İSLAM MEZHEPLERİ TARİHİ - Ünite No 10: Çağdaş İslâmi Akımlar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite No 10: Çağdaş İslâmi Akımlar
GİRİŞ
XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslâm âlemi, siyaset ve iktisat başta olmak üzere hemen hemen her sahada bir gerileme süreci içerisine girdi. İlim ve fikir sahasında ilk asırların dinamizmi kaybolmuş, taklitçi bir anlayış zihinlere hâkim olmuştu. Olumsuz gidişatı durdurmak, Müslümanları ve onların siyasal iktidarlarını tarihteki ihtişamlı dönemlerine geri döndürmek, yani Müslümanlığı, Müslümanları ve onların kurumlarını ihya ve ıslah etmek için dönemin bazı ilim ve fikir adamları siyasal ve entelektüel faaliyetler içerisine girdiler. Bazı faaliyetler şahsi olmaktan çıktı ve 20. yüzyılda İslâm dünyasının düşünce ve siyasetinde hayli etkili olan organize hareketlere dönüştü. Fakat bunların hepsi aynı özelliklere sahip değildi. Bir kısmı Müslümanlığın geleneksel mirasına tutundu ve yenilenmeye mesafeli durdu. Bir kısmı ise geleneği ciddi biçimde sorguladı, hatta reddetti ve modern bir reformculuğa girişti. Bazı akım ve hareketler ise bu iki tarz arasını bağdaştırıcı bir çizgi geliştirdi. Söz konusu çağdaş akımlar, hareketler ve diğer oluşumlar bu ünitemizin konularını oluşturmaktadır.
İSLÂM DÜNYASINDA İHYA HAREKETLERİ
İhyacı olarak adlandırılan şahsiyet ve hareketlerin ortak gayesi, kitap ve sünnet çizgisinden saptığını düşündükleri İslâm ümmetini bu sahih kaynaklara geri döndürmek, inanç ve düşünceleri bidat ve hurafelerden temizlemekti. Bu gaye aynı zamanda bir yenilenmeyi, tazelenmeyi hedefliyordu. Bu yüzden ihyanın yanı sıra yenileme anlamında tecdid terimi kullanıldı. Yine içten içe bir düzelmeyi, bozulanları onarmayı, noksanlıkları gidermeyi amaçlıyordu. Bu mananın karşılığı olarak da ıslah terimi istihdam edildi.
İhya, tecdid, ıslah faaliyeti olarak bilinen veya daha yaygın şekliyle İslâmcılık olarak isimlendirilen söz konusu hareketi şu şekilde tarif etmek mümkündür.
Hazırlayıcı Nedenler
Avrupa merkezli batı medeniyeti, rönesans ve reform hareketleriyle kendisini büyük ölçüde yenilemişti. Hıristiyan dogmatizminin toplumsal, kültürel ve siyasal alanda güç kaybetmesi, sanayi devrimini kolaylaştırmış, bu gelişmeyle batı, teknik ve ekonomik bakımdan İslâm dünyasına kıyasla büyük mesafeler almıştı. Bu üstünlük karşısında Müslüman ülkeler batılı emperyal devletlerin istilasına maruz kaldılar. 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle başlayan süreç, 1852’de Hint alt kıtasının İngiliz himayesine girmesiyle devam etti. Kuzey Afrika ülkeleri, Fransa ve İtalya’nın işgaline maruz kaldı. 1882’de Mısır İngilizlerin eline geçti. Osmanlı Devleti kapitülasyon anlaşmalarıyla birçok ekonomik imtiyazı batılı güçlere devretti. Girmiş olduğu harplerin ve Fransız İhtilali’nin ateşlediği milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle önemli topraklarını kaybetti. Bu yenilgiler bir taraftan batı emperyalizmine karşı düşmanlık doğuruyor, diğer taraftan ise bir özeleştirinin eşlik ettiği “yeniden istikrara kavuşmak, galip devletleri taklit etmekle mümkündür” fikrine güç kazandırıyordu. Batıda bulunan elçilerin, aydın ve öğrencilerin arasında beliren batı hayranlığı, bir aşağılık duygusunu besliyor, kendine yabancılaşma atmosferi toplumun önemli kesiminde etkisini gösteriyordu. Başta pozitivizm olmak üzere çeşitli Aydınlanma ideolojileri eğitimli Müslümanlar arasında revaç bulmaktaydı. Oryantalizm ve misyonerlik faaliyetleri Müslümanların özgüvenini ciddi olarak tehdit etmekteydi. Onları kendi özlerinden, kültür ve medeniyetlerinden utanır veya en azından kuşkulanır hale getirmekteydi. Sömürge yönetimleri altında hürriyetlerini kaybetmiş kitlelerin bu zararlı cereyanlar karşısında direnmesi hayli zor olsa da “ ilk İslâmcılar” diye bilinen kimi şahsiyetler, aktivist bir tavırla ilmi, kültürel ve siyasi bir takım gayretlerin içerisine girdiler. İstiklalini kaybetmemiş ülkelerde de benzer çabalar mevcuttu. Çoğunlukla baskıcı yönetimlerle idare edilen bu ülkelerde insan hakları, anayasal düzen, eğitim reformu gibi modern meseleler, bazı baskı ve kısıtlamaları göğüslemek pahasına tartışılmaya başlandı.
