İSLAM MEZHEPLERİ TARİHİ - Ünite No 9: Mehdilik İnancı Temelinde Oluşan Geç Dönem Mezhepler Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite No 9: Mehdilik İnancı Temelinde Oluşan Geç Dönem Mezhepler

GİRİŞ: MEHDİLİK

Sözlükte “hidayete erdirilmiş ve kendisine doğru yol gösterilmiş kimse” anlamına gelen mehdi, ahir zamanda ortaya çıkması beklenen bir kurtarıcıyı nitelemek için kullanılan bir kavramdır. Mehdilik, farklı adlar altında kendisini göstermekle birlikte hemen hemen bütün dinlerde ve kültürlerde yer etmiş ortak bir olgudur.

Sünni kaynaklarda mehdilik konusu ile ilgili genellikle şu hususların ön plana çıktığı görülmektedir: Mehdi, kıyamet kopmadan önce dünyaya gelecek ve Mekke’de mehdiliğini ilan edecektir. Onun gelişi aynı zamanda kıyametin büyük alametlerinden biri olacaktır. Yedi yıl sürecek idaresi sırasında zulme son verip yeryüzünü adaletle dolduracak, barışın tüm dünyaya egemen olmasını ve herkesin Müslüman olmasını sağlayacaktır. İdaresinin sonunda da mesih, yani Hz. İsa gökten Şam Emevî Camii’nin doğu tarafındaki beyaz minareye inecek ve

Deccal’i öldürecektir. Müslümanların imamı konumundaki mehdi, idaresini Hz. İsa’ya bırakmak isteyecek, ancak o bunu kabul etmeyerek mehdinin arkasında namaza duracaktır. Cizyeyi kaldıracak, Yahudi ve Hıristiyanları İslâm’a davet edecek, kendisine inanmayanları da öldürecektir. Mesih yeryüzünde kırk sene kadar kalacak, sonra vefat edecektir. Başka bir yoruma göre de mehdi, idaresini Hz. İsa’ya teslim edecek ve kırklı yaşlarda vefat edecektir.

Mehdi inancının Şiîlik’teki yansıması ise daha özel ve kendine özgü bir karaktere sahiptir. Zira Şiîlik’te mehdi inancı, temel iman esaslarından biri olan imamet anlayışının önemli bir parçası olarak görülmektedir. Bu yüzden başlangıçtan itibaren mehdi konusu, genellikle Şiî çevrelerce sahiplenilmiştir. Ancak üçüncü asra kadar mehdinin kim olduğu konusu net değildir. Mehdi kavramı Şiî çevrelerde ilk defa Hz. Ali’nin Hz. Fâtıma’dan olmayan oğlu Muhamed b. el-Hanefiyye ile ilişkili olarak kullanılmaya başlanmış, daha sonra oğlu Ebû Haşim ve Abdullah b. Muâviye için de benzer nitelemelerde bulunulmuştur (Hakyemez, 2004, s. 133).

Mehdilik kavramı, İmâmiyye (İsnâaşeriyye) Şîası ile birlikte farklı bir içerik kazanmıştır. İmâmiyye mezhebi on ikinci imamın beklenen kurtarıcı olduğunu ileri sürmüş ve mehdiliği onun önemli bir vasfı haline getirmiştir. Bu yüzden beklenen mehdi inancı, zamanla Şiîliğin temel inanç esaslarından biri haline gelmiştir. Buna göre beklenen kurtarıcı, yani mehdi, on ikinci imam olan Muhammed b. Hasan el-Askerî’dir. (el-Kummî, 1978, s. 124)

AHMEDİLİK

Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî (1835-1908) tarafından Hindistan Pencap- Kâdiyân'da XIX. yüzyılın sonlarına doğru kurulan bir dini hareket olan Ahmedîlik, Mirzaîlik ve Kâdiyânîlik adlarıyla da anılmaktadır. Hareketin kurucusu ve bağlıları, kendileri için Ahmediyye ismini kullanmışlar, resmi makamlarca da bu isimle anılmışlardır. Ancak İslâm dünyasında tanımlandıkları isim, genellikle Kâdiyâniyye olmuştur.

