İSLAM HUKUKUNA GİRİŞ - Ünite 1: İslam Hukukunun Mahiyeti ve Temel Özellikleri Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: İslam Hukukunun Mahiyeti ve Temel Özellikleri

Giriş

İnsan, doğası gereği medeni/toplumsal bir varlıktır. Çünkü insanın yaşamsal gereksinimlerini elde edebilmesi, diğer insanlarla bir arada bulunmasına ve çeşitli ilişkiler kurmasına bağlıdır. İnsanların birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlayan yapıya ‘‘toplumsal düzen’’ diyoruz.

İnsan, yaratılıştan toplumsal yaşama eğilimli bir varlık olmakla birlikte, doğasında, toplumsal yaşamın kurulmasını ve devam ettirilmesini olumsuz etkileyebilen bencillik, hırs ve tahakküm gibi bir takım başka eğilimler de barındırmaktadır. Toplumsal düzenin kurulması da, ancak bireylerin davranışlarını, nasıl olmaları gerektiği hususunda yönlendiren bir takım kurallar aracılığı ile gerçekleşebilir. Toplumsal yaşamı düzenleyen bu kurallara toplumsal düzen kuralları denilmektedir. Toplumsal düzen kuralları çeşitli ölçütler dikkate alınarak din, ahlâk, hukuk, örf-âdet ve görgü kuralları biçiminde beş kısma tasnif edilerek incelenmektedir. Hukuku, ‘ belli bir ülkede kişilerin birbirleriyle, toplumla ve devletle ilişkilerini düzenleyen, devlet gücüne dayalı, maddi zorlamaya kadar varan yaptırım araçları ile desteklenen kurallar bütünü ’ biçiminde tanımlayabiliriz. Buna göre, hukukun toplumsal düzeni sağlama, toplumsal gereksinimleri karşılama ve adaleti gerçekleştirme biçiminde üç temel işlevi yerine getirmesi gerekir.

İslam’da bireysel ve toplumsal yaşama ilişkin düzenleyici kurallar bütününü ifade etmek için ‘fıkıh’ terimi kullanılmaktadır. Fıkıh, ibadetler başta olmak üzere, dinî yükümlülüklerle ilgili esaslar yanında, toplumsal yaşamı düzenleyen kuralları da içermektedir.

Fıkhın, İslam hukuku olarak anılmaya başlanması, XIX. yüzyılın ikinci yarısına rastlamaktadır. İslam hukuku tabiri, kimi zaman fıkha kavramsal açıdan denk bir içerikte, çoğunlukla da ibadetler dışında kalan ve yalnızca hukukî nitelik taşıyan kurallar bütününü belirtmek için kullanılmaktadır. Fıkıh, İslam hukukunun özel ve geleneksel adı olduğu halde, günümüzde, fıkıh kelimesine de, hukuk kavramını ifade etmek için başvurulabilmektedir.

Fıkıh Kavramı

Fıkıh (fıkh) kelimesi bir mastar olup, etimolojik bakımdan F-K-H kökünden alınmadır. Fıkıh, bir şeyi bilmek anlamına gelmektedir. Ancak fıkıh kelimesi ile mutlak anlamda bir anlama ya da bilme eylemi değil, anlamaya ve bilmeye konu olan şeyin idrâk edilmesi kastedilmektedir. Sözü edilen düzeyde bir kavrayışın (fıkıh) kendisinde sıfat ve karakter haline geldiği kimseye ise, ‘fakîh’ denilmektedir. Fıkıh, “bilinenden (ilm-i şâhid) bilinmeyene (ilm-i gâib) ulaşmak” biçiminde tanımlanmakta ve bunun, zihinsel bir çaba olarak, salt bilme (ilm) eyleminden daha özel olduğu ifade edilmektedir.

İslam’ın gelmesiyle birlikte fıkıh kelimesi, derin ve ince kavrayış biçimindeki sözlük anlamına nispetle daha özel bir içeriğe kavuşmuştur. Kelimenin fiil hali Kur’an-ı Kerim’de yalnızca bir ayette İslâm’la birlikte kazandığı özel anlamında kullanılmaktadır. Ayette kelimeye dinde derin kavrayış sahibi olma (dinde tefakkuh) anlamı yüklenmiştir. Artık fıkıh kelimesi, ister aklî bir faaliyete, isterse nakle dayalı olsun, her tür dinî bilgiyi içerecek genişlikte bir anlama sahiptir.

Hicrî I. yüzyılın sonlarına doğru hadis tedvin sürecinin başlaması, fıkıh ve ilim kelimelerinin anlamları üzerinde bir değişim meydana getirmiştir. Ebû Hanîfe’nin itikadî konuları ele aldığı eserinin ‘ ’el-Fıkhu’l-Ekber ’’ adıyla anılması, fıkhın kavramlaşma sürecine ilişkin diğer bir aşamayı temsil etmektedir.