İhyacılığın/İslâmcılığın Temel Meseleleri
İslamcılığın temel meselelerini aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
“İslâm’ı hayata yeniden hakim kılma” teklifi, İslâmcı aydınların söyleminde önemli bir yer tutmaktaydı. Müslümanların gerilemesinin sebebi, çoğu İslâmcının kanaatine göre İslâm’ın hakikatinden uzaklaşılmış olmasıydı. Çözüm, gerçek İslâm’a yönelmek, yani İslâmlaşmaktı. Bunun için öncelikle Hz. Peygamber dönemine, diğer bir deyişle asr-ı saâdete dönmek ve temel kaynaklara, Kur’ân ve sünnete başvurmak lazımdı. Sonraki görev ise, asr-ı saâdetin ardından ortaya çıkmış geleneklerin gözden geçirilmesi ve ıslah edilmesiydi.
İslâmiyet’in modern ihtiyaçları karşılayacak evrensel bir siyasi-sosyal muhtevaya sahip olduğu fikri, İslâmcıların sıklıkla vurguladıkları bir tez olmuştur. İslâmiyet’in modern dünyadaki bu kapsayıcılığı, kaynağını kutsaldan almakla birlikte akılla da kavranıp temellendirilebilir. Zira İslâm, akla uygun bir dindir.
Müslümanlar batıyı üstün kılan ilmi, medeni ve teknik usulleri alarak kendi toplumlarını kalkındırmak zorundadır. Zaten batı medeniyeti bugünkü yüksek seviyesine daha önce Müslümanlardan öğrendikleriyle ulaşmıştır. Hz. Peygamber’in “hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa onu alır” sözü referans alınmalıdır. Fakat bu yararlanma faaliyeti seçmeci (eklektik) bir tarzda yapılmalıdır.
Gelenekle hesaplaşma bağlamında İslâmcılar, genel olarak tasavvuf ve tarikatlara menfi bakmışlardır.
İslâmcılar, eğitim-öğretimin ıslahı üzerinde önemle durmuşlardır. Onlara göre, medrese sistemini değiştirmek, ıslah etmek, pratik hiçbir faydası olmayan veya devri geçmiş dersler yerine günün ihtiyaçlarına cevap verecek konuları okutmak, felsefenin ve pozitif bilimlerin tahsiline önem vermek gerekmekteydi (Kara, 1995, s. 77).
İslâmcılara göre ittihad-ı İslâm, yani Panislâmizm adını da verdikleri Müslümanların siyasal birliği, İslâm âleminin geri kalmasını ve sömürgecilerin istilasını engelleyecek tek çareydi. II. Abdülhamid bunu bir devlet politikası haline getirdi.
Kur’ân ve sünnetin belli bir yönetim şekli ortaya koymadığını, genel esaslar belirlemekle yetindiğini savunan İslâmcılar, hilafet kurumunu, onu “peygamber vekâleti” kabul eden geleneksel anlayıştan farklı olarak “millete vekalet” şeklinde takdim ettiler.
