, mantık, matematik, astronomi ve astroloji, fizik bilimi, psikoloji, doğa tarihi, müzik, genel felsefe, ahlak ve siyaset, dil, bilimler sınıflaması, tasavvuf ve din gibi başlıklar altında ele alınabilir.

Fârâbî Aristo ve Kindî’den daha kapsamlı bir tasnif yapmış, İhsâu’l-ulum isimli eserinde her bir ilimin teorik ve pratik açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine işaret etmiştir. Fârâbî önce ilimleri beş ana başlık altında sınıflandırır, sonra da aşağıda görüldüğü gibi her ilmin kapsamındaki diğer ilimleri sıralar: 1. Dil: Sarf, nahiv, 2. Mantık: Organondaki sekiz kitap. 3. Matematik: Aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik, mekanik. 4. Fizik ve Metafizik: Fizikten maksat Aristo'nun tabiat ilimleri alanındaki sekiz kitaptır. 5. Medeni İlimler: Ahlak, siyaset, fıkıh, kelam.

Fârâbî mantığı daha önce Aristo'nun yapmadığı biçimde "tasavvurat" (kavramlar) ve "tasdîkât" (hükümler) şeklinde ikiye ayırarak ele almış, kendisinden sonra İslâm dünyasında yazılan bütün mantık kitapları da bu tasnifi dikkate almıştır. Fârâbî dil ve mantık arasında sıkı bir ilişki olduğunu temellendirmeye çalışır. O'na göre dil bilgisi hatasız konuşmanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını vermektir. Dil bir dış konuşma ise mantık da bir iç konuşmadır. Buna göre dil lafızlarla iş görürken mantık da kavramlarla iş görmektedir.

Fârâbî'nin felsefi sistemi hem Kur'ân'daki evren anlayışının kendisine sağladığı bakış açısı, hem de felsefi görüşlerinden faydalandığı Aristoteles, Platon ve Yeni Platoncu okulların perspektifini dikkate alarak oluşturduğu, evreni bir bütün olarak kabul eden ve bu bütünlüğü fizik dünyanın inorganik ve organik en basit unsurlarından başlayarak aşama aşama evrenin mutlak hakimi olan Tanrı hakkında doğru kadar ulaşan bütüncül bir sistemdir. Bu sistem içinde ontoloji, epistemoloji, psikoloji ve ahlak birbirini tamamlar sistemler oluşturur. Tabiattan başlayıp en son gaye olan Tanrı'ya kadar varlığın gayesini araştıran bu felsefe sistemi gayeci bir anlayışa sahiptir.

Farabi en salt ve en mükemmel varlık olarak nitelendirdiği Tanrı kavramından başlayarak maddi varlığın en alt tabakasına kadar inen bir evren şeması çizmektedir. Yukarıdan aşağıya doğru bu şemada Tanrı(ilk sebep), maddeden ayrık akıllar, faal akıl, nefis, suret ve form. Suret ve formun birleşmesi ile ay altı âlemde öncelikle dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) oluşur. Bunların karışımından da önce ay altı âlemdeki inorganik, sonra organik varlıklar meydana gelir. Ay altı âlemdeki cisimlerin maddesi bu dört unsur iken, ay üstü âlemdeki cisimlerin maddesi havadan da hafif olan esirdir. Fârâbî yukarıdaki hiyerarşik şemaya bağlı olarak yaptığı diğer bir sınıflama da varlığı varlığı zorunlu (vâcib) ve varlığı zorunlu olmayan (münkin) olarak ikiye ayırmaktır. Tanrıdan başka bütün mümkün varlıklar, varlıklarında bir sebebe bağlıdırlar. Bir üstteki varlığa. Bu zincir Tanrıya kadar gider.

Fârâbî Tanrı'dan yukarıdaki sıraya göre evrendeki varlıkların meydana gelişini de Sudûr teorisi adı verilen bir teori ile açıklar. Alemin Tanrı'dan sudur denilen bir süreçle meydana geldiğini şeklindeki tezini İslâm düşüncesi içerisinde ifade etmeye çalışmıştır. İlk anda yaratma teorisine zıtmış gibi gelen bu teori Fârâbî ve sonrasında İbn Sina gibi bazı meşşai filozoflar tarafından savunulmuş, İslâm'ın yaratma anlayışı bu şekilde izah edilmeye çalışılmıştır. Bu teoriye baştan beri karşı çıkan İslâm kelamcılarının bu itirazları Gazzalî'nin meşhur Tehâfütü'lfelâsife (Filozofların Tutarsızlığı) isimli eseri ile zirvesine ulaşmıştır.

