İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ - Ünite 9: Hukuk Kurumları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 9: Hukuk Kurumları

Hak Ve Hukuk

Hak kelimesinin çoğulu hukuk tur. İslâm’a göre hakkın kaynağı ilâhi irade olan Yüce Allah’tır. İslâm’da haklar, şer‘î kaynaklar olan kitap, sünnet, icma ve kıyas ile belirlenen ilâhi ihsanlardır. Dinî haklarda, hakkın sahibi Allah, diğer haklarda gerçek veya tüzel kişilerdir.

Haklar konusuna göre malî olan ve olmayan, şahsî ve aynî, mücerret olan veya olmayan gibi bazı bölümlere ayrılır. Başka bir sınıflamaya göre haklar, üç grupta incelenmektedir:

  1. Allah Hakkı (Hukukullah): Anahatları Kur’ân ve Sünnet’te belirlenmiş, yapılması durumunda Allah’a daha çok yaklaşmayı ve toplum yararı sağlayan emir ve yasaklardır. Bu kapsamdaki eylemler arasında namaz, oruç, zekât vs. gibi ibadetler ile iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, hırsızlık, içki, zina vs. gibi suçlardan sakınmak, ortak kullanım haklarını korumak sayılabilir
  2. İnsan Hakkı (Hukuku’l-İbad): Özel olarak kişilerin haklarını korumayı hedef alan insan hakkı aleyhine işlenen her suç için ayrı ceza gerekmektedir. Bu tür cezaların uygulanması hak sahibi veya velisinin kişisel şikâyetiyle mümkün olmaktadır.
  3. Ortak Hak: Allah ve insan hakkının bir arada bulunduğu haklardır. Bunların bazılarında kul, bazılarında Allah hakkı üstün olur. Allah hakkı, toplum yararının genel olması yüzünden daha baskındır. Kul hakkı üstün olan hakların başında ise kısas ve diyet gelir. Toplumu katl suçundan temizlemek Allah hakkı, maktülün velisinin kinini dindirmek ve onun gönlünü hoş etmek ise kulun hakkıdır.

İslâm’da Adalet Anlayışı

Adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve makam farklılıklarından dolayı insanlara farklı davranmamaktır. İslâm dini, istek ve heveslere yer vermeyen, sevgi ve nefretlere uymayan, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmayan, zengin-fakir ayrımı gözetmeyen, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne alan bir adalet anlayışı getirmiştir. Bu anlayışta hukuk ve yönetim biçimi, inanan ve inanmayan her insanın yararlanmasına açıktır. İslâm toplumunda adalet, yönetenlerle yönetilenler arasında ve toplumsal ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması önemli bir hedeftir. Yargılama işlerinde ve yönetimde Allah’ın emirleri doğrultusunda hüküm vermek esastır.

İslâm Medeniyetinde Hukuk Kurumlarının Tarihî Süreci

Hz. Peygamber Döneminde Adalet ve Yargı: Hz. Peygamber’in sağlığında davalara bizzat kendisinin baktığı ve özellikle çevresini adaletle davranılması konusunda dikkatle uyardığı bilinmektedir. İslâm dininin yaşanmaya başladığı dönemde, ashab arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda yargılama görevini Rasûlullah yürütmüştür. Dinî emirleri tebliğ görevini yürüten Peygamberimiz, aynı zamanda kadılık/hâkimlik görevini de yerine getiriyordu. İnsanlar arasında Allah’ın kendisine bildirdiği hükümler çerçevesinde karar veren Hz. Peygamber, bunu, huzuruna kendi arzularıyla gelen davalı ve davacıyı dinledikten sonra yapardı. İddia sahibinin, davasının doğruluğuna ve kendisinin haklı olduğuna ilişkin delilleri ortaya koymasını beklerdi. Hasımlar arasında taraf tutmaz, hiçbirine meyletmezdi.