Tarihsel süreçte fıkıh, iki ayrı biçimde tanımlanmıştır. İki ayrı tanım biçimi, onların birbirine alternatif olmasından değil, iki farklı bilimsel disiplin olarak fıkıh usûlü ve fıkhın kendilerine özgü gereklerinden kaynaklanmıştır. Fıkıh tanımının şer’î amelî hüküm, tafsîlî delil ve bilme (ilm) gibi çeşitli unsurları içerdiği görülmektedir.

Tanımdaki şer’î amelî hüküm tamlaması, fıkhın inceleme alanını belirlemekte ve esas itibariyle hükümleri konu edinen bir faaliyet olduğunu göstermektedir.

Tanımda yer alan bir diğer unsur tafsîlî delil terimidir. Buna cüz’î delil de denilmektedir. Tafsîlî delil, her bir davranışla ilgili hükmün dayandığı özel delil anlamındadır. Bir hükme delil olan tek bir ayet ya da hadis, tafsîli delil niteliğindedir. Mesela “namazı kılın” ayeti, namaz kılmanın farz olduğunu gösteren tafsîlî bir delildir.

Hükümlerin tafsîlî delillerine dayalı olarak bilinmesi ’ ifadesinin tanımda yer alması, usûlcülerin fıkhı kavrama biçimiyle ilgilidir. Onlara göre fıkıh, hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarma işleminden ibaret olup, Bilme (ilm) tabiriyle usûlcüler, fıkhın bilimsel bir faaliyet olduğunu vurgulamak istemektedirler.

Şeriat, uzayıp gitme, açık ve görünür olma anlamlarına gelen ‘şer’ kökünden türemiş bir isimdir. Şeriat, kelime olarak, insanların ya da hayvanların su içmek için gittikleri yol anlamındadır. Kur’an-ı Kerîm’de ise, insan yaşamını yönlendirmeyi amaçlayan din esaslı hükümler bütünü anlamında kullanılmaktadır.

Şeriat, bir terim olarak, klasik kaynaklarda kapsam bakımından biri geniş diğeri de dar olmak üzere iki farklı anlamda kullanılmaktadır. Geniş anlamda şeriat tabiriyle, ‘ilahî irade tarafından öngörülen dinî hükümler bütünü’ kastedilmektedir. Şeriat, dar anlamda kullanıldığında ise, yalnızca değişime açık hükümler bütünü anlamında kullanılmaktadır.

Fıkıh, şer’î amelî hükümler bütünü olarak tanımlandığında, geniş anlamdaki şeriatın bir parçasını oluşturmaktadır. Yani şeriat ve fıkıh arasında tam girişimlilik ilişkisi bulunmaktadır.

Temel İslam bilimleri tabiriyle, klasik İslam düşüncesinde şer’î (dinî) ilimler olarak tasnif edilen kelâm, tefsir, hadis, fıkıh usûlü ve fıkıh alanlarını kastediyoruz.

Kelâm ve fıkıh, diğer temel İslam bilimlerinden farklı olarak hüküm koyucu (normatif) karaktere sahip iki bilimdir. Kelâm itikadî hükümleri, fıkıh ise amelî hükümleri belirlemektedir. Kelâm ve fıkıh dışındaki bilimler de kurallar oluşturmakla birlikte, onların inceleme alanına giren kurallar, tıpkı aklî ya da hissî hükümler gibi, bir gerçekliği konu edinir. Bu itibarla, kelâm ve fıkıh, ulaştığı sonuçları yaptırmalı önermeler; diğer bilimler ise bildirmeli önermeler biçiminde ifade eder.

Fıkıh, Kur’an’ın anlaşılması hususunda tefsirin verilerinden yararlanır. Ancak nihai anlamı belirleme yetkisi fakîhe aittir. Fıkıh ve hadis arasında da benzer bir ilişki bulunmaktadır.

İslam Hukuku Kavramı

Fıkhın düzenleme alanını, öncelikle, kişilerin kendilerine dönük davranışları ve bir ilişki (münâsebet) teşkil eden davranışları biçiminde ikiye ayırabiliriz:

  1. Kişilerin kendilerine dönük davranışlarını düzenleyen fıkhî hükümler, konu bakımından sübjektif ahlâk kuralları ile örtüşmektedir.
  2. Sırf vecibe yükleyen ve hak talebine imkân vermeyen beşerî ilişkileri düzenleyen kurallar objektif ahlâk kuralları olarak anılmaktadır.

Fıkıh, yalnızca beşerî ilişkileri değil, Allah-insan ve insan-eşya ilişkilerini de düzenlemektedir.

Hukuka gelince, o tümüyle toplumsal bir yapıdır. Sadece insanlar arasında ilişki kuran davranışları düzenler. Toplumun olmadığı ve beşerî ilişkilerin kurulamadığı yerde hukuk ve hukuk kurallarından söz etmek mümkün değildir.

Görüleceği üzere fıkıh, hukuka oranla davranışlar bakımından çok daha geniş bir alanı düzenlemektedir. Fıkıh, kapsamı itibariyle dinî, hukukî ve ahlâkî hükümler bütünü olarak tanımlanabilir.

Kuralların bağlayıcılık niteliği açısından da fıkıh ve hukuk arasında bir karşılaştırma yaptığımızda, fıkhın bir hukuk düzeninden daha geniş bir yapıyı temsil ettiğini anlıyoruz.