Ahmedîliğin Sosyo-Kültürel Arka Planı

Ahmedîlik 19. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan alt kıtasında kurulmuş bir harekettir. Söz konusu zaman diliminde Hindistan, siyasi, kültürel, dini ve iktisadi açıdan oldukça çalkantılı bir bölgedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı devletler karşısında siyasî ve iktisadi gücünü yitirmesi, İslâm coğrafyasının büyük bir kısmı için sıkıntılı bir sürecin başlangıcı oldu. İslâm topraklarının batılı devletler tarafından sömürge haline getirilmek istenmesi, buralarda siyasî ve iktisadi temelli ciddi gerilimlerin yaşanmasına yol açtı.

Hindistan bu gerilimin en fazla yaşandığı bölgelerden birisiydi. Her şeyden önce bölge birçok etnik unsurun ve dinin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir yapıya sahipti. Bu çoğulcu yapı, tarihin belirli dönemlerinde dinler ve mezhepler arasında veya farklı etnik unsurlar arasındaki çatışmaların ana sebebiydi. Bölgede yaşanan din ve kültür eksenli sosyal değişmenin tonu, diğer bölgelerle kıyaslandığında yüksekti ve yaşanan siyasî mücadelelerin zeminini oluşturuyordu.

İslâm, Hindistan bölgesine sufiler aracılığıyla taşındı. Bu durum özünde mistik bir din anlayışını ihtiva eden Hinduizm’le İslâm arasında ve her iki dinin temsilcileri arasında bir yakınlaşmayı beraberinde getirdi. Ancak ilerleyen süreçte Müslümanlarla Hindular arasındaki yakınlaşma Müslüman sufilerin Hind mistiklerinden etkilenmelerine ve aşırı inzivacı ve zühtçü, dış dünyaya tümüyle kapalı ve hurafelerle dolu bir din anlayışını benimsemelerine sebebiyet verdi. Buna 16.. yüzyılda Ekber Şah’ın Hinduizm ile İslâm’ı da içine alacak şekilde eklektik bir din olarak “Dîn-i İlahî”yi kurma çabaları da eklenince bölgede ıslah talepleri artmaya başladı. İmam Rabbanî olarak bilinen Ahmed Serhendî (1563–1624), bu yapıya sistematik olarak karşı çıkan ilk ve en önemli kişi oldu. Onun temel gayesi, tümüyle uyuşmuş ve silikleşmiş bir sufilik anlayışının ıslahı üzerinde toplanmaktaydı. Onun bu girişimi ve çabası, kendisinden bir asır sonra Şah Veliyyullah Dihlevî (1703–1776) tarafından daha da sistematik hale getirildi.

Ahmedîliğin Kuruluşu ve Tarihsel Gelişimi

Ahmediliğin kurucusu Gulam Ahmed, İslâm’ı savunmak amacıyla Berâhin-i Ahmedîyye adında geniş hacimli bir eser yazmayı gündemine aldı. 1880 yılında ilk iki cildini yayınladığı bu eserde diğer dinlere, özellikle de Hıristiyanlara karşı İslâm’ın geniş kapsamlı bir savunusuna girişti. Bu savunu, gerek entelektüel çevrelerde gerekse halk tabanında ciddi yankı buldu. Ancak Gulam Ahmed, eserinin ilk iki cildinde yalnızca bununla yetinmedi; ilerleyen süreçte ortaya atacağı kimi iddiaları için zemin oluşturmaya çalıştı. Bu kapsamda kendisinin bir müceddid olduğunu çağrıştıracak kimi ilham ve kerametlerine, fazilet ve ayrıcalıklarına dikkat çekti. İçinde bulunduğu toplumun, karizmatik bir kurtarıcı düşüncesini içselleştirdiği bir ortamda onun bu imaları çevresindeki destek halkasının giderek büyümesine yardımcı oldu.

Bu destek, eserinin üçüncü ve dördüncü ciltlerinin içeriklerine de yansıdı ve kendisine müceddidlik iddiasını daha net bir şekilde ve yüksek sesle dile getirebileceği psiko-sosyal bir çerçeve sundu.