İhyacıların/İslâmcıların Müşterek ve Farklı Yönleri
Temel meselelerin içeriğinde İslâmcı alim ve fikir adamlarının görüş birliği halinde olduklarını söylemek mümkün değilse de İslâmcı kimliği teşkil eden bazı ortak kabullerin bulunduğu kuşkusuzdur. Hemen hemen her İslâmcı isim, İslâm dininin gelişmeye engel olmadığı, Batı medeniyetine üstünlük sağlayan unsurların esasen Müslümanlardan alındığı, Müslümanın sürekli çalışma halinde olması ve güçlenmesi gerektiği, birlik ve beraberliğin elzem olduğu gibi tezleri savunmada söz birliği etmiş, Müslümanları tevhid prensibi temelinde saf ve sağlam bir inanç sahibi kılmak, eğitim ve öğretimiıslah edip taklitçiliğe savaş açmak, toplumu donuklaştıran mevcut ahlak anlayışını değiştirerek aktif bir Müslüman tipi ortaya çıkarmak, yeni ve kapsamlı bir cihat fikri geliştirmek gibi ortak hedefleri benimsemiştir.
Diğer taraftan, Meselâ ihya hareketine “nereden başlamalı” sorusuna verilen İslâmcı cevaplarda önemli farklılıkların olduğunu görmekteyiz. Efgânî’nin bu bağlamdaki cevabı özgürlük ve inkılâp olmuş, ömrünü ülke ülke dolaşarak geçirmiş, gittiği yerlerde siyasal faaliyetlere ya bizzat katılarak ya da danışmanlık yaparak müdahale etmişti. Öğrencisi Abduh ise siyasete mesafeli durmayı yeğlemiş, ıslahatçı bir mantıkla kurumların iyileştirilmesi, eğitimde reforma gidilmesi, kabiliyetli öğrenciler yetiştirilmesi, dini düşüncenin saf hale getirilmesi, dini meselelere modern çözümler üretilmesi türünden konular üzerine yoğunlaşmıştı. Abduh’un öğrencisi Reşid Rıza ise hocasının ölümünden sonra onun modernleşme yanlısı ıslahat çizgisini terkederek, kendisine miras kalan Menâr ekolünü daha siyasal, aynı zamanda muhafazakâr ve selefî bir çizgiye yerleştirmiştir. İslâmcı şahsiyetlerin hangi ağırlık ve üslupta geleneği sorguladıkları veya lâdinî mihraklara karşı reaksiyoner olup olmadıkları, onların modernist ya da muhafazakâr olarak değerlendirilmelerinin kıstaslarıydı. Meselâ Ahmed Han ve Efgânî’nin ikisi de modernist ve akılcı olmasına rağmen, Ahmed Han’ın natüralist görüşleri, Efgânî’nin bile tahammül edemeyeceği ve reddiye yazacağı derecede aşırı düzeylerdeydi.
Osmanlı dönemi İslâmcılarında Mustafa Sabri, Said Nursi ve Elmalılı Hamdi’nin üçü de muhafazakâr kişiliklerdi.
Fakat ilki ictihada karşı, ikincisi ictihad yanlısı olmakla beraber günün şartlarını elverişli bulmadığı için muhalif, üçüncüsü ise içtihada taraftardı (Kara, 1995, s. 38–9). Osmanlı’nın Mustafa Sabri, İskilipli Âtıf, Said Nursî gibi muhafazakâr İslâmcıları genellikle Cumhuriyet devrimlerine muhalif bir pozisyon almışlar; modernist olarak vasıflanan İzmirli İsmail Hakkı, Şemseddin Günaltay gibi isimler ise idarede önemli görevlere getirilmişler, hatta yeni rejimin tasarruflarını savunan bir söylem geliştirmişlerdi.
