İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ - Ünite 5: İdari ve Siyasi Kurumlar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 5: İdari ve Siyasi Kurumlar
Hilâfet
Hilafet, bir kimsenin arkasından gelip onun yerine geçmek, onun makamını almak, arkasından gitmek ve onu temsil etmek demektir. Terim olarak hilafet, Hz. Muhammed’den (as) sonra Hz. Ebubekir’in halife seçilmesiyle birlikte kurulan devlet başkanlığı konumudur.
Halife , kelime anlamı olarak bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden, kendisinden öncekine vekil olan anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise Hz. Muhammed’in (as) vekili sıfatı ile Müslümanların devlet başkanını ifade etmektedir. Hilafete (devlet başkanlığına) imamet, halifeye (devlet başkanına) ise imam denilmektedir.
Hilafetin Kaynağı
Hilafetin kaynağını anlayabilmek için öncelikle kavram boyutunda açıklamalar yapılmakta, ardından Hz. Muhammed’in devlet başkanlığı anlatılmaktadır.
Kavram Boyutu: Hilafet kavramına iki tür yaklaşım söz konusudur. Bakara, En’am, Yunus, Neml, Fatır surelerinin ayetlerinde Allah’ın insanı yeryüzünün halifesi olarak yarattığı ifadesi yer almaktadır. Siyasi bağlamından farklı olarak burada halife, insanın yaratılışının anlamını ifade eden bir bilinçtir. İnsanın sorumluluk alanıyla ilgilidir. Diğer yaklaşım ise insanı Allah’ın halifesi olarak görmektedir. Bu ise daha çok insanın yaratılış amacıyla ilgilidir.
Siyaset bağlamında yorumlanmaya açık olan Araf, Yunus, Nur, Sa’d surelerinin ayetlerinde halifeden, hak ile hükmetmesi, nefsine yenik düşmemesi, Allah’a kul olma bilinç ve davranışını her zaman göstermesi beklenmektedir. İlk ayet grubunda yaratılışın anlamını belirleyen bilinç, bu ayetlerde ise söz konusu bilincin gerçekleşme yöntemi sunulmaktadır.
Bazı hadislerde halifelik kavramına yönelik önermelerin doğruluğu tartışmalıdır. Söz konusu önermelere örnek olarak halifenin Kureyş kabilesinden olması gerektiği, iki halife söz konusu iken ikisine de biat edilirse sonrakinin öldürülmesi gerektiği, Hz. Peygamber’den 30 yıl sonra halifeliğin saltanata dönüşeceği gösterilebilmektedir. Ancak bunlardan kimi hiç söylenmemiş, kimi uygulanmamış kimiyse yanlış aktarılmış hadislerdir.
Hz. Peygamber’in Devlet Başkanlığı: Hz. Muhammed’in (as) Medineli Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenleriyle yaptığı anlaşma olan Akabe Biatı, siyasi liderliğinin kabulünü simgelemektedir. Hicretten sonra Medineli Yahudiler ve gayrimüslim Araplarla yaptığı Medine sözleşmesi sayesinde Hz. Peygamber siyasi birliği tamamlamış, Medine İslam Devleti’nin başkanı olmuştur. Bu dönemde Mekke ve Medine’de yaşam parçalı bir yapıda değildir ve sosyal, siyasal, dini, iktisadi alanlara bölünmemiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed (as) iyi bir eş, iyi bir baba oluşunun yanı sıra namazda imam, savaşta komutan, dönemin dünya liderlerini İslam’a davet eden bir davetçi ve etkili bir devlet başkanı rolleriyle İslamı tebliğ etmekle kalmamış aynı zamanda onu hayatın bütününde uygulamıştır.
Hilafet-Devlet İlişkisi
Devlet birey, toplum, millet ve dünya hayatının düzenini sağlayan etkili ve yetkili üst düzey bir organizasyon ve bir kurumdur. Bu sebeple insanın halifelik görevinin yerine getirilmesinde önemli bir unsurdur. Devlet olmazsa insanın halifelik görevi, bireyin vicdanıyla sınırlanmakta ve tam anlamıyla yerine getirilememektedir. Oysa hilafet, bütün insanlığın yaratılış amacı olan İlahi gayeyi yeryüzüne taşıma sorumluluğudur.
