İSLAM MEZHEPLERİ TARİHİ - Ünite 7: Nusayrilik, Dürzilik, Yezidilik Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Nusayrilik, Dürzilik, Yezidilik

GİRİŞ

Klasik İslam Mezhepleri Tarihi kaynaklarında, adlandırma ve gruplandırmada farklılıklar bulunmakla birlikte, “Bâtıniyye” ana başlığı altında bazı fırkalara yer verilmektedir. İslâm coğrafyasında ortaya çıkan ve kendilerini İslam’la ilişkilendiren bu fırkaların en önemli özellikleri, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde otaya konulan temel inanç ve ibadetler hakkında, genel anlayıştan farklı, kendilerine has yorumlara sahip olmaları, çoğunlukla “kapalı toplum” olarak hayatlarını devam ettirmeleri, diğer toplum kesimlerine karşı kendilerini koruma amaçlı olarak “gizliliğe” önem vermeleri, içinden geldikleri sosyal çevreye ait önceki inanç ve geleneklere ait birtakım anlayış ve uygulamaları devam ettirmeleri gibi hususlardır.

NUSAYRÎLİK

Nusayrîlik 9. yüzyılda Muhammed b. Nusayr en-Nemirî (ö. 270/883) tarafından kurulmuş batınî bir fırkadır. Kaynaklarda genellikle Nusayrîlik bazan da Nemîriyye diye anılan fırka, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Alevîlik, mensupları da Alevîler (el-Alevîyyûn) diye anılmaya başlanmıştır.

Temel karakterestiği bakımından Hz. Ali’ye bir çeşit uluhiyet nispet eden fırka, İslam’ın temel inançları ve ibadetleri konusunda batınî yorumlarla kendine has inanç ve anlayışlar geliştirmiştir. Ayrıca “gizliliğe” özel önem vermiş; kaynakları, inançları ve amelî hayatları uzun asırlar bilim çevrelerinin meçhulü olarak kalmıştır. Diğer batınî yapılar gibi bağdaştırmacı özellik taşıyan fırkanın bünyesinde Şiî-İslâmî anlayışlardan başka Sabiîlik, Musevîlik ve Hıristiyanlık gibi inanışlara ait birtakım izler bulunmaktadır.

Teşekkülü ve Tarihi Gelişimi

Nusayrîliğin tarihi arkaplanı uzun süre, büyük ölçüde gizli kalmıştır. Ancak gerek tarih kaynaklarındaki gerekse 20. yüzyılın başlarında elde edilen fırkanın temel kitaplarındaki bilgilerin birleştirilmesiyle tarihi seyir hakkında önemli bilgilenmeler ortaya konulmuştur.

İbn Nusayr’in 270/883 yılında ölümünün ardından fırkanın başına Muhammed b. Cündüb, onun kısa zaman sonra vefatından sonra da Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Cünbülânî geçmiştir. Bunlardan İbn Muhammed Cünbülânî, Cünbülânî adıyla anılan bir tarikat kurmuş ve fırkaya tasavvufî bir boyut katmıştır. Ayrıca bazı bölgelere seyahate çıkarak hareketin yayılması için yoğun faaliyetlerde bulunmuş, bu amaçla gittiği Mısır'da Ebû Abdullah Hüseyin b. Hamdân el-Hasîbî'nin fırkaya girmesini sağlamıştır. Nusayrîlik tarihi açısından önemli bir şahsiyet olan ve bazan fırkanın ikinci kurucusu olarak da anılan Hasibî, Cünbülânî'nin 287/900 yılında ölümünden sonra hareketin başına geçmiş, fırkanın sistemleşmesi ve yayılmasında büyük rol oynamıştır. Hasibî, akrabalık ilişkileri bulunan Büveyhî hanedanlığına sığınıp desteklerini almıştır. Bu çerçevede kaleme aldığı el-Hidâyetü’l-Kübrâ ve el-Mâide isimli eserlerini Büveyhî hükümdarı Seyfüddevle’ye ithaf etmiştir. Ayrıca kaleme aldığı Kitâbü’l-Mecmû’ isimli eser de fırkanın ana kaynağı olmuştur.

