İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ - Ünite 8: Felsefe Eleştirileri ve Cevapları (Tehâfütler Geleneği) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 8: Felsefe Eleştirileri ve Cevapları (Tehâfütler Geleneği)
Giriş
“Eleştiri”, Yunanca yargılama, ayırt etme anlamına gelen krisis sözcüğünden gelmektedir. Bir terim olarak ise; bir kişiyi, bir düşünceyi, bir eseri, sistemi alternatif görüşleri belirterek titiz bir incelemeye tabi tutmaktır. Bu anlamda felsefi düşünce de önemli ölçüde eleştirel bir düşüncedir. Eleştirmek; gerçeği aramanın başka yoludur.
İslâm düşüncesi başlangıçtan günümüze eleştiriler ortamında bazen gelişmiş, bazen susturulmuş ve bazen de onun düşünce dinamizmi pasifize edilmiştir. Bu bağlamda felsefeye karşı başlangıçta sistematik olmayan, dağınık ve yetersiz eleştiriler yapılmış ve bu eleştiriler de çoğu zaman filozoflar tarafından dikkate alınmamıştır. Yunan felsefesinin tercümesiyle beraber, Müslümanlar tarafından tanınan felsefe, Müslüman düşünürleri üçe ayırdı:
- Sırf felsefe yapanlar.
- Felsefeyi dinle uzlaştıranlar
- Felsefî metotla dini savunanlar.
Her filozof az ya da çok başka filozofları eleştirmiştir. Bu eleştiriler felsefe eylemlerini olumsuz olarak etkilemiş olduğu gibi olumlu yönden, felsefeye adeta hayat kaynağı da olmuştur. Tehâfüt geleneği de böyle bir felsefe aktivitesi kapsamında oluşmuştur.
Bugün Türkçede “tehâfüt” kelimesi daha çok “tutarsızlık” terimi ile karşılanmakta; “yıkım”, “çöküntü”, “acelecilik”, “düşüncesiz sonuç”, “istikrarsızlık”, gibi sözlük anlamlarıyla da kullanılmaktadır. Ancak Gazzâlî tarafından kullanılan “tehâfüt” teriminin karşılığını, yine onun ifadelerinde aramak daha doğru olsa gerektir. O, bu terimi, “tutarlı bir düşünceye dayanmadan kurulmuş olan fikir yapıları; arka arkaya bir şeyin üzerine düşmek, çarpmak, pervanenin lambaya çarpması gibi, filozofların hatalara düşmesi” anlamında kullanmıştır. Bu manada “Tehâfütü’lFelâsife” de “Filozofların Tutarsızlığı” anlamında yaygın olarak kullanılmaktadır.
Tehâfüt geleneğinin ortaya çıkış nedenleri incelendiğinde bunların en başında felsefe - din ilişkisi görülür. Hem felsefe hem de din, insan hayatında iki ayrı ihtiyaca cevap verdiği için, her devirde bu ilişki, içinde bulunduğu şartlara göre olumlu ya da olumsuz bir şekilde açıklanmaya çalışılmıştır.
XI. yy’ın sonlarına XII. yy’ın başlarına gelindiğinde, İslâm dünyasında pek çok müstakil devletler oluşmuştu. Bu siyasi ayrışmalar beraberinde düşünce alanında da farklılıkların oluşmasına sebebiyet vermiştir. O dönemde kurulan Nizamiye Medreselerinin kuruluş amaçlarının başında istenmeyen fikir akımlarıyla mücadele etmek gelmekteydi. Hatta Gazzâlî’nin Tehâfüt’ünü yazmadaki nedenlerinden birinin de filozofların ehl-i sünnet inancıyla bağdaşmayan fikirlerini eleştirerek, Eş’ariliği güçlendirme olduğu söylenebilir.
Gazzâlî Tehâfüt’ünde İslâm filozoflarını metafiziğe ilişkin konulardaki, kendince yanlış görüşleri nedeniyle küfür ve bid’atle itham etmişse de buradaki “küfür” kavramı, dini anlamı yanında felsefeyle ilgilenenlerin geleneğe aykırı düşünce ve zihniyetleriyle İslâm toplumunun dışına çıkmış olduklarını ima eden sosyolojik bir anlam da taşımaktaydı.
Tehâfütler objektiflikten uzak, tarafgir bir yaklaşımla yazılmamıştır. Sorgulayıcı yeni yeni fikirlerin doğmasına zemin hazırlayan bir eleştiri anlayışıyla yazılmıştır. Her tehâfüt kendinden önceki tehâfütü ya da tehâfütleri, içerdikleri fikirlerin bazılarını eleştirmesinin yanında, bazılarını da tasdik etmek için yazılmıştır.