Halife, teokratik sistemdekine benzer şekilde otoritesini Allah’tan değil dini sınırlar içinde idare edeceği halkın biatından almaktadır ve sorumluluklarını yerine getirmediğinde görevden uzaklaştırılmaktadır. Hilafet ve din ilişkisine iki tür yaklaşım söz konudur. Bir yanda hilafeti, iktidarı ele geçirmede bir araç olarak görenler, diğer yanda ise hilafetin devletle hiçbir ilgisi olmadığını savunanlar bulunmaktadır.
Hilafetin Tarihi Serüveni
Hulefa-i Raşidin Dönemi: Hz. Peygamber, kendisinden sonra siyasi halifenin kim olacağı ve bunun hangi usül ile belirleneceği konusuna bir açıklama getirmeden vefat etmiştir. Böylece kendilerini yönetecek halifenin seçimi, Müslümanlara kalmıştır. Mekkeliler ve Medineliler arasında, kimin devlet başkanı olacağına dair tartışmalar başlamıştır. Ensar (Medineliler), Mekkelilere yaptıkları yardımlardan dolayı halifeliğin kendilerinin hakkı olduğunu savunuyor, Kureyş ise bu yardımları doğruluyor ancak kendi fedakârlıklarını ve Araplar arasındaki siyasi etkililiğini hatırlatarak halifeliği kendilerinin hak ettiğini söylüyordu. Hz. Ebubekir, Arapların Kureyş kabilesi tarafından yönetilmeyi kabul edeceğini belirterek Kureyş’ten bir halife seçilmesini uygun görmüştür. Fakat bu sosyolojik tespit, hilafet tartışmalarında uzun yıllar bir kural olarak kabul edilmiştir.
Hz. Ebubekir, Müslümanların ilk halifesi olarak göreve başladı. Hz. Ali ve Haşimilerin, bu duruma karşı takındıkları tavır, İslam’da ilk siyasi ihtilaftır ve ileride İslam dünyasını Ehl-i sünnet ve Şia olarak ikiye bölecek zemini oluşturmaktadır. Hz. Ebubekir kendisinden sonra sahabenin isteği üzerine Hz. Ömer’in halife olmasını önermiştir ve onun halife oluş şekli, hilafetin saltanata dönüşmesi sırasında veliaht tayinlerine örnek olarak gösterilmiştir. Ancak bu tespit, kan bağları olmaması dolayısıyla yanlıştır.
Hz. Ömer on yıllık halifelikten sonra bir suikast sonucu ağır yaralanmıştı. Ondan kendisinin yerine bir halife önermesini istediler. Ehlü’ş-Şura adı verilen altı aday önermesinin ardından Ehlü’l-Hal’ ve’l-Akd seçimi gerçekleşmiştir. Bu altı aday arasından Hz. Osman seçildi ve üçüncü aday olarak görevine başladı. Toplamda on iki yıl halifelik yapan Hz. Osman’ın hilafet süresini, sorunsuz geçen ilk altı yıl ve idari uygulamalın eleştirildiği ikinci altı yıl olarak ikiye ayırmak mümkündür. Mısır, Kufe ve Basra’dan 2.000’den fazla isyancının Medine’yi basması ile Hz. Osman şehit edildi ve onun yerine Hz. Ali dördüncü halife ilan edildi. Ancak o da beş yıla yakın süre halifelik yaptıktan sonra suikaste uğradı. İslam tarihinde, bu dört büyük halife dönemi Asr-ı Saadet olarak tanımlanmaktadır.
Hz. Ali’nin vefatının ardından biri Şam’da (Muaviye) diğeri Kufe’de (Hz. Hasan) olmak üzere iki halife ilan edildi. Ancak Hz. Hasan iç savaş çıkmasını istemediği belirli şartlar karşılığında Muaviye ile anlaşarak hilafetten çekildi. Bu şartlar: intikam siyaseti gütmemek, kendisinden sonra halifeyi şuranın seçmesi ve ailesi için hazineden tahsisat bağlanmasıdır. 661 yılına denk düşen bu yıla, Birlik Yılı denilmektedir.