İlk İhyacılar/İslâmcılar
İhyacı/İslâmcı düşüncenin mimarları ya da öncüleri diyebileceğimiz bazı sembol isimler:
Seyyid Ahmed Han (1817–1898): Ahmed Han, 1817’de Delhi’de doğdu. Dini ilimler ve hukuk tahsili gördü. İngiliz idaresi altındaki Hindistan’da uzun yıllar hâkimlik vazifesinde bulundu. Sömürge yönetimine karşı 1857’de başlatılan Sipahi Ayaklanması sırasında İngilizlere bağlı kaldığı için takdir nişanına (Sir) layık görüldü. 1869’da İngiltere’ye giderek, bulunduğu on yedi ay süresinde İngiliz üniversite teşkilatını inceledi. Ülkesine dönüşünde Tehzîbü’l-Ahlâk adıyla aylık bir gazete çıkararak Müslümanları Batı kültürüne ve İngiliz hükümetine ısındırmak için çaba gösterdi; din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması ve dinin her işe karıştırılmaması gerektiğini savundu. 1877’de Aligarh’da bir kolej kurdu. Bu kurum onun ölümünden sonra 1920’de üniversiteye dönüştü. 1886’da Müslümanları eğitim ve siyaset sahalarında aydınlatmak için İslâm Eğitim Konferansı’nı başlattı. Hayatının sonlarına doğru İngilizlerden “sör” ve “şovalye” ünvanları alan Ahmed Han 1898’de Aligarh’da öldü.
Cemâleddin Efgânî (1838–1897): Azerî, Fars veya Afgan kökenli olduğu hakkında iddialar bulunan Cemâleddin Efgânî, on sekiz yaşına kadar Kabil’de bulunmuştur. Afganistan’ın meşhur âlimlerinden dil, tarih, din, felsefe ve siyaset alanında dersler aldı. Daha sonra İngiliz idaresindeki Hindistan’a geçti. Orada Avrupa bilim ve edebiyatıyla tanıştı. Sonraki hayatında birçok ülkeyi dolaştı. Bazıları birkaç defa olmak üzere Hicaz’a, İran’a, Hindistan’a, Mısır’a, İstanbul’a, Londra’ya, Paris’e, Rusya’ya seyahatler yaptı. Efgânî’nin ıslahat programında İslâm birliği fikrinin çok önemli bir yeri vardı. Ona göre bu birliğin başında mutlaka bir halife bulunmalıdır. Ancak yönetim, ümmetin katılımı ve meşveret usulü ile yürütülmelidir. Batının körü körüne taklidi Efgânî’ye göre asla çözüm değildir. Ancak batı, güç ve hâkimiyetin sırlarını keşfetmiş ve bunları yerli yerinde kullanarak ilerlemiştir.
Muhammed Abduh (1849–1905): Mısırlı bir Türkmen ailesine mensup olan Muhammed Abduh, Tanta’da başladığı tahsil hayatını Kahire’de sürdürdü. O sırada Mısır’da bulunan Efgânî ile tanıştı; ondan matematik, felsefe ve kelam dersleri aldı. Bundan sona hocasının yönlendirmesiyle sosyal ve siyasal konularla ilgilenmeye
başladı. Bu arada el-Ezher’de hocalık yaptı, gazetelerde yazdı. Urâbî Paşa’nın İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattığı direniş hareketini desteklediğinden dolayı sürgün cezasına çarptırılarak Beyrut’a gönderildi. 1883 sonlarında Efgânî’nin daveti üzerine Paris’e giderek el-Urvetü’l-Vüskâ dergisini çıkardı. Dergi kapatılınca, Mısır ve İslâm dünyasının kısa vadeli gayretlerle kurtarılamayacağı kanaati pekişti ve Efgânî’den farklı bir yol izlemeye karar verdi.
Mustafa Sabri Efendi (1869–1954): Tokat doğumlu olan Mustafa Sabri Efendi, ilmi kariyerinde Süleymaniye Medresesi’nde hadis müderrisliğine kadar yükseldi. İslâm İlimleri Cemiyeti’nin reisliğini yaptı. Önce Mısır’a giden Mustafa Sabri Efendi, daha sonra geçtiği ve bir süre ikamet ettiği Gümülcine’de çıkardığı Yarın dergisinde İslâm dünyasındaki batılılaşma hareketini tenkit etti. Kahire’de bu söylemini devam ettirdi. BaştanMuhammed Abduh ve Reşid Rıza olmak üzere Ferid Vecdî, Merâğî, Muhammed Heykel, Ali Abdürrâzık gibi bazı Mısırlı âlim ve aydınları, İslâm dinini batı düşüncesi ve değerlerine göre yorumladıkları için ağır bir dille eleştirdi. Tecdîd hareketlerinde ölçünün kaçtığı inancındaydı. Modern çözümler sunan fetvalara, akılcılık adına hissi mucizeleri inkâr eden yaklaşımlara reddiyeler yazmaktan geri kalmadı. Mustafa Sabri Efendi, özellikle Mısır döneminde, modern motifler taşıyan ve Abduh’la sembolleşen İslâmcı ekolün karşısında, modernizm karşıtı (antimodernist) - muhafazakâr bir İslâmcı ekolün kurucu ismi oldu. Düzceli Zâhid Kevserî (ö. 1951), Lübnanlı Yusuf Nebhânî (ö. 1932), son dönemde Suriyeliâlim Abdülfettah Ebû Ğudde (ö. 1997) bu ekolün önemli isimleri oldular.
