İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ - Ünite 3: İslâm Medeniyetinin Özellikleri Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: İslâm Medeniyetinin Özellikleri
Giriş
Tarihten günümüze kadar insanın bulunduğu her yerde, az veya çok medenîleşme hareketinin görüldüğü bilinen bir gerçektir. Zira toplu yaşayışın doğurduğu medenî ilerlemeler, insanın yeryüzünde var olduğu günden beri devam edip gelmektedir. Bu bakımdan, günümüze gelinceye kadar insanlığın birbirinden farklı özellik taşıyan kaç medeniyetle karşılaştığı kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber ünlü medeniyet tarihçisi Arnold Toynbee, tarihteki 16 medeniyetin öldüğünü, 5’inin de günümüz Batı medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmektedir.
Medeniyetler ve İslâm Medeniyeti
Günümüze geldiğimizde iki medeniyet bölgesinin ağırlık kazandığı görülmektedir. Bunlardan biri, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirinde bulunan Batı medeniyeti, diğeri de İslâm dininin yayıldığı bölgelerde hâlâ etkisini sürdüren İslâm medeniyetidir. Doğuşu ve gelişmesi esnasında İslâm, birbirinden tamamen farkla dört medeniyet ve kültür alanı ile karşılaştı. Bunlar:
- Roma (Bizans)
- İran
- Hint
- Çin
İlme önem veren ve ilmî gelişmelere açık olan İslâm sayesinde Müslümanlar kısa sürede damgalarını vurdukları bir medeniyet meydana getirdiler. Bu medeniyet, kısa bir zaman diliminde Cebel-i Tarık Boğazı’ndan Çin Seddi’ne kadar olan geniş bir sahayı kapladı.
İlk fetihlerden hemen sonra Müslümanlar, fen, ilim, sanat, iktisat, tıp, tarih, edebiyat ve felsefe gibi ilimlerde büyük bir ilerleme kaydettiler. Böylece büyük bir medeniyet kurulmuş oldu. İslâm medeniyeti, Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemeli bir kısmını içine almakla kalmamış, aynı zamanda özellikle günümüz Avrupa’sının medeniyeti olarak bilinen Batı medeniyetinin gelişmesinde de büyük bir rol oynamıştır.
Bugün sıradan bir insan İstanbul’dan kalkıp Merakeş, Kuala Lumpur, Kahire, Mekke, Şam, Tahran, Bakü, Şiraz, Kabil, Lahor, Semerkant, Kalkuta’ya gitse bu şehirlerin hiç birisinde kendini tamamıyla yabancı hissetmez. Kendisini az çok alışmış olduğu levhalar, şekiller, hareketler ve tavırlar arasında görür. Buna karşılık yanıbaşındaki Sofya, Atina vs. gibi başka medeniyetlere bağlı şehirlere gittiği zaman kendisini yabancı olarak görür. Bu durum, medeniyet farklılığından ileri gelir.
İslâm medeniyeti, İslâm dinini kabul eden milletlerin elbirliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Hz. Peygamberle başlayan bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir.
VII. asırdan başlayıp XIII. asra kadar devam eden dünya medeniyeti tarihi, İslâm medeniyetinden ibarettir. Tarihin kabul ettiği reddedilmez gerçeklerden birisi de, milâdın VII. yüzyılından XIII. Yüzyılın ortalarına kadar hem Avrupa’nın, hem de Ön Asya’nın en medenî ve ileri memleketlerinin İslâm ülkeleri olduğudur. Bu devirde Bağdat ve Kurtuba, dünya zenginliklerinin aktığı, ticaretin son derece hareketli olduğu ve çeşitli sanatların geliştiği en zengin şehirlerdi. Bütün bu gelişmeler İslâm’ın ilme verdiği değer sayesinde olmuştur.
Hz. Peygamber döneminden başlayıp devam eden İslâm medeniyeti, Kur’ân ve Sünnet’ten aldığı ilhamla insanî birçok değer ortaya koymuştur. Nitekim sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kurulan vakıfların bir benzerini başka medeniyetlerde görmek pek mümkün değildir. Vakıf ise başkalarına yardım etmek gayesiyle kurulan tesislerdir. Müslümanlar, bu tesisler sayesinde adeta bir “Vakıf Medeniyeti” meydana getirmişlerdi.