Emeviler Dönemi: Muaviye’nin halifeliği ile birlikte, İslam tarihinde yeni bir dönem başladı. Ülkenin başkenti Şam’a taşındı. Kendinden öncekilerin aksine yeni halife halifetullah (Allah’ın halifesi) sıfatını kullanmaya başladı. Hz. Hasan ile yaptığı anlaşmaya uymadı ve halifeyi şura değil kendisi seçti. Oğlu Yezid’i veliahtı tayin etti ve böylece hilafetin özünde büyük değişiklik yaparak veraset sistemini getirdi. Artık hilafet, babadan oğula veya hanedanın bir başka üyesine devredilerek saltanata dönüşmüştü. Bir diğer ifadeyle devlet, Emevilerin siyasi mülkü haline gelmişti.
Din-siyaset ilişkileri incelendiğindeyse Hulefa-i Raşidin döneminde siyasi otoritenin İslam’ın korunması ve yayılması için kullanıldığı ve halifelerin meşruiyetlerini dinden aldıkları görülmektedir. Muaviye ile birlikte ise devlet din adına değil kabile adına yönetilmeye başladı. Din, siyasetin hizmet alanına girdi ve meşruiyet, kabileye, kuvvete yöneldi.
Muaviye vefat edince oğlu Yezid halife oldu ve kendisine biat etmeyen Hüseyin b. Ali, bunun bedelini Kerbela’da canı ile ödedi. Kerbela Olayı’ndan sonra İslam dünyasında Emevilerin meşruiyeti sorgulanmaya başladı. Yezid’in oğlu II. Muaviye babasının ölümünden sonra halifeliği devralmadı ve Abdullah b. Zübeyr Mekke’de halifeliğini ilan etti. Ancak Abdülmelik b. Mervan’ın komutanı Haccac b. Yusuf es-Sakafî (Haccâc-ı Zâlim) ile Mekke’de yaptığı savaş sonrasında kahramanca şehid oldu (692).
Abbasiler Dönemi: Ebu Müslim Horasani’nin Abbasoğulları adına başlatmış olduğu ihtilal başarıyla sonuçlandı ve Ebu’l Abbas Kufe Camii’nde halktan biat alarak ilk Abbasi halifesi oldu (750). Çok kan döktüğü için seffah adını alan Ebu’l-Abbas, 754 yılında vefat etti. Veliaht tayin ettiği kardeşi Cafer el-Mansur, halife oldu. Abbasiler devletinin gerçek kurucusu olan Cafer, hilafet merkezini Bağdat’a taşıdı. Çocukların hilafet için potansiyel risk taşıdığı gerekçesiyle, onları öldürüyordu. Ehl-i Beyt’in Hz. Ali ve oğulları değil, Abbasoğulları olduğunu ilan etti.
Abbasiler 750-847 yılları arasında, ilk on halife döneminde güçlü dönemlerini yaşamışlardır. Hilafet politikası açısından Emevilerden pek fazla bir şey değişmedi. Halife tayininde saltanat sistemi, daha da katı şekilde uygulanmıştır. Öyle ki çocuk yaştakiler bile halife ilan edilmiştir. Emeviler dönemindeki halifetullah hitabı, Abbasilerde sultanullah (Allahın sultanı)’a dönüştü.
Gerileme ve yıkılış dönemlerine karşılık gelen 847-1258 yılları arasında ise hilafet makamı giderek gücünü, saltanatını ve etkisini kaybetti. Büveyhiler Bağdat’ı işgal edince (945) hilafet, Büveyhi hanedanın etkisi ve kontrolü altına girmiştir. Selçuklu ordusu, 17 Ocak 1055 tarihinde Bağdat’a girerek hilafeti Büveyhilerden kurtarmıştır. Abbasi halifesi bunun üzerine, Tuğrul Bey’in adının da hutbelerde okunmasını emretmiş, ona törenle taç giydirip kılıç kuşatmış ve onu “Sultanü’l- Mağrib ve’l-Maşrık” (Doğunun ve batının hükümdarı) ilan etmiştir. Böylece halifenin görev ve yetki alanı yeniden tanımlanmıştır. Halife neredeyse tüm yetki, sorumluluk ve güçlerini sultana devretmiştir.