Tarih boyunca Nusayrîlik siyasi bir otorite elde edememiş, varlığını Büveyhîler, Karmatîler, Eyyûbîler, Selçuklular ve Osmanlılar’ın hakimiyetleri altında geçirmiştir. Bunlardan hiç kuşkusuz Hamdanîler dönemi, fırka için en parlak dönem olmuştur. Karmatîler’in 10. yüzyılın başında Suriye’yi ele geçirmesiyle fırka mensuplarının bir kısmı Suriye’de kalmaya devam ederken bir kısmı Antakya bölgesine çekilmiştir. Haçlı istilasındaki Lazkiye ve çevresinin Selahattin Eyyûbî tarafından kurtarılıp alınmasından sonra (458/1188) ise bölge Eyyûbîler'in hakimiyetine girmiştir. Bu dönemin sonunda İsmailîler ve öteki muhalif guruplarla mücadeleye giren fırka, Sincâr dağlarından gelen Emîr Mekzûn es-Sincârî'nin 622/1223 yılında muhalifleri yenilgiye uğratıp bölgeyi ele geçirmesiyle birlikte belirli bir rahatlık yakalamıştır.

İnanç Esasları ve İbadet Anlayışları

İslâm coğrafyasında ortaya çıkmış olmakla birlikte, doğup geliştiği mekanlardaki önceki inanç ve geleneklerin kalıntılarını üzerinde taşıyan Nusayrîlik, inanç karakteri bakımından, başta On İki İmam Şiîliği ve İsmailî Şiîlik olmak üzere Sabiîlik, Yahudilik ve Hıristiyanlık’a ait kimi inanç ve anlayışların harmanlandığı bir yapı hüviyetindedir.

Daha sonra bazı sınırlı tasarruflara maruz kalmış olmakla birlikte, fırkanın temel inançları, Hamdan el-Hâsibî tarafından düzenlendiği kesin olan Kitabü’l-Mecmû’ya dayanır. On altı sureden oluşan kitabın "şehâdet" adını taşıyan on birinci suresindeki şu ifade, fırkanın temel akidesini teşkil eder: "Ben şehadet ederim ki Ali b. Ebî Talib'ten den başka ilah, Muhammed Mahmûd'dan başka hicâb, Selmân-ı Fârisî'den başka bâb yoktur." Burada Ali "mânâ", Muhammed "isim" yahut "hicâb", Selman ise "bâb" olarak anılmakta; ilki "ayn", ikincisi "mim", üçüncüsü "sin" harfiyle sembolize edilmektedir. Böylece "ayn-mim-sin" (AMS) fırkanın sembolü halini almaktadır. Aynı suredeki şu ifade de fırkanın inanç kimliğini ortaya koymaktadır: "Ben Nusayrî dininden, Cündubî görüşünden, Cünbülânî tarikatından, Hasîbî mezhebinden, Cillî görüşünden, Meymûnî fıkhından olduğuma şehadet ederim".

Ulûhiyet inancı: Nusayrîliğe göre aşkın ve içkin nitelikte bir Tanrı vardır ve O birdir; O’nun eşi, benzeri, ortağı yoktur. Ancak O saf haliyle bilinemez ve anlaşılamaz. Bu bakımdan O bilinmek ve anlaşılmak üzere “nâsûtî” (beşerî) kalıba girerek tecelli etmiştir. Hz. Ali’nin ilahlığı bu anlamdadır. Nitekim Tanrı daha önce altı kez beşer olarak tezahür etmiş, yedincisi, Hz. Muhammed döneminde Hz. Ali'de gerçekleşmiştir. "Yedi devir" olarak da tanımlanan bu devirler Âdem, Nûh, Yakûb, Musa, Süleyman, İsa ve Hz. Muhammed dönemleri olup bu dönemlerde sırasıyla Hâbil, Şît, Yûsuf, Yûşa, Âsef, Bâtıra (Petrus) ve Ali isimleriyle hulûl söz konusu olmuştur.