İslâm medeniyetinin koyduğu değerler, sadece insanları değil, hayvanları da kapsıyordu. Hayvan hakları da koruma ve güvence altına alınmıştı.
Din, vicdan, düşünce, kişisel hak ve hukuka riayet gibi insanlık için gerekli olan prensipler, İslâm toplumunun meydana getirdiği medeniyette yerlerini aldılar. Bu değerler, bazen Kur’an’ın emirleri, bazen de Hz. Peygamber’in uygulaması şeklinde Müslümanlara ulaştı.
İslâm Medeniyeti ve İlim
İslâm kültür ve medeniyetinin en önemli kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, ilk ayeti ile okumayı emretmektedir. Bu kitabın kendisine gönderildiği Hz. Peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kur’ân ile Hz. Peygamber’in okuma ve öğrenmeyle ilgili emirlerini göz önünde bulunduran Müslümanlar, daha İslâm’ın ilk yıllarından itibaren öğrenmek için bütün imkânlarını seferber ediyorlardı.
Dinî bilgilere sahip olunmadan ibadet yapılamazdı, ancak ibadetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadığını da belirtmek gerekir. Zira namaz kılmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, başını yerden kaldırıp gökleri araştırmak ve ay ile güneşin hareketlerini takip etmek zorundadır. Bu da basit bir şekilde de olsa bir astronomi bilgisine; zekât vermek isteyenin matematik bilgisine; hacca gitmek veya namaz kılmak için kıble yönünü tayin etmek isteyen kişinin en azından coğrafya bilgisine sahip olma zaruretini duyar.
İslâmî anlayışa göre ilim ve ibadet, birbirinden ayrılmayan iki unsurdur. Bu sebeple Müslümanlar, İslâm’ın ilk asırlarından itibaren çeşitli ilimleri araştırmaya başladılar. Başlangıçta kısmen tercüme şeklinde olan bu çalışmalar, daha sonra gelişerek bizzat Müslümanların kendi eserleri olarak ortaya kondu. Bu çalışmalarda Kur’ân, Sünnet, Fıkıh, Kelam gibi tercümeye ihtiyaç duymayan dinî ilimlerin yanında tarih, coğrafya, astronomi, tıp, felsefe, matematik, mimarî, iktisat, sosyoloji vs. gibi ilimler de onların çalışma alanlarına girdi. Bu alanlarda çalışanlar arasında; Et-Taberî, Razi, İbn Cülcül, İbn Cezzar, İbn Sina, el-Mesûdî, el-Birûnî, İbn Hazm, İbn Rüşd, elGazzalî, İbnü’n-Nefis, Abdülaziz es-Sivasî, Geredeli Murad, Hacı Paşa, Mukbilzâde Mümin, Sabuncuoğlu Şerafeddin Ali, Ak Şemseddin, Ali Kuşçu, Mirim Çelebi, İbn Kemal, Ebussuûd Efendi gibi birçok âlim vardır ve dünyaya ışık tutmuşlardır.
Hz. Peygamber’in, bizzat kendisinin bir öğretici olduğuna işaretle “Allah, beni bir muallim (öğretici-öğretmen) olarak gönderdi.” (İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, nr. 229) şeklindeki hadisi, Müslümanlar için bir rehber olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in, “Ey Rabbimiz! Onlara, kendi içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder” (Bakara, 2/129) ayeti de bir anlamda onun vazifesinin öğreticilik olduğuna işaret etmektedir.
İslam Dünyası ve ilim denince medreselerin rolü yadsınamaz bir gerçektir. İslam coğrafyasındaki insanlar medreseler sayesinde eğitilmiş, medreseler dini ve akli bilginin merkezleri olmuştur.