Mirza Gulam Ahmed, hareketin kurumsal bir niteliğe kavuşturulmasıyla birlikte müceddidlik iddiasının çerçevesini daha da genişletti. O öncelikle mehdilik konusuna el attı; ve konuyu daha geniş bir bağlamda ele aldı. Ona göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmemiştir; öldüğü düşünülerek cesedinin bırakıldığı mağarada iyileşmiş ve daha sonra da Keşmir bölgesine gelmiştir. Burada uzun süre faaliyetlerde bulunmuş ve nihayet yüz yaşını aşkın bir haldeyken vefat etmiştir. Gulam Ahmed Hz. İsa’nın öldüğünü kesin bir şekilde temellendirmeye çalışmaktadır. O bu doğrultuda Hz. İsa’nın göğe yükseltildiğini (ref’) bildiren Âl-i İmran suresinin 55. ayetine farklı bir yorum getirmekte ve Hz. İsa’nın öldükten sonra Allah katına yükseltildiğini ileri sürmektedir. Ona göre göğe yükseltme maddi değil, manevi bir olay olarak görülmek durumundadır. (Fığlalı, 2004, s. 264)

Gulam Ahmed’in kendisinin her iki (Müslümümanlık ve Hristiyanlık) dinin mensuplarının beklediği mehdi olduğu iddiası, taraftar sayısının artmasıyla birlikte 1902 yılında farklı bir noktaya taşındı. O yalnızca mehdi olmadığını, dahası bir nebî ve resul olduğunu iddia etti. “Kendisinin Allah’ın zıllî (gölge) bir nebîsi olduğunu, ancak kesinlikle yeni bir şeriat getirmediğini belirten Gulam Ahmed,

nebiliğinin yalnızca Hz. Peygamber’in manevi yansımasından ibaret bulunduğunu, bu bakımdan kendisi için söylenen ve eserlerinde rastlanan nebi ve resul gibi sıfatların mecazi anlamda anlaşılması gerektiğini söyler” (Fığlalı, 2004, s. 204). 1904 yılında ise kendisinin Hinduların beklediği kurtarıcı Krişna olduğunu ileri sürdü.

Gulam Ahmed’in ölümünün ardından grup ikiye ayrıldı ve dünyanın çeşitli noktalarına yayıldılar. Pakistan’da Pakistan Parlamentosu’nun 1974 yılında aldığı bir kararla Ahmedîliğin “İslâm dışı azınlık” olarak kabul edilmesiyle birlikte, hareketin uluslararası tanınmışlığı daha da artmıştır. Günümüzde İngiltere, Hollanda, Almanya, Danimarka, İspanya ve İsviçre gibi Avrupa ülkelerinde, başta Amerika olmak üzere kuzey ve güney tüm Amerika kıtasında, Asya’da ve Afrika’nın pek çok bölgesinde faaliyetler yürüten hareketin, 2 ile 10 milyon arasında bir taraftar kitlesine sahip olduğu kaydedilmektedir.

Ahmedîliğin Temel Görüşleri

Ahmedîlik klasik anlamda tam bir mezhep hüviyeti taşımamaktadır; çünkü İslâm dininin doğrudan doğruya itikatla ilgili konularına giren meseleleri hakkında değil, kıyamet ve ahir zaman rivayetleri ile ilgili ikincil derecedeki birtakım hususlar üzerinde durmaktadır. Hareketin temel görüşleri, Mirza Gulam Ahmed'in mesihlik, mehdilik, nebilik gibi iddiaları çevresinde şekillenmiştir. Ancak bu noktadaki iddiaların ve görüşlerin, kendi bağlıları

BÂBÎLİK-BAHÂÎLİK

Bâbîlik-Bahâîlik, tıpkı Ahmedîlik gibi, 19. Yüzyılda, beklenen kurtarıcı söyleminin yüksek sesle dile getirildiği bir kaos ortamı üzerinde şekillenmiş dini bir harekettir. Ahmedîlik, Hint alt kıtasında ve Sünni İslâm anlayışı ekseninde oluşmuş bir hareket iken, Bâbîlik-Bahâîlik İran’da daha çok Şiî İslâm anlayışı merkezinde gelişmiştir. Şirazlı Mirza Ali Muhammed Bab’ın kurucusu olduğu hareketin arka planında İmâmiyye Şîası’nın tasavvufi bir yorumu niteliğindeki Şeyhîlik tarikati yatmaktadır. Her ne kadar Bâbîlik ve Bahâîlik şeklinde iki ayrı isim kullanıyor olsak da, birbirinin devamı olmaları tek bir başlık altında birlikte ele alınmalarını gerekli kılmaktadır.