Moğollar 1258 yılında Abbasi hilafetine son vermiştir. Bu nedenle İslam dünyası üç yıl halifesiz kalmıştır. Memluk sultanı I. Baybars, son halifenin amcasını halife ilan etmiş böylece hem kendi iktidarının meşruiyetini sağlamış hem de Müslüman dünyasında saygınlık kazanmıştır. Yetkisiz ve etkisiz, yalnızca sembolik olan bu halifelik Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesiyle birlikte (1517) sona ermiştir.
Osmanlı Dönemi: Osmanlı sultanlarının halife kabul edilmelerinin tarihi sürecine yönelik iki yorum söz konusudur:
- Osmanlı sultanları, Osman Bey’den itibaren halifedir. Nitekim Osmanlı tarihinin ilk kaynaklarında (Osmanlı sultanlarının yazdıkları resmi mektuplarda) kendileri için halife sıfatını kullanmışlardır.
- Osmanlı sultanlarının halife olmaları, Yavuz Sultan Selim ile başlar. Yavuz, Mısır’ı fethetmiş ve halifeliği Abbasilerden teslim almıştır. Ancak kaynaklarda böyle bir bilginin yer almaması bilginin doğruluğu konusunda tereddütlere yol açmaktadır.
Osmanlı sultanları, halife unvanını resmi olarak ilk kez III. Ahmed’in 1727 yılında Afgan Hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı anlaşmada kendisinin “bütün Müslümanların halifesi” olarak nitelendirilmesiyle almıştır. Uluslararası boyuta taşınması ise 17 Temmuz 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile mümkün olmuştur. Halifeliğe en fazla önem veren Osmanlı sultanı II. Abdülhamid’dir. Öyle ki halife unvanını, sultan unvanından daha çok önemsemektedir.
II. Abdülhamit’ten sonra, hilafet kurumu giderek güç kaybetmeye ve zayıflamaya başladı. Savaşlar, iç çekişmeler, siyasi krizlerin üzerine bir de İngilizlerin Osmanlılara sunacakları siyasi ve ekonomik çıkarların ön koşulu olarak hilafetin kaldırılmasını öne sürmesiyle hilafet kurumu varlığını koruyamadı. 1 Kasım 1922’de saltanat, hilafetten ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Ardından 3 Mart 1924 tarihinde de halifelik kaldırıldı.
Vezirlik
Farsça kökenli vezir sözcüğü, daha sonra Arapçalaşmıştır ve üç kökten türemiş olabileceği belirtilmektedir:
- Vizr kökü: Ağırlık anlamına gelir. Çünkü vezir, hükümdarın, yönetim yüklerini taşımaktadır.
- Ezr kökü: Sırt demektir. Çünkü vezir, nasıl sırt vücudu destekliyorsa öyle hükümdarı desteklemektedir.
- Vezr kökü: Sığınak demektir. Çünkü hükümdar, onun görüş ve yardımına sığınmaktadır.
Terim olarak ise padişahın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdarlıkla ilgili konularda ona görüşleri ve idaresiyle yardımcı olan kimsedir. Kur’an-ı Kerim’de, yardımcı ve sığınak anlamlarında, hadislerde ise yardımcı anlamında kullanılmıştır. Devlet memuru olarak vezir, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kayıtsız şartsız elinde bulunduran, hükümdarın vekili sıfatıyla bütün devlet işlerini yürüten ve idare eden en yüksek dereceli bürokrattır.
Vezirliğin Kaynağı
İslami dönemde, vezirliğin kaynağının Kuran, Hadis ve Maslahat olduğu belirtilmektedir. Kurana göre hükümdarın kendisine bir vezir tayin etmesi en meşru hakkıdır. Çünkü Hz. Musa kendisine Allah’tan bir vezir istemiş, o da kardeşi Harun’u ona vezir tayin etmiştir. Vezirliğin kaynağının dayandırıldığı hadis ise şöyledir: “Allah bir emire hayır murad ettiği zaman ona doğru ve sadık bir vezir verir. Vezir ona yardım eder ve bir şeyi unuttuğu zaman ona hatırlatır.” Devletin ve milletin işlerinin iyi yürütülebilmesi için hükümdarın bir vezire ihtiyacı olması da vezirliğin maslahat kaynağını teşkil etmektedir. Öyle ki saltanat çadıra benzetilmekte, çadırın direğinin de doğru ve ileri görüşlü bir vezir olduğu dile getirilmektedir.