Fârâbî ve onun çizgisinden gelen İslâm filozofları Evrenin varolması için böyle bir doktrin geliştirmelerinin arkasında mantıki bazı gerekçeler olduğunu öne sürmüşlerdir. Buna göre:

  1. Mutlak anlamda bir olan Allah'tan çokluk aleminin doğrudan yaratma ile meydana geldiğini kabul etmek Allah' ın da zatında bir çokluk olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu durumdan kurtulmak için meşşai filozoflar "Birden ancak bir çıkar" prensibini benimsemek zorunda kalmışlardır.
  2. Varlığın sonradan yaratıldığını kabul edecek olursak da ortaya zamanla ilgili problemler çıkar. Mesela yaratma bir fiildir ve bir süreçte gerçekleşir. Halbuki madde ve hareket yokken zamanın varlığından söz edemeyiz. Ayrıca Alem sonradansa Allah ondan önce ne yapıyordu? sorusu sorulabilir. Eğer bir şey yapmıyor idiyse âtıl ve pasif bir Tanrı kavramı ile karşı karşıyayız demektir.
  3. Alem sonradan yaratılmışsa Allah'ın Alemi yaratmadan önceki iradesi ile sonraki iradesi arasında bir fark vardır. İrade sıfatındaki değişiklik onun zatında değişiklik de olabileceğini akla getirir. Bu da Allah'ın uluhiyeti ile çelişir.
  4. Neden Allah varlığı belli bir anda yaratmayi irade etmiştir. Acaba daha önce veya daha sonra yaratmasına engel olacak bir durum mu vardı?

İşte bütün bu sorunlardan dolayı Fârâbî Kâinat'ın mutlak anlamda aşkın olan Allah'tan hiçbir irade ve seçimi olmaksızın ve zorunlu olarak çıkması suretiyle (Sudûr) meydana geldiği düşüncesini temellendirmiştir. Fârâbî ve İbn Sînâ’nın temsil ettiği sudur anlayışına tepkilerin zirvesinde Gazzâli bulunur.

Fârâbî Aristocu cizgiye yakın durarak bilginin kaynağının duyular olduğunu savunur. Bu yüzden Platon'un "doğuştan bilgi" teorisini reddeder. Fârâbî Me'âni'l-akl adlı risalesinde aklın anlamlarını tartışırken aklı önce ameli ve nazari olmak üzere ikiye ayırmıştır. Ameli akıl insan davranışlarını belirler. Nazari akıl ise duyularla gelen bilgilerin nefis aracılığı ile mükemmelleşmesini sağlar.

Fârâbî faziletleri dört kategoriye ayırır:

  1. Nazari faziletler: bütün teorik ilim dalları ve en yüce varlık olan Allah'la ilgili bilgi.
  2. Fikrî faziletler: düşünme gücünün fert ve millet için en yararlı olanı araştırma çabasıdır. Bu faziletin ahlakçılarla, kanun koyucularda bulunması gerekir.
  3. Ahlaki faziletler: İnsanın iradeli davranışlarında her türlü aşırılktan uzak olarak iyiyi, doğruyu ve güzeli amaç edinmesidir.
  4. Ameli faziletler: insanın çeşitli sanat ve mesleklere karşı eğilimlerini geliştirerek o alanda iyi yetişmesi anlamına gelir.

El-Medinetü’l-fazıla (Erdemli Devlet) isimli meşhur eserinde ve diğer bazı eserlerinde öncelikle devletin menşei meselesi üzerinde durmuş ve devlet yapısı fikrinin insan topluluklarında nasıl oluştuğu meselesinde kafa yormuştur. Bu bağlamda dört anlayışı öne çıkarır:

  • Ontolojik teori
  • Biyo-organik teori
  • Fıtrat Teorisi
  • Adalet Teorisi

Fârâbî insan topluluklarını da tam gelişmiş ve az gelişmiş olarak ikiye ayırır. Tam gelişmiş topluluklar küçük (şehir), orta (devlet) ve büyük (birleşik) olarak üçe ayrılır. Az gelişmiş topluluklar da aile, sokak, mahalle ve köy olmak üzere dörde ayrılır.

Devlet biçimlerini erdemli (faziletli) devlet ve erdemli olmayan devletler olarak iki bölümde inceler. Erdemli devletin sadece bir şekli varken, erdemsiz, bozuk devletlerin dört şeklini zikreder. Bunlar sapık, fasık, değişebilen ve cahil devletler olup her birinin olumsuz özelliklerini sayar.