Bâbîlik-Bahâîliğin Dini –Kültürel Arka Planı

Bâbîlik-Bahâîlik hareketinin geliştiği ortam, 19. yüzyıl İran’ıdır. İran bu asırda İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlü devletlerin ekonomik, askeri ve siyasî açıdan giriştikleri yayılma politikasının odağında yer alan bir ülke oldu.

Etnik açıdan oldukça karışık bir bölge olmasının yanı sıra, İran, dini anlamda da pek çok farklı eğilime ev sahipliği yapmaktaydı. Bununla birlikte İmâmiyye Şiîliği halkın büyük çoğunluğunun mezhebi konumundaydı.

Özellikle bu mezhebe mensubiyet ve İmâmiyye Şîası içerisinde 18. Asırda oluşan Şeyhîlik hareketi, Bâbîlik-Bahâîliğin sosyo-kültürel arka planını oluşturmaktaydı.

Bâbîlik-Bahâîliğin doğru anlaşılabilmesi için İmâmiyye’nin beklenen imam anlayışının bilinmesi ve Şeyhîliğin İmâmiyye içerisindeki konumunun tespit edilmesi gerekmektedir.

Bâbîlik-Bahâîliğin Kuruluşu ve Tarihsel Gelişimi

Mirza Ali Muhammed tarafından kurulan Bâbîlik, Şeyhîlik tarikatının sosyal mirası üzerine oturdu. Mirza Ali, bu tarikatın bir üyesi ve Kazım Reştî’nin önde gelen müritlerinden birisiydi. Beklenen imamın ortaya çıkışının artık an meselesi olduğunu ve ancak kendisi öldükten sonra ortaya çıkacağını ileri süren Kazım Reştî’nin ölümü, söz konusu beklenen imamla ilgili beklentileri daha da artırdı. Mirza Ali Muhammed tarikatın taraftarları arasında oluşan bu beklentiyi kendi amaçları doğrultusunda iyi kullanmasını bildi. O, Kazım Reştî’nin görüşleri ışığında, kendisinin mehdiye açılan kapı, yani bâb olduğunu ilan etti ve 1844 Şiraz’da Bâbîliğin temellerini atmış oldu.

Mirza Ali Muhammed’in, bâblığını temellendirirken ortaya koyduğu yaklaşımın arkasında, Hıristiyanlıktaki bin yıl (milenyum) inancının yattığı gözlenmektedir. Mirza Ali, bin yıl hesabını Hz. Muhammed’in hicretiyle değil, on ikinci imamın Küçük Gaybet’e girdiği hicri 260 yılıyla başlatır. Daha sonra son sefîrin hicri 328’deki ölümü ve Büyük Gaybet’in başlamasıyla, gâib imama açılan kapı kapanmıştır. Bu kapının yeniden açılması, onun Küçük Gaybet’e girdiği tarihten tam bin yıl sonra gerçekleşecektir. Bu tarih, Mirza Ali’nin bâblığını ilan ettiği hicri 1260 (miladi 1844) yılına denk düşmektedir.

Mirza Ali Muhammed mehdiye açılan bâb olduğu yönündeki iddialarını zamanla daha ileri bir noktaya taşıdı. İçinde bulunduğu ortamın psiko-sosyal durumunu da iyi değerlendirerek kendisinin beklenen mehdi olduğunu iddia etti. Onun bu görüşü, İran şahlığının baskıcı politikaları altında ezilen halk nezdinde, özellikle de Şeyhîlik tarikatının sosyal tabanında büyük yankı uyandırdı. 1845 yılından itibaren görevlendirdiği dâîler vasıtasıyla Şiraz, Tahran, Isfahan ve Tebriz gibi büyük şehirlerde taraftar buldu.