Vezirliğin Tarihi Serüveni
Vezirliğin tarihi serüveni incelendiğinde iki dönem olduğu görülmektedir:
Abbasiler Dönemi: Hz. Peygamber, birçok konuyu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ile görüşür, onlarla istişare eder, kimi zaman onların önerileri doğrultusunda hareket ederdi. Bu nedenle ikisine, Resulullah’ın veziri denilmekteydi. Hulefa-i Raşidin ve Emeviler döneminde vezir adı verilmese de vezirlik görevi yapan danışmanlar bulunmaktaydı. Vezirliğin kurumsal kimliğine kavuşması ise Abbasiler döneminde olmuştur.
Abbasilerin kurucu halifesi olan Ebu’l-Abbas, bu kurumu İslâm dünyasına taşımış ve ilk vezir olarak da Hemedanlı Ebu Seleme Hafs b. Süleyman el-Hallâl’i görevlendirmiştir. Böylece İslam idârî sistemi, hilâfetten sonra ikinci kurumuna kavuşmuştur.
Abbasilerin ilk dönemlerinde vezirlerin tayin şekli pek belirgin değildir. Ancak 900’lü yılların başlarından itibaren, halifenin vezir olabilecek adayları belirlediği, bu isimleri vezâretten ayrılan bir mutemedi ile görüştükten sonra onlardan birini vezirliğe tayin ettiği, kaynaklarda nakledilmektedir. Yeni halife genellikle kendinden önceki halifenin vezirini görevine devam ettirirdi. Vezir olan kişi sarayda yapılan törenle, halifenin kendisine hediye ettiği hil’atı giyer, kılıcı kuşanır ve halifenin elini öperdi.
Abbasilerde iki tür vezirlik bulunmaktaydı. Tefvîz vezirliği, devletin bütün işlerini halife adına görürdü. Sadece, veliaht tayinine, halifenin tayin ettiği memuru azle, azlettiği memuru da göreve alma yetkisi yoktu. Tenfîz vezirliği, sadece görev alanına giren konulardan sorumlu, yetkileri de görev alanı ile sınırlı idi. Özetle vezir sultanı ve devleti yönetiyorsa, tefvîz vezirliği, sultan işi elinde tutuyor ve bizzat yapıyorsa, tenfîz vezirliği anlamına gelmektedir.
Osmanlı Dönemi: Osmanlılarda kuruluştan itibâren var olan vezirlik makamındaki vezir, hükümdar ve kadı, divanı oluşturmaktaydı. Osmanlı’nın ilk veziri, ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâeddin Paşa’dır. Murad zamanında işler çoğalınca vezir sayısı ikiye çıkmış ve biri “vezîr-i âzam” (baş vezir) olmuştur. Vezir sayısı, II. Murad (1421-1451) döneminde dörde çıkmıştır. Kanuni döneminin sonlarına doğru vezir sayısı yedi olmuş, bu sayı 1599 yılında yirmi üçü bulmuştur. Vezir sayıları 1600’lü yıllarda yeniden azalmaya başlamıştır.
İlk zamanlar vezîr-i âzama hükümdar tarafından “ulu vezir” denilir ve üzerinde sultânın ismi bulunan ve “mühri hümâyun” denilen mühür, divit takımı ve üç tuğ verilir, hilât giydirilirdi. Padişahın mührünü taşıdığı için vezîr-i âzama sâhib-i mühür de denirdi. Seferlerde vezîr-i âzama ayrı sancak verilir ve ayrı çadır kurulurdu. Vezîr-i âzam ve diğer vezirler, berat veya menşur ile tayin edilirdi. Tayin menşuru bizzat reîsülküttab tarafından vezirin konağına götürülür, tayin belgesinde görev ve yetkileri açıklanırdı. Yeni vezir olanlar başta sultan olmak üzere üst düzey bürokratlara pîşkeş ve câizeler (hediyeler) sunarlardı. Vezîr-i âzam, görev ve yetkileri açısından Abbasilerdeki “tefvîz vezirliği” gibiydi.