Osmanlı İslamcılığı ve Sonrası
Mustafa Sabri’nin de mensubu olduğu Osmanlı İslâmcılık hareketi, ittihad-ı İslâm adı altında 1870’li yıllardan itibaren Osmanlı devletinin hakim siyasi düşüncesi oldu. İslamcı olarak bilinen münevverler bu ilk yıllarda siyasette katılımcılığı savunan düşüncelerini II. Abdülhamid’in monarşik yönetimi altında açıklama imkanı bulamadılar. İktidara muhalif bir grup oluşturarak meşrutiyet yanlısı faaliyetler içerisinde oldular. Fikir hareketi olarak İslâmcılık Osmanlı ülkesinde esasen II. Meşrutiyet sonrasında Sırât-ı Müstakîm dergisinin 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girişiyle başlatılmaktadır. Sırât-ı Müstakîm’den sonra Sebîlürreşâd, Beyânü’l-Hak, İslâm Mecmuası, Volkan gibi dergilerde kümelenen Said Halim Paşa, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Şeyhülİslâm Mûsâ Kâzım, Babanzâde Ahmed Naim, Seyyid Bey, Mehmet Ali Aynî, Mehmed Akif, Said Nursî, Elmalılı Hamdi, Aksekili Ahmed Hamdi, Mehmed Şemseddin (Günaltay) gibi isimler tarafından başlatılıp geliştirildi. İktidardaki İttihad ve Terakkî partisinin Türk milliyetçisi bir çizgiye kayması, İslâmcı gruptan ayrılan Türkçü bir ekibin 1911’de Türk Yurdu dergisini çıkarması, Müslüman Arnavut ve Arap unsurların Osmanlı hükümetine baş kaldırması gibi gelişmeler sonucunda ve I. Dünya Savaşı’nda alınan ağır yenilgi ve toprak kayıpları sonrasında İslâmcılığın 1920’lere gelindiğinde en azından siyasi alanda pek bir ağırlığı kalmamıştı. Fakat İslâmcıların büyük bölümü Milli Mücadele’ye destek verdi. Birçoğu ilk meclise mebus oldu. Cumhuriyete sıcak baktılar. İçlerinde saltanatın ve hilafetin kaldırılmasına destek verenler çıktı. Laik devrimlerle beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni ideolojisinin yerleşmesi sonrasında İslâmcılar farklı tutum ve tavırlar geliştirdiler. Yeni oluşan maarif ve hukuk kurumlarında, siyasi organlarda ve dini idarede görev alarak uzlaşan İslâmcılar az sayıda değildi. Bunlar dışında Mustafa Sabri gibi muhalifler yurtdışında kalmayı tercih etti. Elmalılı Hamdi (1878–1942) gibiler ise uzlete çekilerek mesailerini ilmi çalışmalara hasrettiler. Said Nursî (1878–1960) ve Süleyman Hilmi (1888–1959) gibi isimler de bazen aktif bazen pasif tarzda cemaatleşme gayreti içinde oldular.
GÜNÜMÜZ İSLÂM DÜNYASINDA ANA DİNİ AKIMLAR
Günümüz İslâm dünyasının üç büyük akımı olan gelenekçilik, ıslahatçılık ve modernizm başlıkları altında açıklanabilir.