Melek inancı: Kendilerine has kozmogoni (âlemin yaratılışı) anlayışına sahip olan fırkaya göre, Allah'ın, sayısı bilinemeyecek çoklukta melekleri vardır. Arş’ın üstü, alemlerin Rabbi'dir. Arş’ı taşıyanlar da sekiz kutsal melektir. Melekler parlak, yeşil ipekli elbiseler giyen nurani varlıklardır. Ayrıca beş yetim, vaktiyle melek olan ve her biri bir gök mertebesini temsil eden şahsiyetlerdir; meselâ Zuhal yıldızı melek olarak Mikail'dir ve bunun yeryüzündeki karşılığı beş yetimden ilki olan Mikdâd b. Esved'dir. Hz. Ali'nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gerçekte birer temiz melekten başka bir şey değildir.

Vahiy inancı: Saf uluhiyetin tarifi ve özelliklerinin bilinmesi imkansız olduğundan, Tanrı’nın ilk sudûru "isim" olarak ortaya çıkmış, "mânâ" bunun ötesinde kalmış, peygamberler bunu dile getiren "nâtık" kimseler kabul edilmiştir. Tanrı peygamberlere seslenerek onlara yazılı mesajlarını bildirmiştir. Bu bağlamda Nusayrîler, Davud'a Zebur'un, Musa'ya Tevrat'ın, İsa'ya İncil'in ve Hz. Muhammed'e Kur'an'ın verildiğini kabul ederler.

Peygamber inancı: Fırkada “sudur anlayışı”na bağlı olarak uluhiyetle ilişkili bir peygamberlik tasavvuru söz konusudur. Peygamberler, Tanrı'nın nâsûtî kalıba girdiği bedenler yahut bu bedenleri haber veren kimselerdir. Bunlar esas itibariyle nur'dan olup semadan cesetsiz olarak iner, daha sonra bir bedene bürünürler. Gerçeklikleri itibariyle yemez, içmez, eşleriyle fiziki bir beraberlik kurmazlar. Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar yüz bin peygamber gelmiş olup Hz. Muhammed bunların "küllü"dür.

Tenasüh ve ahiret: Fırkaya göre, ölümden sonra ruh bedenden ayrılınca bir başka bedene girerek yeniden dünyaya gelir. Bu yeni beden kişinin inanç ve yaşayışına göre değişir. Nusayrî bir mümin, sırları bilerek ve onların gerektirdiği biçimde hayat sürdüğünde yedi tahavvül (değişim) geçirip yıldızlar arasında yerini alır. İnkarı ve kötülüğü seçenler fıtratlarına göre köpek, deve, katır, koyun şeklinde doğarlar; çok çirkin davranış sergileyenler ise necis hayvanların yahut birtakım haşerelerin bedenlerine girerek gelirler. Kafirler için hayvan olarak dünyaya gelme, devirler boyu devam eder, sonunda Muhammed Mehdî ortaya çıkarak bunları insan şekline döndürüp öldürür.

İbadet anlayışları: Fırka temel İslâmî ibadetleri, genel kabulden farklı olarak, kendi batınî anlayışlarına paralel biçimde tevil eder. Fırkaya göre ibadetlerin başında batınî namaz yahut kısaca “namaz” adı verilen ibadet gelmektedir