Fatih dönemine kadar vezirler genellikle köklü Türk ailelerden tayin edilirdi. Ancak Fatih bu geleneği değiştirdi ve vezirleri büyük ölçüde devşirmelere tahsis etti. Vezîr-i âzamların görev süreleri, başarıları ve hükümdarla ilişkilerine bağlı idi. Bir aylık süreli vezîr-i âzamlar olduğu gibi görevinde yirmi yıl kalanlar da oldu. Vezîr-i âzamlar, ya hükümdarın azletmesiyle ya eceliyle ölmesiyle ya da öldürülmesiyle görevden uzaklaşırlardı. Vezirler ise belirli süreler için tayin edilirlerdi. Süresi dolunca görevi yenilenirse buna “ibkâ”, başkasına verilirse buna da “tevcih” denirdi. Görevi yenilenenlere “ibkâ beratı” verilir, onlar da başta sadrazam olmak üzere ilgililere hediyeler takdim ederdi. Haklarında suistimal veya zulüm isnâdiyle şikâyet olduğunda yargılanabilirler ve sonunda azledilebirler hatta idam da edilebilirlerdi.
Kanunî Sultan Süleyman dönemiyle beraber vezîr-i âzam yerine, “sadr-ı a‘zam” (sadrâzam), “sadr-ı âlî” ve “sadâret- penâh” adları kullanılmaya başlanmıştır. Bunlardan en yaygın kullanılanı da sadrâzamdır. Sadrâzamlık 1922 yılında saltanatın kaldırılması ile birlikte son Osmanlı sadrâzamı Tevfik Paşa’nın istifasıyla sona ermiştir.
Vezirin Özellikleri, Görev ve Yetkileri
Bir vezirin taşıması gereken özellikler şu şekildedir:
- İçtihat yapabilecek bir ilme sahip olmak.
- İdâre, siyaset ve harp sanatlarını bilmek.
- Emanet ehli olmak, asla hıyanet etmemek.
- Doğru-dürüst, kendisine güvenilir olmak.
- Kanaatkâr olmak.
- Bedenen sağlam ve cesaretli olmak.
- Kuvvetli bir hafızaya sahip olmak.
- Zeki ve ferâsetli olmak.
- Adil ve erdemli olmak.
- Tecrübe ve ihtisas sahibi olmak
- Ergin, Müslüman ve erkek olmak.
- Halk ile arasında düşmanlığının bulunmaması.
- Kötü alışkanlıkları olmaması.
Divanlar
Divan kelimesinin Farsçadan Arapçaya geçtiği düşünülmektedir. Günümüz Arapçasında “devlet dairesi, yönetim bürosu, memurluk yapılan yer, sekreterlik” anlamlarında kullanılmaktadır. Terim olarak ise devlet idaresindeki muhtelif idarî, askerî ve malî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere; bunların ve devlet memurlarının bulundukları yere verilen isimdir. İslâm ülkelerinde devlet işleri ile alâkalı en yüksek idarî makamı ifade eder.
Divanın Kuruluşu ve Kaynağı
Divan kurumu, Hz. Ömer döneminde devlet hazinesini düzene koymak ve savaşlarda orduya katılanları kayıt altına almak üzere kurulmuştur. Hz. Ömer döneminin ilerleyen yıllarında Irak, İran, Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethiyle beraber gayrimüslimlerden alınan cizye, haraç vb. çeşitli vergiler ve ganimetlerden gelen devlet gelirleri çok artmış, bunların Müslümanlara dağıtımı kurumsal bir organizasyonu ihtiyaç haline getirmiştir. Bunun üzerine ileri gelen sahabe ile görüşmeler yapan Hz. Ömer 641 tarihinde divan teşkilâtını kurmuştur. Bu divana “Divânu'l-Atâ” adı verilmiştir.