İslam hukuku, fıkhın içinde yalnızca karşılıklı hak ve vecibe ilişkisi kuran davranışları düzenleyen emredici ve tecvîz edici kurallar bütünüdür. Bu tanıma göre, İslam hukuku, daha geniş kapsamlı olan fıkhın hukuka karşılık gelen bir parçasıdır.

İslam hukukunun oluşum sürecinde kendinden önceki ya da çağdaşı olan hukuk düzenlerinden etkilenip etkilenmediği hususunda üç farklı görüş açığa çıkmıştır. Bir kısım araştırmacılara göre fıkhın tamamı değil, fakat İslam hukuku olarak nitelenen kısmı Roma hukukuna dayanmaktadır. Hatta onlara göre İslam hukukunun Yahudi hukukundan aldığı kısımlar da gerçekte Roma hukukuna aittir.

Bazı araştırmacılar ise, İslam hukukunun hiçbir hukuk düzeninden etkilenmesinin söz konusu olmadığını, aksine, İslam hukukunun, sonraki dönemlerde, özellikle Endülüs yoluyla, önce Roma hukukunu ve Batı uluslararası hukukunu ardından da İngiliz ve Fransız, hatta İsrail hukuklarını etkilediğini ileri sürmüşlerdir. Üçüncü bir grup araştırmacı ise, İslam hukukunun kaynağı itibariyle vahye dayalı ve özgün olduğu, hiçbir hukuk düzeninden etkilenerek açığa çıkmadığı; ilke, kavram ve kurumlarının başka bir hukuk düzeninden alınmadığı fikrini savunmuştur.

Hukuk düzenleri arasındaki bir kısım benzerlikler, onların mutlak surette birbirinden etkilendiği anlamına gelmez. Bir hukuk düzeninin kaynağı, içerdiği değerler ve sistematiği onun özgün olup olmadığını belirler. Öyleyse, İslam hukukunun ilahî hukuk düzenleri, Roma ve Câhiliye hukukları ile ilişkisini belirtilen ilkeler ışığında değerlendirebiliriz.

İslam hukukunun diğer ilahî hukuk düzenleri ile kaynak birliği bulunmaktadır. Kaynak da, tarih boyunca peygamberler aracılığıyla gönderilen vahiydir. İslam hukuku ile diğer ilahî hukuk düzenleri arasında amaç birliği de mevcuttur. İlahî hukuk düzenlerinin asıl amacı, insanları âhiret mutluluğuna ulaştırmaktır.

İslam hukuku ile Roma hukuku arasındaki ilişki hususunda birbirine karşıt iki görüş açığa çıkmıştır. Onlardan ilki, Roma hukukunun İslam hukukunu etkilediğini, hatta İslam hukukunun varlığını Roma hukukuna borçlu olduğunu iddia etmektedir.

İslam hukukunun Roma hukuku ile ilişkisinde savunulan ikinci görüşe gelince, ilk görüşün tam tersi olup, İslam hukukunun Roma hukukunu etkilediğini ileri sürmektedir.

İslam, Câhiliye hukukuna yönelik üç temel tutum benimsemiştir. Onlardan ilki, câhiliye örf-âdet hukuku içinde İslam’ın ilkeleri ile tamamen uyumlu olan kural ve kurumları aynen benimseyip devam ettirmesi biçimindedir. Buna ‘ibkâ’, yani kural ve kurumların olduğu gibi bırakılması denilmektedir. İkinci bir tutumu, bazı kural ve kurumların düzeltilerek kabul edilmesi biçimindedir. Buna da ‘ıslâh’ denilmektedir. Üçüncü tutum ise, İslam’ın temel ilkeleri ile uyumlu olmayan Câhiliye hukukuna ait kimi kural ve kurumların tümüyle yürürlükten kaldırılması biçimindedir. Kural ve kurumların geçersiz sayılıp, tümüyle yürürlükten kaldırılması işlemine ‘’ilgâ’’ denilmektedir.

İslam Hukukunun Temel Özellikleri

  1. İlahî iradeye dayalı olması: İslam hukukunun kaynağı ilahî iradeyi temsil eden Kitâb ve Sünnet’tir.
  2. Yaptırımın ikili karakterde olması: Âhirette, dünyadaki davranışların mükâfât ya da azap olarak karşılığının görüleceğine inanmak, bir din olarak İslam’ın temel iman esasları arasında bulunmaktadır.
  3. Bilimsel doktrin niteliğinde teşekkül etmesi: İslam hukuku, İslam hukukçuları (fukahâ) tarafından devletsel yetki kullanılmaksızın kişisel ictihad yöntemiyle geliştirilmiştir. Kişisel ictihad, salt bilimsel bir faaliyet niteliğindedir.
  4. Meseleci (kazuistik) yöntemle oluşturulması: İslam hukukçuları hukukî fiil ve olaylardan benzer olanlar için ortak hükümler belirlemek yerine, onları tek tek ele alıp, her birinin hükmünü özel olarak açıklama yöntemini benimsemişlerdir.