DÜRZÎLİK

Dürzîlik Fatımî halifelerinden Hâkim-Biemrillah döneminde (996-1021), onun ilah olduğunu, bütün dinlerin geçerliliklerinin bittiğini ileri süren aşırı (ğâlî) bir fırkadır. Şiî-İsmailî çevreden çıkan ve tamamen batınî bir karakter taşıyan fırka, Hâkim’in veziri Hamza b. Ali tarafından kurulmuştur. Fırka, bütün dinî gerçekleri en geniş anlamıyla kapsayan müstakil bir sistem olduğunu savunması sebebiyle nadiren Hâkimiyye diye anılmışsa da genellikle Dürzîlik (Dürziyye) adıyla yaygınlaşmıştır. Bu isim fırkaya, önceleri Hamza’nın yakını ve dâisi iken daha sonra mürted sayılan Anuş Tekin (Neştekin) ed-Derezî’nin yoğun propagandalarından dolayı verilmiştir. Dürzîler, her ne kadar zamanla bu ismi belli ölçüde kabullenmişlerse de, tam anlamıyla tevhidi gerçekleştirdiklerini düşünerek kendilerini “Muvahhidûn” veya “Ehlü’t-tevhîd” diye anmış, kimi zaman da “Benû Marûf” ismini kullanmışlardır.

Teşekkülü ve Tarihi Gelişimi

Dürzîlik siyasi olarak Fatımî Devleti, kültürel olarak ise bu devletin dayandığı Batınî-İsmailî bir ortamda teşekkül edip gelişmiştir. Fırkanın kökeni ile ilgili çok farklı tezler ileri sürülmüşse de bu yapıya mensup insanların genel olarak kendilerini Arap asıllı saydıkları, İsmailî-Batınî-Ğâlî fikirlerin arkaplanında ise Maniheizm, Zerdüştîlik, Yeni Eflatunculuk, Helenizm, Gnostisizm ve Doğu Hıristiyan mezheplerinin izlerinin bulunduğu dikkate alındığında, fırkanın menşeine dair bir fikre ulaşılabilir.

Günümüzde Dürzîler’in kesin sayısı bilinmemekle birlikte Lübnan, Suriye, Filistin ve İsrail’de yaklaşık 450.000 civarında Dürzî bulunduğu sanılmaktadır. Ayrıca 19. yüzyılda göç eden Dürzîler Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’da bazı ülkelere yerleşmiş olup küçük topluluklar halinde varlıklarını devam ettirmektedir.

İnanç Esasları ,Amelî ve Ahlâki Konular

Dürzîliğin inanç ve amelle ilgili esasları genel olarak dört bölüm halinde ele alınmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir:

1)Hâkim-Biemrillah’ın ilah olduğuna inanmak Dürzîlere’e göre bütün varlığın kaynağı Allah’tır. Her şeyin var oluş sebebi ve asıl illeti O’dur. Allah birdir, ezelîdir ve büyük bir cevherdir. Hikmet, kudret ve adalet gibi sıfatları olmaksızın hakîm, azîz ve âdildir. O’nun hakkında “nerede, nasıl ve ne zaman” gibi sorular söz konusu değildir. İdrak ve anlayışın ötesindedir. Zaman ve mekanla sınırlanmış değildir. Bütün eşyayı kendi nurundan yaratmıştır ve hepsi O’na dönecektir. Bu kadar yücelere sahip olan Allah, insan idrakinin ifadesi olan kelimeler aracılığıyla beşeriyete hitap etmesi mümkün olmadığından, muhtelif zuhur ve tecellilerle insanlara yaklaşmıştır. Bu tecellilerinin ilki el-aliyyü’l-a’lâ şeklinde vuku bulmuştur. Bu zuhuru bazı perdelenme dönemleriyle birlikte yetmiş devre takip etmiştir. Allah’ın en son ve mükemmel tecellisi Hâkim-Biemrillah’ta görülmüştür. Bu bakımdan Hâkim’in birbirinden ayrılmayan ilahi ve beşeri iki yönü vardır.