Gelenekçi Oluşumlar
Selefî Geleneğe Yaslanan Oluşumlar ve Vehhâbîlik Hareketi: Hz. Peygamber’in bir hadisinde en hayırlı nesiller olarak belirtilen, sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn neslinin, yani selef’in (kelime anlamıyla ‘öncekiler’in) anlamış ve yaşamış olduğu şekilde İslâmiyet’i anlamak ve yaşamak hedefi, selefi akıma ismini veren asıl motiftir. Dolayısıyla halef’in, yani sonraki nesillerin, Kur’ân ve sünnetten uzaklaşarak aklileşmiş dini metotları, doğrudan naslara başvurmak yerine itikadi ve fıkhi mezhep kurucularına tabi olmaları, hadislere dayalı zühd ve takva hayatını yaşamak yerine tarikat öğretileriyle bütünleşmiş dini hayatları, Selefi akımca bid’at ve dalalet olarak vasıflanmaktadır.
Vehhabiyye: Günümüzde genellikle selefi olmayanlar tarafından selefi akımlar için kullanılmakta olan meşhur bir adlandırmadır. İslâmiyet’in ilk asrına kadar tarihi geriye giden Ehl-i Hadis geleneği üzerine Vehhabiliği tesis eden kişi Muhammed b. Abdülvehhab’tır (1703 1792). Arabistan’ın Necd bölgesindeki Uyeyne’de, şehrin Hanbelî kadısının oğlu olarak dünyaya gelen İbn Abdülvehhâb, Mekke ve Medine’deki tahsilinden sonra memleketine döndü ve önce Hureymilâ’da, daha sonra Uyeyne’de fikirlerini yaymaya, onları kitaplaştırmaya başladı.
Medrese Geleneğine Yaslanan Oluşumlar
Diyobendiye: cemaatin kökeni 1866’da Delhi’nin 150 km. kuzeyindeki Diyobend kasabasında Muhammed Kâsım Nânevtevî ve Reşid Ahmed Gangûhî tarafından kurulan Diyobend Dârülulûmu’dur. 1857’deki Sipahi ayaklanmasında İngiliz sömürgeciliğinden büyük yara alan Müslümanların eğitimine ağırlık verilmesi gerektiğini düşünen bir grup alimin öncülüğünde başlatılan ve Hint alt kıtasının neredeyse tamamına yayılan, ayrıca diğer Asya ve Uzakdoğu Müslümanları tarafından da örnek alınan bu medrese hareketi, Ehl-i Sünnet esasları ve Hanefî fıkhına göre öğretimi esas almıştır. Eğitim öğretim yanında Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynamış, İngilizlerle işbirliği yapmamış, bazen aktif bazen pasif tarzda bir direniş ortaya koymuş, Osmanlı hilafetini tanıyarak Osmanlı’nın ayakta kalma davasını her alanda savunmuştur.
Cemaat-i Tebliğ: Kökeni Diyobendîliğe dayanan ve bugün küresel çapta faaliyetleri olan bir cemaattir. 1926’da Delhi’nin güneybatısındaki Mevat’ta cemaati kuran Mevlâna Muhammed İlyas Kandehlevî, Diyobend Dârülulûmu mezunudur. Medrese faaliyetlerini halkın ıslahı için yeterli görmeyen Mevlâna İlyas ve oğlu Mevlâna Yusuf, bugün cemaat mensuplarının bütün dünyada uyguladıkları tebliğ yöntemlerini geliştirmişlerdir.
Tâlibân: öğrenci anlamındaki tâlib sözcüğünün çoğuludur ve Pakistan ile Afganistan’daki geleneksel Diyobend medreselerinde dini eğitim gören öğrencilere verilen isimdir. 1979 Sovyet işgaline karşı başlatılan sıcak mücadelede yer alan ve büyük yararlılıklar gösteren medrese öğrencileri, Sovyet ordusunun 1988’de çekilmesinden sonra medreselerine dönmüşlerdi. Fakat işgalden sonra Müslüman gruplar arasında baş gösteren iç savaş Afganistan’ı istikrarsızlaştırınca, Tâliban medreseden çıktı ve örgütlenip silahlanarak 1995 yılından itibaren ülkenin büyük bölümünü ele geçirdi. 11 Eylül 2001 New York saldırılarından sorumlu tutulduğu için ABD ve NATO tarafından bertaraf edilen Tâlibân, tekrar toparlanarak sadece Afganistan’da değil, Pakistan’ın kuzeyindeki Serhad eyaletinde hem askeri alanda hem de halk tabanında önemli bir gücü elinde tutmayı sürdürmektedir.