Hz. Muhammed’in sağlığında henüz İslâm ülkesinin sınırları geniş olmadığından kendisine götürülen davalar da oldukça azdı. Bu nedenle herhangi bir şehre, sadece kadılık yapma göreviyle kimseyi tayin etmemişti. Bu görevi, bir yere vali olarak atadığı kişilere genellikle ek olarak veriyordu. Bazen de herhangi bir yerde çıkan birtakım anlaşmazlıkları halletmek için ashabından birini vazifelendiriyordu. Sınırlar genişlediğindeyse bazı sahabilere insanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar hakkında kitap, sünnet ve içtihadla hüküm vermeye müsaade etmişti.

Hulefa-yı Raşidin Devri: Hz. Ebubekir, halife olarak seçildikten sonra, adlî işlerde Hz. Ömer’e görev vermiştir. Hz. Ebubekir’in hilâfeti sırasında Medine’de kadılık hizmetini üzerine alan Hz. Ömer, kendi hilâfeti döneminde bu göreve Ebu’d-Derdâ’yı getirmiştir. Hz. Osman zamanında ise Medine’de kazâ işlerine Mugire b. Nevfel b. Hâris bakmıştır.

İslâm ülkesi vilâyetlerine kadılar tayin eden ilk kişi Hz. Ömer’dir. Kadılar, halife tarafından veya umumî valiler tarafından tayin edilmektedir. Onun döneminde hukukun yargılama usulüyle ilgili önemli bazı esaslar koyulmuştur. İslâm’ın yayılmasından ve Arapların, Arap olmayan milletlerle kaynaşmasından sonra ortaya çıkan yeni medenî durum, Araplar ile diğer milletlere ait fertler arasında zuhur eden problemlerin halledilmesi için kanunî bir sistemin getirilmesini gerekli kılmıştır. Bu düzen, ortaya çıkan anlaşmazlıkların, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’e, eğer bu ikisinde net olarak yoksa kıyasa uygun olarak çözüme bağlanması işini yürütmek üzere halifeye vekâlet eden kadıların tayinini gerektirmiştir.

Adlî teşkilât, Hulefâ-yı Râşidîn devrinde bağımsız ve son derece saygı gösterilen bir müessesedir. Kadıların/hâkimlerin tayininde, ilim ve takva sahibi, adaletli olmalarına dikkat ediliyordu. Kadı/hâkim, fiilen ortaya çıkan bir olay kendisine sorulduğu zaman, bu olay için tatbiki istenen hükmü önce Kitap ve Sünnet’de araştırır, eğer bulamazsa, içtihadıyla hükmeder ve meseleleri benzerleriyle kıyaslayarak karar verirdi. Bundan dolayı içtihad, sonraki asırlarda adlî hükümlerde önem verilen bir kaynak olmuş, hükümlerin çoğu buna dayandırılmıştır.

Emeviler Devri: Emeviler devrinde kadılık görevini yürütenler halkın seçkinlerinden olup Allahtan korkar ve insanlar arasında adaletle hükmederlerdi. O dönem mezhepler henüz oluşmadığından içtihat doğrultusunda karar veren ve bu kararlarında tamamen bağımsız olan kadılar, yine de halife tarafından denetlenmektedir. Halife, onların verdiği kararlarla ilgilenmekte ve adaletten sapan kadıları azletmektedir. Kadıların verdiği kararların toplandığı defterlerin bulundurulması ihtiyacı Hulefâ-yı Râşidîn devrinde bilinmiyordu ancak hasımların birbirine düşman haline gelmesi sebebiyle bu tür siciller, Emeviler Devri’nde tutulmuştur.

Abbasiler Devri: Adliye teşkilâtı bu dönemde mahkeme, mezâlim mahkemeleri ve hisbe teşkilâtı ndan oluşuyordu. Abbasi halifeleri, yargıya ilişkin yetkilerini kadılar aracılığıyla icra ediyorlardı. Başlangıçta eyaletlerdeki kadılar vali tarafından tayin ediliyordu. Ancak daha sonra halifeler merkezde veya eyaletlerde kendi adlarına görev yapacak kadıları bizzat tayin etmeye başladılar. İlk dönem her vilayette bir kadı bulunsa da daha sonraları dört mezhebi temsilen kadılar tayin edilmeye başladı.

Abbasi Devri’ndeki kadıların başlıca görevleri şunlardır: davalara bakmak, yetimleri, mecnunları ve henüz erginlik çağına ulaşmamış çocukları koruyup gözetmek, bunlara veli ve vasi tayin etmek, vakıflarla ilgilenmek ve şer’î kanunları ihlâl edenleri cezalandırmak.