2)Eşyanın ilk illeti olan”emr”i yani Hamza b. Ali’yi bilmek

Dürzîlik sisteminde Hamza b. Ali, Hâkim’den sonra en önemli unsur olan “emr” makamındadır. Ayrıca ona “küllî akl, tarîk-i müstakim, kâimü’l-hak, imâmü’z-zaman, illetü’l-ilel, en-nebiyyü’l-kerim” gibi unvanlar da verilir.

3)Hudud”u tanımak: Dürzîler’e göre “hudûd”, Hamza tarafından görevlendirilen peygamber derecesinde kimselerdir. Bunlar evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan, her türlü günah ve hatadan münezzeh ve masum kimselerdir. Dört kişiden oluşan hududun ilki Muhammed

Hâmid et-Temimî’dir. Kendisi ayrıca “zû-masse, meşîe, eş-şeyhü’l-müctebâ” gibi unvanlarla da anılır. Hududun ikincisi Ebû Abdullah Muhammed b. Vehb’dir. “Kelime, sefîrü’l-kudre, eş-şeyhü’r-radî” gibi unvanlarla da bilinir. Üçüncüsü Ebü’l-Hayr Selâme b. Abdilvehhâb’tır. “es-Sâbık, el-cenâhü’l-eymen, azmü’l-muvahhidîn” gibi unvanlarla da anılır. Dördüncüsü Bahâeddin Muktenâ’dır. “et-Tâli’, lisânü’l-müminîn, ed-dayf” gibi unvanlarla da bilinir.

4)Yedi esası bilip yerine getirmek: Hamza b. Ali İslam’daki kelime-i şehadet, namaz oruç, hac, zekat, cihat ile bazı fırkalardaki velâyet gibi esasları iptal etmiştir. Bunu yaparken de Hâkim’in fiil ve davranışlarını gözlemiştir. Ona göre Hâkim uzun müddet namaz kılmamış, 1010 yılında zekatı kaldırmış, oruç tutmayı ve hacca gitmeyi gereksiz görmüş, ciahadın her çeşidini ilga etmiş, velayeti sadece kendisine tahsis etmiştir. İptal edilenler yerine şu yedi esas vaz edilmiştir: a) Doğru sözlülük. Namazın yerine ikame edilmiştir. b) Din kardeşlerini korumak. Zekatın yerine ikame edilmiştir. c) Var olmayana ibadetten vaz geçmek. Dürzîler’in Hâkim’den önceki inanç ve ibadetlerinin, mevcut olmayana ibadet sayıldığından hiçbir değeri yoktur. Orucun yerine ikame edilmiştir. d) İblisler ve azgınlardan uzaklaşmak. Hacca karşı ikame edilmiştir. e) Hâkim’i her devirde tek ilah olarak tanımak. Kelime-i şehadet yerine ikame edilmiştir. f) Hâkim’in hüküm ve fiiline rıza göstermek. Cihadın yerine ikame edilmiştir. g) Her durumda Hâkim’in hükmüne boyun eğmek. Velâyetin yerine ikame edilmiştir.

Yaratılış: Dürzîlik’te yaratılış Yeni Eflatuncu görüşlere dayanır. Buna göre Allah fiziki alemle doğrudan temas etmesi düşünülemeyecek kadar yüce ve münezzehtir. Bu sebeple kendisinden çıkan (sudûr) külli akıl, yaratıcı ile yaratılmışlar arasında aracı durumundadır. Çokluk ve karmaşıklık Allah’tan değil, bu külli akıldan gelir. Bütün hayat külli nefisten ortaya çıkmıştır. Külli nefsin nurundan iyiyi ve kötüyü seçmekte serbest olan kelime, ondan sâbık, ondan da tâli’ zuhur etmiştir.

Takammus: Dürzîlere’e göre insanların ruhları bir defada ve sınırlı olarak yaratılmıştır. Bu sebeple sayıları artmaz ve eksilmez. İnsan ölünce ruhu derhal başka bir cesede girerek yeniden doğar. Ölüm, ruhun bir çeşit gömlek değiştirmesidir. Dürzîler insan ruhunun bitkilere ve hayvanlara geçtiğini reddeder, bu yüzden de tenasüh yerine takammus kelimesini kullanırlar. Takammusta erkeklik ve kadınlık aynen devam eder. Onlara göre takammus alemin sonun kadar devam edecektir. Bu süreçte iyilerin ruhu daima yükselirken kötülerin ruhu aşağı derecelere düşecektir.