Tarikat Geleneğine Yaslanan Oluşumlar
Birelviye: Cemaat adını, kurucusu olan Ahmed Rıza Han Birelvî’den (1856–1821) almaktadır. Bu cemaatte de Diyobendiye’de olduğu gibi medrese-tarikat birlikteliği mevcuttur. Farklılık şu ki, Diyobendî düşüncede medrese geleneği baskın iken Birelviye’de tarikat geleneği baskındır. Ahmed Rıza Han 1877’de Kâdirî şeyhi Mârhervî’ye intisap ett. İleriki yıllarda da başka meşâyihten Çiştiye, Sühreverdiye ve Nakşibendiye için el alarak tarikat adabını öğrendi.
Islahatçı Oluşumlar
Islahat, genel olarak herhangi bir kurumda, usulde ya da devlet düzeninde eskimiş, bozulmuş ya da aksayan yanları düzeltmek, iyileştirmek, eksiklikleri tamamlamak, bozulanları onarmak manasına gelmektedir. Islahatçılar bozulmayı İslâmiyet’in kendisinde aramazlar. Bozulma, Müslümanların din algısında, yaşantılarında, dini kurumlarda, eğitim müesseselerinde, devlet düzeninde, kısacası cemiyette, siyasette ve düşüncede olmuştur. Islahatçı bunları düzeltmeye çalışır. Düzelmeyecek durumdaysa radikal bir tavır sergileyerek yıkıp doğrusunu inşa etmeyi dener. Bozulmada yanlış geleneklerin de rolü olduğu düşünüldüğü için, düzeltme ve inşa hareketinde geleneğe saygı duymaya, onu korumaya öncelik verilmez. Fakat pratik bir fayda görülmediği için derin bir gelenek sorgulamasına da gidilmez.
Kültürel Islahatçılık
Kültürel ıslahatçı oluşumlar daha çok insan unsuru üzerine odaklanan ve tabandan tavana doğru bir ıslahat programı öngören hareketlerdir. Eğitim öğretim, basın-yayın, sivil toplum ve insani yardım kuruluşları, işadamları örgütleri, kültürel faaliyet yürüten dernek ve vakıflar, öğrenci teşkilatları gibi organlar vasıtasıyla halk tabanına ulaşıp seslerini duyurmaktadırlar. Kültürel Islahatçılığın önemli alimlerinden biri Said Nursî (1873– 1960)’dir. Hayatının ilk döneminde anayasa ve özgürlük hareketlerini desteklemiş, bu yüzden padişahla ters düşmüş, çeşitli siyasal partilerde görevler almış bir İslâmcı Osmanlı âlimiydi. Cumhuriyet’ten sonraki, kendi ifadesiyle ‘Yeni Said’ döneminde ise siyasetten uzaklaştı ve kendisini ilmi-kültürel çalışmalara adadı. Yeni rejimle bazı konularda görüş ayrılığı içinde olması dolayısıyla zorunlu ikamete tabi tutulduğu yerlerde, Nur Risaleleri adı verilen kitaplarını yazmaya başladı. Bu eserlerinde dini konuları, modern sorunları da dikkate alarak ele aldı. Özellikle gençleri etkileyen çağdaş ideolojilerden kaynaklanan imanî problemlere çözümler üretmeye çalıştı. Bu bağlamda pozitif bilimlerin verilerinden geniş ölçüde faydalandı.
Siyasal Islahatçılık
Siyasal İslâmcılık nitelemesiyle de karşılanan siyasal ıslahatçılık, kültürel ıslahatçılığın aksine tavandan tabana doğru bir ıslahat programı öngörmektedir. Bu çizgideki oluşumlar, kültürel ıslahatçıların kullandıkları organların yanı sıra, sendikalar, siyasal partiler veya işgale karşı direniş örgütleri şeklindeki kurumları da devreye sokarak iktidar talebinde bulunmaktadırlar. Siyasal ıslahatçı hareketlerin önemli bir bölümü, yasal yollardan ve uzun süreli bir siyasi mücadeleyi programlamış, bu süreçte şiddet metotlarına başvurmamayı ilke edinmiştir. Bu çeşit hareketlerin en köklüsü ve en büyüğü kuşkusuz Arap ülkelerindeki İhvân-ı Müslimîn hareketidir.