Özellikle Gazzâlî’den sonra yazılan tehâfütlerin ortak gayesi ise; Gazzâlî ile filozoflar arasındaki felsefî tartışmalara, bir anlamda hakemlik yapmaktır.
Gazzâlî’nin Tehafütü’l-Felasife’sini yazdığı dönem, mantığın ve felsefi yöntemlerin kelam ilmine girmeye başladığı bir dönemdir. İkinci Tehafüt’ü yazan İbn Rüşd’ün dönemi ise, bu felsefi yöntemlerin yaygınlaşıp, önemli ölçüde kelamî eserlerin felsefî nitelik taşıdığı dönemdir. İbn Haldun’un da ifade ettiği gibi, Gazzâlî ve Râzî sonrası mütefekkirlerin eserlerinde kelam ve felsefe konuları birbirinden ayırt edilemeyecek duruma gelmiştir. Gazzâlî’nin eleştirileri din merkezli kabul edilse felsefi yönleri ağırlık taşımaktadır. Nitekim Gazzâlî, ilimleri; mantık, matematik, fizik, metafizik, ahlak ve siyaset olmak üzere altı grupta değerlendirmiştir.
Gazzâlî filozofları daha çok metafizik görüşlerinin dinî ilkelerle örtüşmediği gerekçesi ile eleştirmiştir.
Gazzali’nin felsefî ve kelâmî düşünceyle tanışması, bu fikirlere ilgi duyması, hocası olan, kelamın Eş’arî ekolünün büyük üstadı İmamu’lHarameyn Ebu’l-Meâlî el-Cuveynî (öl: 1084)’nin öğrettikleri dolayısıyladır. İmam Cuveyni’nin ölümünü müteakip Gazzali, Nizâmülmülk’ün sarayında henüz 28 yaşında iken siyasî danışman olarak görevlendirilmiştir. Bu görevinin amaçları şunlardır:
1.Hasan Sabbah’ın başkanlığını yaptığı, siyasi cinayetler işleyen batıniliği düşünce düzeyinde durdurmak. 2. Mısır’da el-Ezher’i kuran Ezher Şiası’nın kültürel gelişmesiyle rekabet etmek. 3. Nişabur’da insanlara inançlarından dolayı zulmeden Mutezile’ye cevap vermek. Bu görevleriyle birlikte Gazzâlî 1091 yılında vezir Nizamülmülk tarafından Bağdat Nizamiye Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmiştir. Birinci dönem hocalığı için; “mevki kazandıran ilim hayatı” derken ikinci dönem hocalığı için ise “mevki terk ettiren ilme çağrı” adını vermiştir.
Gazzâlî dönemine kadar, kelâmcılar veya Müslüman âlimlerin felsefeyi tenkitleri ferdîdir. Felsefeye ilk ciddi tenkit Gazzâlî’den gelmiştir.
Hicri 478-488 yılları arasında yazdığı Tehâfütü’l-Felasife adlı eseriyle, meşşâî filozoflarını özellikle Fârâbî ve İbn Sînâ’nın metafizik fikirlerini hedef almıştır. Onun felsefe hakkında çok ciddi çalışmaları olduğundan, felsefeye dışarıdan ve ona uzak biri gibi değil, bizzat bu işin içinden biri olarak eleştirilerde bulunmuştur.
Gazzâlî’ye göre filozofların görüşleri üç kısma ayrılmaktadır. Bunlardan bir kısmı bütünüyle dini inançlarla çatıştığından dolayı onları reddetmek gerekmektedir. İkinci kısım görüşlerinin ise dini inançlarla bir bağlantısı yoktur. Bunlar mantık, riyâzî ve geometri ile ilgili ilimlerdir. Gazzâlî’nin Tehafût’ûnde filozoflara yönelik eleştirilerini, yirmi meselede ele almış, bu meselelerin üçünde filozofları küfürle itham etmiş, on yedi meselede ise filozofların bid’at içinde olduklarını vurgulamıştır.
Gazzâlî, öncelikle filozofları eleştirmek işine, felsefeyi öğrenmekle başladı. İki yıl süren bir okuma ve bir yıl süren mütalaa sonunda önce Makâsidü’l-Felâsife adlı eserini kaleme aldı.
Gazzâlî Makâsıt’ta felsefî ilimleri dört başlıkta ele almaktadır:
- Riyaziyât: Matematik ve geometri olup, bunların akıl ve dinle çelişen hiçbir yönleri yoktur. Bunların inkârı imkânsızdır.
- İlahiyât: Filozofların buradaki görüşlerinin çoğu yanlıştır, doğruları azdır.
- Mantık: Buradaki görüşlerin çoğu doğru, yanlışları azdır. Anlaşmazlık yalnızca kavramlar ve onların kullanışlarındadır. Anlam ve gayelerde ihtilaf yoktur.