Ahiret: Dürzîler’e göre ahiret ve ahiretle ilgili olarak cennet, cehennem, arş, kürsi, hesâb, mizan, ceza, mükafat gibi şeyler hep bu dünyadadır.

Evlenmek: Evlenme konusunda genellikle Hıristiyanlığın etkisinde kalan Dürzîler’de evlenme yaşı bayanlarda on yedi, erkeklerde on sekiz olarak kabul edilmiştir. Birden fazla kadınla evlenmek yasak olup böyle bir nikah batıldır. Bir bayan veya erkeğin Dürzî toplumu dışında birisi ile evlenmesi kesinlikle yasaklanmıştır.

Miras: Dürzîler arasında miras taksimi Sünnî Hanefî hukuk sisteminin tatbikatına göre cereyan etmekle birlikte, en çok görülen yazılı vasiyet uygulamasıdır.

Takiyye: Kendilerinden olmayanlara inançları ve uygulamaları konusunda ifşaatta bulunmayan ve tehlikelerden korunmak gayesiyle takiyye uygulayan Dürzîler, 1860’lara kadar kendilerini Müslüman olarak göstermiş ve muhtelif camiler inşa etmişlerdir.

Kutsal metinler: Dürzîler’in sistemlerini dayandırdıkları kutsal metinler dört yahut altı kitaba taksim edilmiştir. Resâilü’l-Hikme veya el-Hikmetü’ş-Şerîfe diye anılan bu eserler 111 risaleden oluşmaktadır.

Dinî hiyerarşi: Dürzî toplumu dini konuları bilen “ukkâl” ve bilmeyen “cühhâl” olmak üzere iki kısma ayrılır. Fırkanın prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olan, içki, sigara gibi şeylerden kaçınan, zühd ve takvaya dayalı hayat yaşayan zümre ukkâl grubunu oluşturur.

YEZİDİLİK

Diğer batınî fırkalar gibi Yezidîlik’in ismi ve kökeni konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. İsimlendirme ile ilgili olarak ileri sürülen görüşlerden en uygunu, fonetik kurallarına göre Farsça’daki melek anlamındaki “İzed” veya tanrı anlamındaki “Yezdan” sözcüğünden geldiğidir.

Buna göre kelime Ezidî, İzdî, İzidî biçiminde olmalıdır.

Nitekim fırka mensupları bugün kendilerini Ezdî veya Ezidî diye anmaktadır.

Teşekkülü ve Tarihsel Gelişimi

Yezidiliğin ortaya çıkışı konusunda da ihtilaflar bulunmaktadır. Bu görüşlerden en uygunu Mustafa Nuri Adî isminde Nasturî bir keşişe nispet edilen görüştür. Adî nisbesiyle anılan bu keşiş Müslümanlığı kabul ederek Lâleş manastırında İslam ile Nasturîliği birleştiren bir din ya da dinî anlayış oluşturmuştur. Ardından Yezidîler’in kutsal kitabı hüviyetinde Kitabü’l-Cilve ve Mushaf-ı Reş’i yazara düşüncelerini yaymaya çalışmıştır.

Alt zümrelere bölünerek büyük kısmı yerleşik, kalanları göçebe olarak yaşayan Yezidîler başlıca Musul’un Lâleş ile 160 km. batısında Sincar dağları civarı, Dicle’nin kuzeydoğusu ve Fırat’ın batısında ve Tiflis civarında yaşamışlardır. Fırkanın tarihi seyri, sözü edilen bölgelerdeki siyasi dalgalanmalara paralel olarak geçmiştir.