Mirza Ali Muhammed, hareketin İran’ın büyük şehirlerinde taban bulmasından aldığı cesaretle iddialarını daha ileri bir boyuta taşıdı ve kendisinin Allah tarafından insanlara gönderilen bir peygamber olduğunu ileri sürdü. El-Beyan adı altında kaleme aldığı eserini, bu yeni peygamberliğin kutsal kitabı olarak niteledi ve Kur’ân’dan üstün oluşunu temellendirmeye çalıştı. O kendisinin peygamberliği ile birlikte Kur’ân’ın neshedildiğini, dolayısıyla İslâm şeriatının emir ve yasaklarının kaldırıldığını ve el-Beyan ile yeni hükümlerin getirildiğini ileri sürdü. (Fığlalı, 1991, s. 465)

Mirza Ali’nin bu iddiaları, cahil halk kitleleri arasında belirli ölçüde taban bulmasına karşın, aralarında yöneticilerin ve alimlerin de bulunduğu önemli bir kesimi rahatsız etti. 1850 yılında Tebriz'de Şah Nâsırüddin'in huzurunda, âlim ve fakihlerle yaptığı münazara onun için bir anlamda sonun başlangıcı oldu. Bu yüzden hakkında soruşturma açıldı ve küfre düştüğü yönünde fetva verildi. Bu doğrultuda bir müddet hapis hayatı geçirdi; 1266 / 1850 yılında da kurşuna dizilerek öldürüldü.

Taraftarları Mirza Ali Muhammed’in ölümünden Şah Nâsırüddin’i sorumlu tuttular ve 1852 yılında Şah’a karşı başarısız bir suikast girişiminde bulundular. Tarikatın pek çok üyesi bu sebepten ya öldürüldü ya da sürgün edildi. Mirza Ali'nin öğrencisi ve müridlerinden olan Subh-i Ezel Mirza Yahya ve Bahâîliğin kurucusu olan kardeşi Mirza Hüseyin Ali de hapsedilenler arasındaydı; ancak İngilizlerin ve Rusların baskısıyla öldürülmekten kurtuldular ve Bağdat’a sürgün edildiler. Halkın istememesi üzerine de önce İstanbul'a, daha sonra da Edirne'ye sürgün edildiler. Bu süreç, artık Bâbîliğin Bahâîliğe dönüştüğü zaman dilimi olması bakımından önemlidir.

Mirza Hüseyin’in ölümü sonrasında yerine Abdülbahâ unvanıyla halef tayin ettiği büyük oğlu Abbas Efendi hareketin başına geçti. 1908 yılında Abbas Efendi, meşruiyetin ilanıyla birlikte Osmanlı idaresinin baskısından kurtulan Bahâîliğin kurumsal yapılanması ve farklı bölgelere yayılması noktasında önemli çabalar gösterdi. Bu kapsamda Mısır, Avrupa ve Amerika’da kapsamlı faaliyetler yürütüldü. İsrâil’in Hayfa kenti, Bahâîliğin merkezi olarak seçildi ve I. Dünya Savaşı sırasında oluşan siyasî konjonktürün de etkisiyle Bahâîlik faaliyet alanını iyice genişletti.

Abbas Efendi’nin 1921 yılında ölmesiyle, hareketin başına ilk torunu olan Şevki Efendi geçti. Yaşının genç olması ve Amerika Bahâîlerinden bir hanımla evli olması, Şevki Efendi’nin Bahâîliğin tüm dünyada yayılması noktasında geniş kapsamlı faaliyetler gerçekleştirmesine yardımcı oldu. Şevki Efendi, çocuğu olmadığından, Bahâîliğin kendisinden sonra idaresini “baş koruyucular” olarak nitelendirdiği 27 kişilik yardımcı heyetine havale etti. Onun 1957 yılında ölmesi üzerine hareket, İsrâil’in Hayfa kentindeki Umûmî Adalet Evi (Universal House of Justice) adıyla kurulan teşkilat bünyesinde söz konusu yardımcıların kontrolünde varlığını sürdürdü. İslâm’dan bağını kopararak bağımsız bir dini harekete dönüştü. Günümüzde özellikle İran, Amerika, Avrupa, Afrika ve Pakistan’da faaliyetlerde bulunan Bahâîliğin, tüm dünyada dört milyon civarında taraftarının olduğu kaydedilmektedir.