- Tabiîyât: Bu alanda hak batıla, doğru yanlışa karışmıştır. Üstün gelenle üstün gelinen (galip ile mağlup) hakkında hüküm vermek mümkün değildir.
Gazzali’ye kadar felsefeye eleştiriler daha çok felsefî bağlam ve içerikte idi. Gazzâlî ile beraber felsefî içeriğe ek olarak dinî terminoloji de (insanları küfürle itham etmek gibi) kullanılmıştır.
Gazzâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştirilere ilk ciddi karşı koyuş, Endülüslü filozof ve fakîh İbn Rüşd’den (ö.1198) gelmiştir. İbn Rüşd, Tehâfütü’tTehâfût adlı eseriyle, Gazzâlî’nin filozofları eleştirdiği yirmi ayrı meselenin her birini ayrı ayrı ele alarak, kendine göre onun eleştirilerinde haksız olduğu noktaları ortaya koymuştur. İbn Rüşd, Aristoteles’i şerh eden ve onu en iyi bilen filozof olarak kabul edilir.
İbn Rüşd Gazzâlî’nin bazı meseleleri anlamadan filozofları eleştirdiğini ve bundan dolayı da Allah indinde hüsrana uğrayacağını ayetlerden delil getirerek belirtmektedir. “Ey Muhammed de ki: Size, amelce en çok kayba uğrayanları haber vereyim mi? Bu kimselerin dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.” (Kehf, 103-104) Yine o, eserinin bir başka yerinde bizzat Gazzâlî’nin kitabına hücum eder ve “Tehâfüt” isminin yalnızca; “Gazzâlî’nin Tutarsızlığı” şeklinde olması gerektiğini ifade eder.
İbn Rüşd, Tehâfüt adlı eserinin sonunda, Gazzâlî hakkındaki kanaatini şöyle belirtmektedir: “Bu adam (Gazzâlî), filozofları şu üç meselede küfürle itham etmiştir. Bunlardan birincisi sözünü ettiğimiz cesetlerin haşri meselesidir. Biz (burada) filozofların bu meselede nasıl bir görüşe sahip olduklarını ve onlara göre bunun nazari (kuramsal) meselelerden biri olduğunu söyledik. İkinci mesele, Allah’ın cüz’îyyâtı (tikelleri) bilmediğini söylemeleridir ki, biz bu görüşün de onların görüşü olmadığını söylemiştik. Üçüncü olarak, onların âlemin kıdemi konusundaki görüşleridir. Yine biz, filozofların (kıdem) deyimini, kelâmcıların filozofları küfürle suçladıkları anlamda kullanmadıklarını söylemiştik. Gazzâlî bu kitapta (Tehâfütu’lFelâsife) ruhanî dirilmenin hiçbir Müslüman tarafından ileri sürülmediğini, bir başka kitapta ise, böyle bir şeyi sufîlerin söylediklerini belirtmektedir.
İbn Rüşd, Gazzali’nin filozofları küfürle itham ettiği üç meselede hem ona hem de bahse konu olan filozoflara açık eleştirilerde bulunmuştur.
Filozofları küfürle itham ettiği ikinci meselede Gazzâlî, filozofların “Tanrı’nın küllî (tümel)leri bilip, cüz’î (tikel)leri bilmediğini” söylemiş olduklarını ifade etmiştir. İbn Rüşd’e göre eğer bu hakikat olsaydı gerçekten filozoflar savunulamayacak bir iş yapmış olurlardı. Halbuki İslâm filozoflarının böyle bir ifadesi bulunmamaktadır. İbn Rüşd’e göre Gazali bu konuda filozofları yanlış yorumlamıştır. Bunun nedeni de Gazzali’nin, “filozofların Tanrı ile insanın bilgisini aynı kategoride ele aldıklarını” zannetmiş olmasıdır.
Filozofların küfürle itham edildikleri üçüncü mesele olan ruh ile beraber bedenlerin haşrinin inkarı ise bu hususlarda Gazzali’yi nispeten haklı çıkaracak tek meseledir. Ancak filozoflar bedensel haşri kabul etmez iken, bireysel sorumluluk olan ahirete iman etmenin esasını asla inkar etmemişlerdir. Onlara göre bireysel sorumluluk, bireysel ceza mutlaka vardır. Bedensel haşrin ise kendilerine göre olmasının sakıncalarını ifade etmişlerdir. İbn Rüşd Tehâfüt’ünün diriliş ile ilgili bölümünde bedensel haşrin Kur’an-ı Kerim’de zikredilmediğini beyan etmekte ve bu hususta kitabının girişinde söylediklerinin aksine Gazzali ile aynı görüşte olduğunu beyan etmektedir.