Selçuklular Devri: Adlî teşkilâtın başında, Sultan tarafından tayin edilen kâdilkudat bulunmaktaydı ve aynı zamanda ilmiye teşkilatının da başıydı. Buna bağlı kadılar ve kadıların yardımcısı durumunda olan nâibler ülkenin her yerine dağılmışlardı. İslâm hukuku esaslarına göre davaları halletmek, vakıf hizmetlerinin yürütülmesine nezaret etmek, noter hizmeti vermek, asayişi temin etmek, suistimalleri soruşturmak, tapu muameleleri yürütmek ve her türlü belediye hizmetlerini yerine getirmek kadıların görevleri arasındadır. Dava sahipleri, bu konularda haksız karar verdiklerini ya da suiistimalde bulunduklarını düşündüğünde kadıları sultana şikâyet edebiliyorlardı.

Medrese mezunlarından seçilen kadılar, önce küçük merkezlerde görev yapıyor ardından terfi ederek şehirlere gidiyorlardı. Orduda görev yapan ve askerler arasında ortaya çıkan davalara bakan kadılar, Kadıasker veya Kadıleşke r olarak adlandırılıyordu. Adalet bakanı veya başsavcı durumundaki Emir-i Dad’ lar ise mezalim mahkemelerine başkanlık ediyordu.

Osmanlılar Devri: Şer’î hükümler, Kur’an, hadis, icmâ ve kıyas gibi İslâm’ın temel ilkelerine dayanmaktadır. Örfi hükümler ise hükümdarın irâdesine bağlı olarak koyduğu kurallar ve bunun için çıkarılan fermanlardır. Örfi hukukta hükümdarın, yargı yetkisini kullanırken yeni birtakım kurallar koyabilme yetkisi var iken şer’î hukuk, ancak bunu bilen ve ulemâ denilen kimseler tarafından yorumlanıp uygulamaya konulmaktadır. Osmanlı Devleti’nin hukuk sisteminde şer’î ve hukukî bütün meseleler şer’î mahkemelerde karara bağlanmıştır. Bu anlamda örfî hükümlerin, şer’î hukuka aykırı düşmeyecek tarzda düzenlendiğini ve ikisinin birleşerek tek hukuk sistemi yapısına büründüğünü söylemek mümkündür.

Şer’î hukuk, Osmanlı Devleti’ni oluşturan Müslümanların birbirleriyle olan hukukî problemlerini çözüme kavuşturduğu gibi, Müslüman olmayanların gerek kendi içinde, gerekse devletle ve Müslüman kitle ile olan ilişkilerini de düzenlemiştir.

Osmanlı mahkemeleri, Divân-ı hümâyun tarafından denetlenmiştir. Osmanlı mahkemelerinde kadı’nın yan sıra bir bilirkişilik kurumu meydana getirilmiş, davaların görüldüğü oturumlarda şuhûdu’l-hâl veya udûlu’lmüslimîn gibi adlar alan şahitler heyeti nezaretinde dava açık olarak görülmüştür. Davalarda alınan her türlü karar ise bugünkü mahkeme ilâmlarında olduğu gibi sicil defterlerine kaydedilmiştir. Örfî kanunların hazırlanmasında, Nişancılar ın da çok önemli rolleri olmuştur. Şekillenen hukukî esaslar, padişahların tasdikiyle kadılara gönderilen fermanlarla kanun haline gelmiş ve uygulamaya konulmuştur.

İslam Medeniyetinde Oluşan Hukuk Kurumları

Kadılık: Devlet yöneticilerinin, zaman içinde insanlar arasındaki davalara bakmak için ne bilgileri ve ne de zamanları yeterli gelmeye başlamış bunun üzerine, kadılık işleriyle meşgul olacak özel görevlilere ihtiyaç duyulmuştur. Bu anlamda Hz. Peygamber’in, insanları muhakeme ederek hükümler vermesi, Hz. Ali ve Hz. Muaz’a ayrıca kadılık yetkisi vererek Yemen’e göndermesi ve ilk dört halifenin de aynı yöntemi uygulaması, Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkların mahkeme yoluyla çözümünü gerekli hale getirmiştir.