Bâbîlik-Bahâîliğin Temel Görüşleri

Bâbîlik-Bahâîlik İslâm sınırlarını zorlayan bir takım görüşlere ve yaklaşım tarzlarına sahip olması sebebiyle İslâm kültüründen kaynaklanan ancak İslâm dairesinden çıkan bir mezhep olarak görülmüştür. Ancak mezhebin taraftarları, Bâbîlik-Bahâîliği yeni bir din olarak temellendirmeye çalışmışlardır. Mezhebin yeni olarak ön plana çıkardığı dini hüküm ve esasların, Yahudilik, Hıristiyanlık’tan izler taşımakla birlikte, temelde İslâmiyet’ten alındığı görülmektedir (Fığlalı, 1994, s. 91).

Bâbîlik-Bahâîliğin inanç ve ibadet esaslarının temelinde, kendisini “beklenen imama açılan bir kapı” yani bâb olarak niteleyen Mirza Ali Muhammed’in görüşleri yatmaktadır. Bahâullah Mirza Hüseyin döneminde bile onun görüşleri, herhangi bir eksiltmeye maruz kalmadan varlığının korudu. Mirza Ali’nin görüşleri üç evrede şekillendi: O öncelikle beklenen imama açılan kapı olduğunu iddia etti. İkinci aşamada beklenen mehdilik iddiasında bulundu; son olarak da mehdinin yeni bir peygamber olması gerektiğini ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulundu.

Bâb Mirza Ali’ye göre her bir harfin ve sayının ayrı bir özelliği ve değeri vardır. Bu noktada 19 sayısı Bâbîlik ve Bahâîlikte kutsal kabul edilir. Buna göre bir yıl 19 ay, bir ay da 19 gündür. Mezhep mensupları her 19 gün sonunda 19 yoldaşına ikramda bulunmak zorundadır. Bir Bâbînin sahip olabileceği kitap sayısı 19’la sınırlıdır.

Bâb Mirza Ali’den sonra Bâbîlik, Mirza Hüseyin Ali’nin önderliğinde Bahâîlik adı altında devam etmiştir. Bahâîliğin ikinci ve üçüncü kuşak temsilcileri sayesinde hareket, hem kurumsallaşma sürecini tamamlamış hem de görüşleri daha keskin kalıplar içerisinde belirgin hale getirilmiştir.

Bahâîlik sürecinde eklenen görüşler, daha çok Bahâullah Mirza Hüseyin Ali’nin eserlerinde dile getirdikleri hususlar olmuştur. Özellikle onun el-İkan ve el-Akdes isimli eserleri vahiy mahsülü olduğu iddiasıyla kutsal kitap olarak kaleme alınmış eserlerdir. Ayrıca Bahâullah’ın, Arapça ve Farsça olarak vahyedildiğini iddia ettiği on dokuz sureden ibaret Kelimât-ı Meknûne’sinin yanı sıra Tarâzât, Kelimât-ı Firdevsiyye gibi kutsal kabul edilen eserleri de bulunmaktadır.

Meşriku’l-Envar adıyla dokuz cepheli olarak kurulan ve dünyanın yedi kıtasında bulunan yapılar, Bahâîlerin ana mabetlerini oluşturmaktadır. Ancak bu yapılar yalnızca mabetle sınırlı değildir; çevresinde sosyal ve eğitimsel faaliyetlerin gerçekleştirilebileceği çeşitli organizasyonlar da bulunmaktadır. İngiltere, Almanya, İsviçre, Türkistan ve Amerika gibi ülkelerde Bahâîlik'le ilgili yayınlar yapılmaktadır. Amerika'da iki yılda bir Bahâî World (Bahâî Dünyası) adıyla yayınlanan bir yıllıkları bulunmaktadır.