Bugün başlıca Irak ve Suriye ile çok küçük oranda Türkiye, Gürcistan ve Ermenistan’da yaşayan Yezidîler’in nüfusları ile ilgili olarak nihai istatistikler yoktur. Ancak tahmini olarak Irak’ta 20-30 bin, Suriye’de 5-6 bin dolayında Yezidî yaşadığı sanılmaktadır. Türkiye’de Siirt, Hakkari, Mardin, Urfa gibi illerimizde vaktiyle daha kabarık sayıda Yezidî yaşarken bunların büyük çoğunluğunun Avrupa’ya göç ettiği ve ancak birkaç bin Yezidî vatandaşımızın kaldığı bilinmektedir.

İnanç ve İbadetler

Yezidîliğin inanç ve ibadet anlayışı, yaşadıkları bölgelerde vaktiyle etkili olan din ve geleneklerin bir çeşit karışımından meydana gelir. Araştırmacılar Yezidîliğin Allah ve şeytan (Melek Tavus) biçimindeki düalist

karakterinin Zerdüştîlik’ten, tenasüh anlayışının Sabiîlik’ten, güneş, ay ve yıldızları karşı taziminin Mecusîlik’ten, Melek Tavus olarak horoz şeklindeki putlara saygısının paganizmden, içki içmeyi caiz görmelerinin Hıristiyanlık’tan, erkek çocukların sünnet edilmesi ile namaz, oruç ve zekat gibi mükellefiyetler üzerindeki bazı değerlendirmelerinin İslam’dan kaynaklandığını ifade etmişlerdir. Bazı araştırmacılar ise Yezidîliğin Asurlu, İranlı, Hıristiyan ve Müslüman unsurlarıyla karışmış bir Maniheizm temelli fırka olduğunu belirtmişlerdir.

Yezidîliğin iki kutsal kitabı Kitabü’l-Cilve ve Mushaf-ı Reş’tir. Araştırmacılar Kitabü’l-Cilve’nin iddia edilenin aksine Şeyh Adî tarafından değil çok muhtemelen Şeyh Fahreddin tarafından yazıldığını, Mushaf-ı Reş’in ise kimliği tam olarak bilinemeyen Hasan-ı Basri tarafından 1340’larda kaleme alındığını belirtmişlerdir. Bu iki kitap arasında muhteva bakımından çelişkilerin olması, Yezidîliğin esnek bir dokuya sahip olduğunu, toplumun inanç ve anlayışlarını metinlerden ziyade din adamlarının belirlediğini, ayrıca fırkanın sistemleştirilmiş bir inanç manzumesine sahip olmadığını gösterir.

Gerek kaynaklarda gerekse yapılan saha çalışmalarında Yezidîler’in kelime-i şehadeti, Lâ ilâhe illallah, Emin Cebrâil Habîbullah (Allah’tan başka ilah yoktur, Emin Cebrail Allah’ın sevdiğidir) şeklinde tespit edilmiştir. Burada Emin Cebrail’den maksat Melek Tavus’tur. Şeytan diye de anılan Melek Tavus, Yezidîliğin en önemli sembolüdür ve horoz şeklinde tersim edilir. Kelime-i şehadetten biraz daha uzun olan ve sabah kalkarken ve akşam yatarken okunan şu üç ibarelik söz de Yezidîliğin temel inançlarını teşkil eder: “a) Melek Tavus’un Allah’ın meleği ve elçisi olduğuna, b) Şeyh Adî’nin Allah’ın meleği ve Yezidîler’in mürşidi olduğuna, c) Sultan Yezid’in Allah’ın meleği, dünyanın nuru ve insanlığın sevinci olduğuna iman ederim.”

Yezidîlik’te tenasüh inancı da bulunmaktadır. Onlara göre, bir kimse öldüğünde iyilik ve kötülüğüne göre değerlendirilir. İyi bir kimse ise başka bir insana, kötü bir insan ise cezasını çekmek üzere domuz, eşek, köpek gibi hayvan şekline girer.