Kadılık görevi Müslüman, ergen, akıl sahibi, hür, sağlam duyu organları, adalet ve içtihad bilgisine sahip olunmasını gerektirmektedir. Ayrıca Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Kıyası bilmek ön koşuldur.

Hukuk alanında Abbasi devrinin önceki dönemden farklı olarak her vilâyette dört mezhebi temsilen kadılar bulunmaktadır ve kadı, kararlarını içtihad etme zorunda kalmaksızın bu mezheplerden birine uygun olarak vermektedir. Bu dönemde kadının yetkisi artmış, sadece anlaşmazlıklara, davalara değil aynı zamanda vakıflar, velayet ve vesayet konularına da bakmaya başlamıştır.

Peygamber (as) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekân yoktu. Kimi zaman camide, pazarda, kimi zaman da evde veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinlemekte ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararların yerine gelmesini sağlamaktaydı. Daha sonra özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı. Davalar için belirlenmiş belirli gün ve saatler de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı.

Osmanlılar Döneminde Kadılık: Osmanlılarda, Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali’nin damadı ve talebesi Dursun Fakih ile başlayan kadılıkta, kadı’nın adlî görevi yanında idârî, ilmî, beledî ve askerî görevi de bulunmaktadır. Bu anlamda kadı, şehrin yargı makamı olduğu kadar asayişin, beledî hizmet ve zabıta görevlerinin âmiri, vakıfların da denetleyicisidir. Medresenin yüksek derecelerinden mezun olmuş kadılar, sancak ve kazalara tayin edilmektedir. Ancak sancak kadıları, hiyerarşik olarak daha üsttedir. Sancak ya da kaza fark etmeksizin açık duruşma biçiminde gerçekleşen mahkeme esnasında, kadıların yanında, davanın kurallara uygun görüldüğünü tespit eden Şuhûdu’l-hâl adlı bilirkişi heyeti bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli konularda kadılara vekâlet eden ve kadılar tarafından geçici veya daimi olarak belirli bir iş için görevlendirilen nâibler söz konusudur. Davacılarla davalıları mahkemeye çağıran ve duruşma sırasında hazır bulunmalarını sağlayan görevli ise muhzır dır. Görülen davalarda, tarafların iddia ve savunmalarını, şahitlerin beyanını tam ve doğru bir şekilde deftere kaydetmekle görevli kişilere de kâtib denilmektedir. Türkiye’de kadılık ünvanına son verilmesi ise şer’î mahkemeler ve ona bağlı olan dairelerin bütün görevlerini, 8 Nisan 1924 tarihli kanundan sonra asliye mahkemelerine devretmesiyle gerçekleşmiştir.

Kazasker/Kadıasker: Asker kadısı veya ordu kadısı anlamındaki kazaskerlik görevi, Abbasilerde ortaya çıksa da Osmanlılarda kazaskerliğin ortaya çıkışı I. Murad zamanındadır ve ilk Kazasker, Çandarlı Kara Halil’dir. Kazaskerler Divan’ın tabii üyesidir. Fatih devrinde sayısı ikiye çıkarılan kazaskerlerin ilki Rumeli , ikincisi Anadolu kazaskeri ünvanına sahiptir. Bunlar arasında derece farkı olmakla birlikte vazife bakımından eşittirler. Divan’daki protokole göre vezirlerden sonra gelmektedirler. Divan-ı Hümayun’da dinî meseleler, kazaskerler tarafından çözüme kavuşturulmaktaydı. Kadılar, divan toplantılarının dışında haftada beş kez kendi makamlarında divan kurup yüksek davalara bakan kazaskerlere bağlı idiler. Onlar ise sadece vezir-i azama karşı sorumludurlar.