İslâm Medeniyeti ve Adalet
İslâm medeniyetinin önemli özelliklerinden biri de adalet prensip ve anlayışına bağlı olmasıdır. Arapça “a.d.l.” kökünden gelen adalet kelimesi, sözlüklerde hakkı yerine getirmek, denk kılmak, doğru olmak, birbirine eşit olmak, terazinin kefelerini eşit hale getirmek, insaf etmek, haksızlıktan kaçınmak, herkese hakkını vermek, davranışlarda doğru olmak ve tarafsızlık gibi birçok anlama gelmektedir. Bu kelimenin zıddı ise zulüm, haksızlık, taraf tutma ve insafsızlıktır.
İslâm, gerek Kur’ân, gerekse Hz. Peygamber’in hadisleri vasıtasıyla herkese karşı aynı şekil ve şartlarda adalet uygulanmasını ister. Ve bu önemli bir prensip, hatta bir ibadet gibi telakki edilmektedir. Zira adaletin uygulanması sayesinde her türlü haksızlık ortadan kalkacaktır.
Bir adı da “Âdil” olan Allah, her türlü fiil ve hareketimizde adalet prensibine riayet etmemizi ister. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar.” (Nahl, 16/90) ile “Ey insanlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun ki o, takvaya daha yakındır…” (Mâide, 5/8) ayetleri, adaletin önemine işaret etmektedir.
İslâm Medeniyeti ve Hoşgörü
İslâm’ın önemsediği ve insanlar arasında uygulanmasını istediği değerlerden biri de hoşgörü dediğimiz müsamahadır. Kelime olarak “görmezliğe gelme, bağışlama gibi manalara gelen hoşgörüyü müsamaha ve tolerans kelimeleriyle de kullanıyoruz.
Kur’ân-ı Kerim’in, “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel tarik (yol, şekil) hangisi ise onunla yap” (Nahl, 16/125). Keza, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256) ayetleri, İslâm’ın başka din, anlayış ve felsefelere sahip olan insanlara bakış açısını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm tarihinde zorla İslamlaştırma gibi bir harekete rastlanmaz.
Bizzat Hz. Peygamber döneminde sayısız örnekleri verilen İslâmî müsamaha o kadar geniştir ki, günümüzün insaflı yabancı araştırıcıları da bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. İslâm’ın bu yöndeki uygulamasından hayranlıkla bahseden Batılı bir kaynak bize şöyle bir olay anlatır: “Bir gün, bir Musevî Muhammed’e gelir. İleri gelen erkândan birisinin kendisinin dinî hislerini incittiğini ve Muhammed’in Musa’dan üstün bir peygamber olduğuna dair bir ifadede bulunduğunu söyler. Peygamber o zata dönerek der ki, böyle bir şey söylememeliydin, başkalarının itikadına saygı göstermek gerekir.” Bu ifadeler bize, Hz. Peygamber’in dinî inanç konusunda ne kadar hoşgörülü ve müsamahakâr davrandığını göstermektedir.
İslâm’ın hoşgörü anlayışı ve ötekine karşı olan insanî tutumu İslâm coğrafyasının en batı ucunda bulunan Endülüs’te de devam etmişti. Gerçekten çok dinli ve çok kültürlü bir yapıda bulunan Endülüs’te yaklaşık sekiz asır süren İslâm hâkimiyeti (711-1492) sırasında Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler aynı ülke içinde bir arada ciddi problemlerle karşılaşmadan yaşıyorlardı.
Endülüs fethedilmeden önce Hıristiyan yöneticiler tarafından baskıya maruz kalan ve zorla Hıristiyanlaştırma muamelesine tabi tutulan Yahudiler, Müslümanların adaletli ve hoşgörülü yaklaşımları sonucunda varlıklarını muhafaza ettiler. Aynı ılımlı politika buradaki Hıristiyanlar için de geçerli olmuştur. Zaten Müslümanlar böyle bir politikadan başkasını da uygulayamazlardı; zira peygamberlerinin gayrimüslimlere karşı olan politikası buna izin vermezdi.
İspanya’da Müslümanlar tarafından meydana getirilen büyük medeniyet dairesi içinde farklı din ve kültürlere sahip insanlar huzur içinde 8. Yüzyıldan 15. Yüzyıla kadar hayatlarını devam ettirdiler. Müslüman Araplar 711 senesinde İslâmiyet’i İspanya’ya sokmuşlardı. 1502 senesinde ise Ferdinand ve İsabella tarafından duyurulan bir ferman ile bütün İspanya kraliyeti dâhilinde İslâm dini yasaklandı. Hâlbuki bu iki tarih arasında geçen yüzyıllar süresince Müslüman İspanya’da Ortaçağın en parlak tarih sayfalarından biri yazılmıştır.
