İSLAM SANATLARI TARİHİ - Ünite 10: Türk Din Mûsikisi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 10: Türk Din Mûsikisi

Giriş

Mûsiki (müzik) kelimesinin kaynağı hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında en yaygın olanı Latince “musica” ya dayandığını öne süren görüştür. Eski Yunanca’daki “mousiké”den (mousa) geldiği kabul edilen musicanın kökü ise müz (muse) kelimesidir. Yunan mitolojisinde Tanrı Jüpiter’in Tanrıça Mnemosyne’den doğan dokuz kızının adı olan “müz”lerin her biri ayrı bir ilim ve güzel sanatın tanrıçası sayılmaktaydı. Antik çağların sonlarına doğru ise “mus” veya “musike” dendiğinde sadece bugünkü anlamda mûsiki kavramı anlaşılmaya başlamıştır.

İslâm kültür çevresine IX. Yüzyıldan başlayarak elmûsîka/el-mûsîkî şeklinde giren kelimeyi Türkler Müslüman olduktan sonra bu telaffuza yakın bir şekilde “mûsiki” olarak kullanmaya başladılar. Osmanlı döneminde de bu şekildeki kullanılış devam etti ancak Cumhuriyet döneminden sonra kelimenin Fransızca telaffuzu olan “müzik” şekli yaygınlaştı.

Mûsiki sanatının hangi şartlar ve etkenler altında, nerede, ne zaman ve nasıl doğduğu konusunda bugün kesin bir bilgiye ulaşamayacağımız çok doğaldır. Eski Hint’te mûsikinin tanrı Brahma’nın eşi tanrıça Sarasvati; eski Mısır’da tanrı Hermes, Horus veya Oziris, eski Yunanlı ve Romalılar’da ise tanrı Apollon, Minerva ve Merkür tarafından icat edildiğine inanılırdı.

Fransız mûsiki tarihçisi Jules Combarieu ilkel insanın korkulu doğa güçlerine karşı kendini savunmak için büyüye başvurduğunu, anlamını ancak büyücünün bildiği birtakım gizli hece ve kelimelerin ilkel bir ezgi akışı içerisinde tekrarlanmasıyla ilkel mûsikinin doğduğunu söylemiştir. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi bu görüşlerin çoğu akla uygunsa da hiçbirini kesin olarak ispat etmek mümkün değildir. Bu görüşler birer varsayım olarak kabul edilmelidir.

İnsanoğlu diğer canlılardan sadece “düşünce” özelliğiyle ayrılmamaktadır. Din olgusu ve estetik duygu da insanoğlunun önemli vasıfları arasında yer alır. Din gibi “güzellik” hissi de insanoğlunun yaratılışında mevcuttur.

İslâmiyet, insanın maddî ve mânevî hiçbir özelliğini red etmediği gibi bilakis, insanın yaratılışındaki kabiliyetlerin de en mükemmel bir şekilde geliştirilmesini ve olgunlaştırılmasını ister; bu kabiliyetlerin kötüye kullanılarak istismar edilmemelerini tavsiye eder. İnsanî duygular içerisinde de estetik (güzellik) hissinin önemi büyüktür.

Hayatın maddî sıkıntılarından arınmış, âhenkli bir âlemin hayali, insanlara sanatı keşfettirmiştir. Sanatkâr, kendi hayalindeki âlemi tasvir ederek bize göremediğimiz güzellikleri anlatmaya çalışan bir tercümandır. İnsan, duygularını ifade edebilmek için iki önemli vasıta kullanmıştır: Söz ve ses. Mûsiki, “ses” unsurunu kendisine temel almış bir sanattır. Seslerin belli bir uyum içerisinde sıralanmasından da “mûsiki eserleri” ortaya çıkmaktadır.

Araplar’ın sesle yaptıkları nağmelere terennüm, şiirle söyledikleri nağmelere gınâ denirdi. Arap mûsikisinde, Hz. Osman dönemine kadar “hudâ” ve “nasb” adı verilen iki basit form icra edilmekteydi. Daha sonra “sinâd (senâd)” ve “hezec” adlı formlar icra edilmeye başlandı. Aynı zamanda şair olan Hz. Ali’nin güzel sanatlara ve edebiyata önem verdiği ve bu kişileri teşvik ettiği söylenir. Emevîler döneminde mûsiki, halife saraylarına girmeye başlayınca, devlet adamları tarafından da mûsikiye ilgi arttı. İslâm âleminde ilk mûsiki nazariyesi eseri yazan Yûnus el-Kâtib, Saîd b. Miscah, İbn Muhriz, Garîz ve İbn Süreyc’in Arap mûsikisinin dört temel taşı olduğunu söyler.

Abbâsîler döneminde Grekler’e ait nazarî mûsiki eserlerinin tercüme faaliyeti başlamıştır.

İslâm dünyasındaki ilk nazarî mûsiki çalışmalarının ürünleri VIII. yüzyıldan itibaren alınmaya başlanmış ve mûsiki sistemindeki bu teorik yapı VIII-XIII. yüzyıllarda gelişerek Endülüs’ten Çin’e ve Orta Afrika’dan Kafkaslar’a kadar geniş bir alanda yaygınlaşmıştır.