İbadet anlayışlarına gelince, Yezidîler’in yerine getirmekle yükümlü oldukları ibadetlerden birisi namazdır. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez güneşe doğru dönerek bazı duaları okumaktan ibaret olan namazın gizli olması ve ferdi olarak yerine getirilmesi gerekir. Bu bakımdan Yezidî bölgelerde ibadethane yoktur. Namaz için elleri yıkamak bir nevi abdesttir ve yeterlidir.

Oruç: özel ve genel olmak üzere iki çeşittir. Özel orucu din adamları tutarlar. Bunlar yirmi günü Aralık, 20 günü Temmuz, 3 günü de Lâleş’te Şeyh Adî türbesinde, geldikten sonra da 80 güne tamamlanan oruçtur. Genel oruç, her Yezidî’nin Aralık ayının başından itibaren tuttuğu üç günlük oruçtur.

Hac ibadeti: Yezidî geleneğinde Lâleş’te Şeyh Adî’nin türbesine ziyaretten ibarettir. Bu ziyaret Eylül ayının 23-30. günleri arasında yapılır.

Zekat: müritlerin gelirlerinin % 10’unun şeyhlere, % 5’inin pirlere, %2,5’inin fakir diye anılan ve toplumu dinen aydınlatanlara verilmesi yoluyla gerçekleştirilir.

Diğer taraftan Mushaf-ı Reş’te bazı yasaklardan söz edilmektedir. Buna göre yiyeceklerden marul, bakla, lahana, balık, geyik ve horoz eti yemek yasaktır. Özellikle horoz kutsaldır. Çünkü o Melek Tavus’u simgelemektedir. Aynı şekilde koyu mavi elbise giymek, helaya girmek ve hamamda yıkanmak de haramdır. Çünkü hela ve hamamlar şeytanın oturdukları yerler olarak görülür. Ayrıca şeytan ve mel’un gibi kelimeleri kullanmak da yasaklar arasındadır.

Yezidîlik’te bayramlar da önemlidir. En büyük bayram Sare Sale (Sarsaliya) bayramıdır. Her yıl Melek Tavus’un yeryüzüne inmesi ve her şeyi yönetimine alması münasebetiyle Nisan ayının ilk Çarşamba gününden ay sonuna kadar devam eden bayramdır. Cemai Bayramı 28 Eylül- 3 Ekim arasında kutlanır. Hata ve günahların affedildiğine inanılan gündür. Ayrıca Yezid Bayramı (Yezid b. Muaviye’nin doğduğu günün anısına), Şeyh Adî Bayramı (3 Ağustos’ta Şeyh Adî’nin orucu vesilesiyle), Bülende Bayramı (Şeyh Adî’nin doğumu anısına) adlarında kutlanan bayramlar vardır.

Yezidî toplumu dini hiyerarşi bakımından Müritler ve Ruhaniler olmak üzere ikiye ayrılır. Müritler genellikle çiftçilikle uğraşan toplumun alt ve en kalabalık kesimini teşkil eder. Ruhaniler ise şu kesimlerden oluşur:

Mirler veya Emirler: Dini ve dünyevi gücü elinde tutan en yüksek sınıftır.

Şeyhler: Toplumu dini bakımdan aydınlatmakla yükümlüdürler.

Pirler: Şeyhlere yardım eden kesimdir.

Fakirler: Vaaz, nasihat ve telkinlerin yanında aileler arasındaki anlaşmazlıkları çözmekle yükümlüdürler.

Peşimamlar: En önemli görevleri nikah kıymaktır.

Kavallar: Emir ve şeyhlere hizmet eder, bayramlarda ilahi söylerler.

Köçekler: Kavallara yardımcı olan ve okunan ilahilere uygun olarak oynayıp toplumu aynı zamanda eğlendiren kimselerdir.