Müslüman Türklerin, İslâmî emirlerden kaynaklanan davranışları, onları başka dinlerdeki insanların hareketlerine karşı daha soğukkanlı ve toleranslı olmaya sevk etmişti. Nitekim dinî gayretkeşliğin sonucu olarak ortaya çıkan Haçlı Seferleri’nden bahsederken Claude Cahen, “Haçlı Seferleri’nden bu yana, Selçukluların dindeki tutumu, Avrupa’daki yanlış bazı yorumlara yol açmıştı. Bu nedenle burada Selçukluların Müslüman olmayanlara ve özellikle Hıristiyanlara karşı İslâm dininin önde gelen ve köklü özelliği olan hoşgörüyü hiç değiştirmeden uygulamış olduklarını belirtmekte yarar var” diyerek Haçlıların her türlü kötü hareketlerine karşı, Selçukluların insanca müsamahayı elden bırakmadıklarını belirtmek ister.
Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlılarda da başka dinden olanlara karşı müsamahalı davranmak devlet politikasının başta gelen özelliği idi. Bu politikaya devletin kuruluşundan itibaren riayet ediliyordu. Bu bakımdan, Osmanlıları pek sevmemekle birlikte Gibbons, “Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan Yarımadasındaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların daha barışçı olduklarını kabul ve beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan kitlesini tebea (vatandaş) edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı idi.” diyerek hoşgörü anlayışının devletin kuruluşundan itibaren var olduğuna işaret eder. Bu uygulama daha sonraları da devam etmişti.
Hiç kimsenin dininden veya ırkından dolayı hor görülmediği uygulama Osmanlı idaresindeki şehir veya köylerde uygulanmaktaydı ve buralarda bulunan kiliselere dokunulmamıştı. Bunların tamir ve onarımlarına izin verilmişti. Şu anda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gayrimüslimlerin dinî müesseseleri, onlara ait dinî ve hayrî işlerden bahseden 10 adet “Kilise Defteri” bulunmaktadır. Bunların ilki, 1453 tarihini taşımaktadır ki bu, İstanbul’un fetih tarihidir.
İslam Medeniyetinde İnsan Hakları
Tarihin en eski dönemlerinden beri insan hakları, farklı topluluklarda farklı şekillerde korumaya çalışıldığı bilinmektedir. Toplum hayatında zaman zaman bazı insanlar çeşitli sebeplerden haksızlığa uğrayabilirler. İslam ülkelerinde bu tarz durumlara karşı Mezalim bulunurdu. Bazı devlet görevlilerinin şu veya bu şekilde halka karşı sergiledikleri haksızlıkları ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan ve günümüz hukuk anlayışına göre İstinaf mahkemesi, Temyiz, Danıştay, Ağır Ceza mahkemesi veya Adalet Bakanlığı gibi terimlerin karşılığı olarak kullanabileceğimiz mezalim, insan haklarının korunmasına büyük bir rol oynamıştır. Bu müessese İslam dünyasında özellikle halkın şikâyetlerini dinleme ve bir anlamda onu devlete karşı koruma hususunda küçümsenmeyecek bir hizmeti yerine getirmiştir.
Hılfü’l-fudûl adı verilen toplantılar Mekke’de haksızlıkları önlemek için yapılan toplantılardı. Bu toplantılarda haksızlıklar önlenmeye çalışılır hak sahiplerine hakları iade edilirdi.
Osmanlı dünyasında, günümüzün ifadesiyle sivil toplum örgütü diye isimlendirebileceğimiz bir müessese vardır ki, o da şu veya bu sebepten dolayı sıkıntıya düşen insanların haklarını korumak ve onlara yardım etmek üzere teşkilatlanmış olan vakıftır. Vakıf kurumu yüzyıllardan beri İslam ülkelerinde büyük bir önem kazanmış sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir kurumdur.