Hisbe/İhtisab: Hisbe sistemini ilk defa uygulamaya başlayan Ömer b. Hattâb’dır. Muhtesib ünvanı, ancak Abbasi halifesi Mehdî zamanında kullanılmaya başlanmıştır. Hisbe kurumunun başında bulunan muhtesib, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. muhtesib, Müslümanların yaşadığı bölgelerde halkın cuma namazları için camiye gidip gitmediklerini denetler, Ramazan ayında alenen oruç yiyenlere, içki içip sarhoş olanlara, iddet beklemeden evlenen kadınlara ve yasaklanmış musikî aleti çalanlara gereken cezaları verirdi. Muhtesibin yetki alanlarından birkaçı aşağıda yer almaktadır:

  • Okul denetimi,
  • Öğrencileri gereksiz yere döven öğretmenleri cezalandırma,
  • Düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklama,
  • Ölçü ve tartı âletlerini kontrol ederek çarşıların düzenini sağlama, • Şeriatla alay edenleri takibe alma,
  • Komşu hakkına tecavüzü önleme,
  • İslâm ülkesinin vatandaşı olan gayrimüslimlere ait binaların Müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmasını önleme vb.

Mezalim Mahkemeleri: İslâm medeniyetinde en üst yargı makamı kabul edilen mezâlim mahkemesi, günümüz hukuk anlayışındaki istinaf mahkemesi, temyiz, Danıştay gibi kurumlara karşılık gelmektedir. Mezâlim mahkemeleri, yargı fonksiyonu dışında çeşitli alanlarda da faaliyet göstererek idarî, dinî, malî vs. gibi görevlerin yerine getirilmesine yardımcı olmaktadır. Hükümdar, vezir, vali, sahibü’l-mezâlim, kadı, hukukçular ve müftüler, şuhûd, ordu ve maliye temsilcileri ve bazen de muhtesib ve sahibü’ş-şurtanın yer aldığı bir kurul halinde görev yapan devlet organının görevleri şöyledir:

  • Halka karşı sert davranarak hak ve adalet yolundan sapan idareciler hakkındaki şikâyetleri incelemek,
  • Memurların, vergi ve diğer devlet mallarını tahsil ederken yaptıkları haksızlıkları gidermek,
  • Divan kâtiplerini denetlemek,
  • Devletten maaş alanların maaşlarındaki gecikmeyle veya eksik ödenmesiyle ilgili şikâyetleri incelemek,
  • Yöneticilerin veya güçlü kimselerin gasp ettiği mallarla ilgili şikâyetleri incelemek,
  • Umumî ve hususî vakıfların, vakıf şartlarında yönetilip yönetilmediğini denetlemek,
  • Kadı mahkemelerinin verdiği kararları uygulamak,
  • Muhtesiblerin ve özellikle maliye ile uğraşanların yerine getiremediği kararları uygulamak,
  • Cuma ve bayram namazları ile hac ve cihad gibi açık ibadetlerin yerine getirilmesini sağlamak.

Kadı, Muhtesib ve Mezalim Hâkimleri Arasındaki Farklar: Kadıların görevi dinî meselelerle ilgili anlaşmazlıkları halletmek iken muhtesibin görevi ise kamu düzeniyle ilgili işleri kontrol etmek ve bazen de cinayetlerle ilgilenmektir. Mezâlim mahkemesi hâkiminin görevi, kadı ve muhtesiblerin hükümlerine yapılan itirazlara bakmaktır. Kadının işi, araştırmak, hüküm vermekte temkinli ve yavaş davranmak iken muhtesibin görevi meseleleri çözme konusunda acele davranmaktır. Bu anlamda kadılık ve muhtesiblik, aralarında zıtlık bulunan iki görevdir. Ancak buna rağmen, bazen aynı kişiye de verilebilmektedir.

Şahibu’ş-Şurta: Emniyet teşkilâtının vazifelerini yürütmekle beraber ceza hukuku alanında kaza yetkisiyle de donatılan şurta, devletin güvenliği ve kamu düzeniyle ilgili suçlarla ilgilenmiştir. Bu konuda gereken cezalar şurta mahkemelerince verilip infaz edilmiştir. Şurtanın vazifeleri dönem ve ülkeye göre farklılık gösterse de genel olarak Abbasiler, Endülüs Emevileri, Fatımilerde ve doğudaki Türk devletlerinde şurtanın, idare ve asayişle ilgili suçlara baktığı ve siyasete göre hüküm verdiği görülmektedir.