Hz. Ebubekir döneminde atıyye (gelirler) Medineliler arasında eşit miktarlarda dağıtılmakta iken Hz. Ömer bu uygulamayı değiştirerek dağıtımı farklı miktarlarda yapmıştır. Ödemelerde Hz. Peygamber’e yakınlık, fetihlere katılmış olma gibi ölçüler esas alınmış ve ödeme miktarları da bu esaslara göre düzenlenmiştir. Gerek divanın kuruluşunu ihtiyaç haline getiren şartlara ve amaçlara, gerek kuruluş aşamasında ileri sürülenlere gerekse daha sonraki işleyiş şekline dikkatle bakıldığında bu kurumun kaynağının Bizans’a ya da Suriye’ye bağlanmasının doğru olmayacağı ortaya çıkmaktadır. Hz. Ömer bu kurumu, Müslümanların ihtiyaçlarını karşılaması için İslâmî esaslardan kaynaklanan değerleri göz önüne alarak kurmuştur.
Divanların Tarihi Serüveni
Emeviler ve Abbasiler Dönemi: Kurumun işlevselliği ve önemi Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de aynı şekilde devam ettirilmiştir. Ülkenin idarî, siyasî ve ekonomik gelişmesine paralel olarak artış göstermiş olan divan, gerek sayı gerekse divan üyelerinin görev ve nitelikleri bakımından Emeviler döneminde büyük bir gelişme göstermiştir.
İlk Emevi halifesi zamanında, “Divânu'l-Atâ” ile yetinilmeyip divan sayıları artırılmış ve görev alanları yeniden düzenlenmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Divânu'l-Harâc, Divânu’r-Resâil, Divânu'l-Hâtem, Divânu'l-Berîd, Divânu'l-Cünd , Divânu’n-Nafakât, Divânu's-Sadakât, Divânu’l-Müstegallât ve Divânu'tTıraz.
Abbasiler dönemi, başlangıçta Emevi müesseselerini aynen devam ettirmiş görünmekle birlikte divan kurumuna birtakım yenilikler de getirmişlerdir. Emevilerde bulunan divanlara Abbasilerin ilave ettiği divanları şöyle sıralayabiliriz: Divânü’t-Tevki’, Divânü’l-Mezâlim, Divânü’l-Ezimme, Divânü’l-Müsâdere, Divânü’l-Ceyş, Divânü’d-Dıyâ’ ve Divânü Beytilmâl
Selçuklular Dönemi: Selçuklularda divan teşkilâtının başında bütün devlet işlerinin yürütüldüğü “Büyük Divan” veya “Divân-ı ‘lâ” vardı. Buna “divân-ı vezâret” de denirdi. Bu Büyük Divan’a bağlı olarak dört büyük divan daha vardı: Divân-ı İnşâ, Divân-ı İstifâ, Divân-ı İşraf ve Divân-ı Arz.
Osmanlı Dönemi ve Divan-ı Hümayun: Selçuklulardaki büyük divan’ın yerini Osmanlılarda bir anlamda “Divân-ı Hümâyun” almıştır. Divân-ı Hümâyun’a geçiş II. Murad döneminde başlayan ve Fatih döneminde tamamlanan bir süreçte gerçekleşmiştir.
Fatih dönemine kadar hükümdarın, sonraları vezir-i âzamın başkanlığında toplanarak devlet işlerine bakan ve padişah adına karar veren Divân-ı Hümâyun’a padişahın başkanlık etme geleneği, Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra son verilmiştir. Padişah, vezir-i âzam ve diğer vezirler, kadıaskerler, defterdarlar, nişancı, Rumeli Beylerbeyi, Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa’nın yer aldığı Divân-ı Hümâyun’da vezirlik rütbesine yükseldikten sonra Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa divanın aslî üyesi olurlardı. Divan üyesi olmamakla birlikte Şeyhülislâm, her zaman ve kimseye haber verme ihtiyacı duymadan divan müzakerelerine iştirak edebilirdi, ancak oy hakkı yoktu. Divan, her gün sabah erkenden namazdan sonra padişahın huzurunda toplanarak gerek devlete, gerek halka ait askerî, malî, idarî, hukukî ve örfi işler hakkında kararlar verirdi.