İbn Rüşd sonrası tehâfütlerin kaleme alınmasının başlıca nedenleri şunlardır:
- Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere devlet yöneticilerinin aklî ve felsefî ilimlere olan ilgisi. Onların bilim, düşünce ve kültür alanlarında canlılık sağlanmasına yönelik olarak serbest düşünceye imkân tanımaları ve bilimsel tartışmalara yer vermeleri,
- Felsefe ve kelam arasında ortak olan temel problemleri bilimsel seviyede tartışma isteği,
- Din-Felsefe ilişkisinin incelenmesi,
- Gazzâlî ve İbn Rüşd’ün Tehâfüt’lerinin incelenip karşılaştırma yapılmak suretiyle değerlendirilmesi,
- Fikrî alandaki dinamizmin yeniden canlandırılıp devam ettirilmesi arzusu,
- Düşünce alanında tenkitçi ortamın hazırlanmasını sağlayarak, taklitten uzak orijinal fikirler ileri sürülerek çözümlerinin üretilmesidir.
Gazzâlî ile başlayıp İbn Rüşd ile devam eden tehâfüt geleneği (dolayısıyla da felsefi hareket) yaklaşık iki yüz yıl kadar süren bir kesintiye uğramıştır. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in tehâfüt tartışmalarını yeniden başlatması ile felsefi hareket de önemli bir ivme kazanmıştır. Felsefi ilimlere meraklı olan Fatih Sultan Mehmed’in yeniden tehafüt yazılmasını istemesindeki neden, felsefî problemler üzerinde tartışma zemini hazırlamak ve eleştirel düşünceyi geliştirmekti.
Gazzâlî’den sonra gelen Fahreddin Razî (ö.1209), felsefe ile kelâmı birleştirmiştir. Felsefeyi kelâma katarak, kelâmın meşruluğundan hareketle felsefi konuları kelam içinde okumak da bir ölçüde meşrulaşmıştır. Ancak felsefe, şahsiyetini ve istiklalini kaybettiği için fazla bir ilerleme kaydedilememiştir. Bu durum diğer tecrûbi ilimleri etkilediği gibi, felsefenin gerilemesine ve sönmesine de sebep olmuştur. Fahreddin Razi’den sonra bu konularla doğrudan ilgilenenler, Sultan Fatih’in görevlendirdiği, Hocazâde ve Ali Tûsi’dir. Hocazâde bazı konularda Gazzâlî’ye muhalefet ederken Ali Tûsî, Gazzâlî’yi aynen takip etmektedir.
Gazzâlî ile başlayan tehafut geleneği, Osmanlının son Şeyhülİslâmlarından olan Musa Kazım Efendi’nin (ö. 1918) yazdığı “İbn Rüşd’ün Felsefi Metodu ve İmam-ı Gazzâlî ile Bazı Konulardaki Münazarası” başlıklı eserine kadar devam etmiştir. Yaklaşık bu 800 yıllık süre içinde İslâm dünyasında gerek müstakil tehâfüt, gerekse mevcut olan bir tehâfütün yorumu tarzında, bu gelenek kapsamında on iki eser yazılmıştır.
Gazali ve İbn Rüşd’ün Tehâfüt’leri ekseninde kaleme alınan bu eserlerin konularını dört kategoride değerlendirmek mümkündür: Bunlar; tabiiyyâta ait meseleler, ilahiyyâta dair meseleler, âlemle ilgili meseleler ile gök hakkındaki meselelerdir.
Gazzâlî’nin halk için yazdığı kitaplarından dolayı düşüncelerinin ve tenkitlerinin daha çabuk yayılmış olmasıdır. Buna mukabil, Gazzâlî’nin iddialarına cevap veren İbn Rüşd’ün görüşleri, Gazzâlî kadar etkili olmamıştır.
İslâm düşünce tarihinde önemli bir yeri olan tehafüt geleneği felsefî düşüncenin gelişimi açısından hem olumlu, hem de olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir harekettir.
Gazzâlî eleştirilerinin merkezine, din-felsefe ilişkisini alıp, özellikle kullandığı, “küfr, hata, sevap” gibi kavramlarla tartışmayı bütün Müslümanların ilgi alanına taşımış oldu.
İbn Rüşd sonrası felsefi bir düşünce hareketi olarak da değerlendirebileceğimiz tehâfüt geleneği, genelde İslâm dünyasında, özelde ise, Osmanlı Türk düşüncesinde felsefi düşünüş tarzının devamını sağlamada etkili olmuştur. Çünkü tehâfüt nitelikli eserlerde, kelami-felsefi bir takım problemler analitik bir yaklaşımla, ilmi tenkitçilik çerçevesinde ve rasyonel bir yöntemle ele alınmıştır.