Cemaat-i İslâmî: Hareket, Hint alt kıtasında İhvân-ı Müslimîn’in muadili sayılabilir. Esas mesleği gazetecilik olan fakat dini ilimlerde ihtisası bulunan ve dilimize çevrilmiş çok sayıdaki eseriyle Türkiye’de tanınan Ebû’l-A’lânMevdûdî (1903–1979), Cemaat-i İslâmî adını verdiği teşkilatı Lahor’da 1941 yılında kurdu. Teşkilatın gayesi, Hindistan’dan ayrı, tamamen Müslümanların yönetiminde, İslâm âlemine ve tüm dünyaya örnek olacak bir İslâm devleti kurmaktı. Pakistan’ın 1956’daki ilk anayasasında “İslâmi temellere dayanan bir toplum oluşturmayı ve mevcut bütün kanunları Kur’ân ve sünnet ışığından düzenlemeyi” esas alan maddelere yer verilmesi büyük ölçüde Cemaat-i İslâmî’nin bir eseriydi.
Seyyid Kutub (1906–1966): R adikal siyasal İslâmcılığın sembol ismi olarak hatırlanmaktadır. Kahire’de yüksek öğretmen okulundan mezuniyetinden sonra çeşitli edebiyat dergilerinde yazdığı şiir, hikaye ve romanlarıyla tanınmaya başlayan Kutub, hayatının ilk döneminde daha sol kesimlerle irtibattaydı. Eğitim araştırmaları yapmak için gönderildiği ABD’de fikri değişim yaşadı ve ideolojilere cephe aldı. 1953 yılında İhvân-ı Müslimîn’e katıldı ve teşkilatın yayın dairesi başkanlığını üstlendi. 1954’de Mısır devlet başkanı Abdünnâsır’a karşı başarısız suikast girişiminden sorumlu tutulan İhvân yöneticileriyle birlikte tutuklandı ve on yıl hapis yattı. Bu sürede meşhur tefsiri Fî Zılâli’l-Kur’ân’ı yazmaya başladı. 1964’deki tahliyesinden sonra kaleme aldığı Yoldaki İşaretler (Me’âlim fî’t-Tarîk) adlın radikal İslâmcılığın rehber kitabı sayılan eserindeki fikirlerinden dolayı ve İhvân’ı canlandırma faaliyeti suçlamasıyla 1965’de tekrar ve idam cezasına çarptırıldı. Ceza, İslâm
dünyasından gelen yoğun tepkilere rağmen1966 Ağustos’unda infaz edildi.
Modernist Oluşumlar
Batı’da Modernizm ana hatlarıyla XIX. Yüzyılın ikinci ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde hüküm Dayandığı temel düşünce, geleneksel sanatın, edebiyatın vs. artık zamanlarının dolduğunu, bu nedenle bunları terk ederek çağdaş değerlere uygun yeni bir kültür ve anlayışın geliştirilmesi Modernizm, ticaretten felsefeye her şeyin
gerekliliğini savunur. İslâm modernizmini, yahut İslâmda çağdaşlaşmayı bu açıklama bağlamında tanımlayıp anlamak gerekir.
Metinselci Modernizm: Temel kaynak olarak Kur’ân’a yapılan söz konusu güçlü vurgu, Kur’ân İslâmcılığı, Dönüşçülük, Kur’âniyye (Kur’ânizm) gibi isimlerle adlandırıldı.
Tarihselci Modernizm: İslâm modernizmi içindeki diğer bir ekol ise, metinselci modernizmi “Kur’ân’ın indiği tarihsel şartları” görmezden gelerek güncelleştirme işlemini yaptıkları için eleştirmektedir.
Fazlurrahman (1919–1988), geleneksel medrese tahsili ve hafızlıktan sonra Pencap Üniversitesi Arap Dili mezun oldu. Doktorasını Oxford Üniversitesi’ne İbn Sina felsefesi üzerine yaptı. Durham, Mc Gill ve en son Chicago üniversitelerinde çalıştı.1961’de Pakistan hükümetinin davetiyle Karaçi İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nde misafir profesör olarak ders verdi. Sonra bu kurumun müdürlüğüne atandı. 1968’e kadarki bu sürede yirmiden fazla makale ve iki kitap çıkardı. İslâm adlı eserinde İslâm düşünce tarihiyle adeta hesaplaşıyordu.