Sistemini "tek hakikat" ilkesi üzerine kuran ve bir Müslüman filozof olan Fârâbî nübüvveti, akılla nakli veya felsefe ile dini bir ortak paydada toplamaya en elverişli vasıta olarak görür. Fârâbî’nin din-felsefe uzlaştırması projesinin en önemli uygulama alanlarından biri olarak gördüğü nübüvvet teorisi bize din ile felsefenin aynı kaynaktan yani faal akıldan geldiğini, dolayısı ile aralarında mahiyet farkı değil sadece derece farkı olduğunu gösterir.

Fârâbî kendisinden sonraki İslâm Felsefesi ve Hristiyan Yahudi düşüncesi geleneğini en derinden etkileyen düşünürlerden biridir. Gerçek kurucusu olduğu meşşai felsefesi geleneği, İbn Sînâ ile zirvesine ulaşmış ve etkileri yüzyıllar sürmüştür.

İbn Sina

İslâm filozofları içerisinde en çok eser vermiş müelliflerden biri olan İbn Sînâ'nın mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve metafizik gibi disiplinlerde eserler vermiştir. Eserleri;

  1. eş-Şifâ. Felsefeye dair en önemli eseridir. Ansiklopedik bir tarzda yazılmış olup mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât bölümlerinden meydana gelmektedir.
  2. en-Necât. Felsefenin temel konularında okuyucuya bilgi vermek ve bu alana yönelen kimseleri yetiştirmek amacıyla 417 (1026) veya 418 (1027) yılında kaleme alınmıştır.
  3. el-İşârât ve't-tenbîhât: Felsefenin mantık, tabîiyyât, ilâhiyyât ve ahlâk konularında yazılmış olup eşŞifâ'daki ilgili bölümlerin özeti niteliğindedir.
  4. Dânişname-i Alaî. Felsefe alanında Farsça olarak yazılmış ilk ansiklopedik eserdir.
  5. el-Mebde ve'1-me'âd. Metafizik ve ahlâk konusunda yazılmış olup üç bölümden oluşmaktadır.
  6. Uyûnü'l-hikme . Mantık, tabîiyyât ve metafizik olmak üzere üç bölümden oluşan kitabın tabîiyyât bölümü ilk defa Tis'u resâ'il içerisinde neşredilmiştir.
  7. Hay b. Yakzân. Sembolik hikâye tarzında yazılmış bir eseridir.
  8. el-Hikmetü'1 -meşrikıyye. 418 (1027) veya 419 (1028) yılında yazılan eser İ mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât olmak üzere dört ana bölümden oluşmaktadır

Hemen bütün felsefî eserlerinde dinin fert ve toplumun mutluluğu için gerekliliğini ve tabiiliğini, akıcı bir üslûpla açıklamaya çalışır. İbn Sînâ bilgi problemini mantık ve psikoloji (nefis) konularıyla birlikte ele alır. Ancak genellikle nefisle ilgili yazılarında bilme sürecini, mantıkta ise bilgiyi biçim (suret) ve içerik (madde) bakımından inceler. İbn Sînâ'ya göre bilgi sadece düşünceyle elde edilmez: bu konuda daha önemli ve kestirme yol sezgidir. Bu bakımdan filozofun sezgiye düşünceden de fazla önem verdiği söylenebilir. İbn Sînâ'ya göre düşünce ve sezgi özünde birdir. Sezgi bazen insanın iradesi dışında gerçekleştiği halde düşünce daima iradeli bir faaliyettir.

İbn Sînâ'ya göre nefs her insanın "ben" sözüyle kastettiği şeydir. İbn Sînâ'nın din felsefesiyle ilgili düşünceleri insanlık İçin dinin gerekli olup olmadığı, vahyin imkânı ve mahiyeti, vahiy dilinin yapısı gibi konular etrafında yoğunlaşır. Ayrıca peygamberin nefsi yaratılıştan teyit edilmiş olup onun akıl gücü de sezginin en üst düzeyinde bulunan kutsî akıl seviyesindedir. Bu kişinin yaratılıştan getirdiği bilgi yetenekleri sıradan insanın yeteneklerinin çok üstündedir. Hiçbir eğitim ve öğretime gerek kalmadan vahiy yoluyla ona varlık, hukuk ve ahlâka dair temel bilgiler verilir. Bu bilgi önce onun nazari aklına, oradan mütehayyile ve ortak duyusuna geçer; böylece soyut ve tümel olan bilgi somut hale gelir. İbn Sînâ, metafizikle ilgili yazılarında aklî kavramlarla dinî kavramları yan yana kullanarak felsefî kavramların dindeki karşılıklarını göstermeye çalışır. Bazen da düşüncesinin ulaştığı sonuçları bir âyet ve hadisin belli bir kısmına veya kelimesine göndermeler yaparak destekler.