Ya‘kub b. İshak Kindî (ö. 866 [?]) mûsiki teorisi üzerine çalışan ilk İslâm filozofudur. Aynı zamanda iyi bir icracı olan Fârâbî’nin mûsiki konusunda yazdığı üç eserinden en genişi el-Mûsîka’l-kebîr’dir. Eser, Batı’da ve İslâm dünyasında mûsiki teorisi ve özellikle mûsiki felsefesi hakkında yazılmış en sistemli eserlerden biri kabul edilir. Fârâbî’den sonra mûsiki teorisi üzerine eserler yazılmaya devam edilmiş, Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî’nin (ö. 997) Mefâtîhu’l-ulûm adlı ansiklopedik eserinin mûsikiye ait bölümleri ile trigonometrinin kurucusu Ebü’l-Vefâ elBûzcânî’nin “ikâ”ya dair eserleri konunun en ciddi çalışmalarındandır.

İbn Sînâ da eş-Şifâ, en-Necât ve Dânişnâme-i Alâî adlı kitaplarında mûsikiye uzun yer vermiştir. XIII. yüzyılda fizik âlimi Safiyyüddin el-Urmevî kaleme aldığı Kitâbü’lEdvâr fî ma‘rifeti’n-nagam ve’l-evtâr adlı eseriyle mûsiki alanında yeni bir dönem başlattı.

XVI. yüzyılın sonlarından itibaren mûsiki nazariyatına dair eserlere rağbet azalırken daha çok beste ve icraya yönelik çalışmalar hız kazandı. İstanbul’un bir kültür ve sanat merkezi haline gelmesinden sonra mûsiki çalışmaları, bu şehir ve çevresinde devam etmeye başladı.

Eski Türk inançları doğrultusunda belirli zamanlarda yapılan törenlerde, dinî mahiyetteki mûsikinin önemli bir yeri vardı. Tonguzlar’ın “şaman”, Altay Türkleri’nin “kam”, Kırgızlar’ın “bahşı”, Oğuzlar’ın “ozan” adını verdikleri ve şairliğin dışında sihirbazlık, hekimlik, rakkaslık ve mûsikişinaslık gibi birçok nitelikleri de bulunan bu kişilerin halk üzerinde büyük etkisi vardı. Türkler’in en eski çalgısı “kopuz”dur.

Eski Türk hayatında dinî nitelik taşıyan başlıca üç büyük âyin vardı:

  1. Avların bereketli olması için düzenlenen ve sığır adı verilen sürgün av âyinleri.
  2. Şeylan, şilan, şölen, çeşn yahut toy adı verilen kurban âyinleri.
  3. Ölen kişinin ruhunun dinlenmesini sağlamak amacıyla düzenlenen ve yuğ denilen umumi matem âyinleri. Türkler’in mûsiki aletleriyle icra ettikleri terennümlere “gök” veya “kök”, sesli okunanlarına ise “ır” ve “dule” denirdi. Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da mûsiki, özelliklerini korumaya devam etti ve zamanla Türk-İslâm medeniyeti içerisinde önemli bir yere sahip oldu.

İslâmiyet’in doğuş yıllarında Arap yarımadasında belli kurallar etrafında şekillenmiş bir mûsikinin mevcut olduğu söylenemez. Hz. Ömer devrinden itibaren şiirlere besteler yapılmaya başlandığı söylenir. Zaman içerisinde gelişerek kendi kurallarını ortaya koyan ve bugün “dinî mûsiki” dediğimiz mûsiki formatı, Hz. Peygamber’in güzel sese rağbet etmesi, önem vermesi ve güzel nağmeleri teşvik etmesi ve bu anlamda güzellikleri tavsiye etmesinin bir sonucu olarak doğmuştur.

Hz. Peygamber’in Bilâl-i Habeşî’yi mânevî bir neşeyle dinlemesi, onun güzel sese verdiği önemin göstergeleridir. Bu konuda Hz. Peygamber’in birçok hadisi mevcuttur. Bunlardan birinin mânası şöyledir: 1- “Kur’an’ı güzel seslerinizle süsleyiniz. Cenâb-ı Hak güzel sesiyle cehren (açık olarak) ve tegannî ile (nağme yaparak) Kur’an okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi hiçbir şeye kulak vermemiştir”. Kur’an okuyuşunda yardımcı unsur olan güzel ses, sanki Kur’an’ın metninin önüne geçmeye başladı. Bunun üzerine “tecvid” ve “kıraat” ilimleri ortaya çıktı. 2- Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin okuduğu Kur’an’ı dinleyen Resûlullah ona: Ey Ebû Mûsâ, sana Dâvûd’a verilen mizmarlardan biri verilmiş” buyurdu. Bu hadisin bir başka rivayetinde ise Ebû Mûsâ Hz. Peygamber’e cevaben “Yâ Resûlallah, kıraati dinlediğini bilseydim, tilâvetimi daha güzel nağmelerle süslemek için gayret ederdim” demiştir.

Allah’a yönelme” şeklinde özetleyebileceğimiz “tasavvuf”, bir din veya felsefî düşüncenin ideale yöneliş esasıdır. Tasavvufî toplantılarında ,adına “zikir” veya “zikir medisi” denilen, deyim yerinde ise bir “ses icrası” yapılır ortaya “mûsiki” çıkmaktadır. Böylece yüzyıllar boyu devam eden bu tasavvuf- mûsiki ilişkisi zamanla bir “mûsiki türü”nün doğmasına yol açmıştır. Diğer taraftan, camide topluca yapılan ibadet esnasında, yine sese dayalı bir mûsikinin ortaya çıktığı bilinmektedir.

Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamalarının yanı sıra tasavvufun ortaya çıkışından sonra bu doğrultuda teşekkül eden dinî hayat zamanla camilerde, tekkelerde ve muhtelif tarikat toplantılarında yapılan ibadetler ve zikirler esnasında çeşitli sebeplerle ve birtakım kaideler çerçevesinde icra edilen bir mûsikiyi meydana getirdi.” İşte bu mûsikiye “dinî mûsiki” demekteyiz.

Osmanlı kültür ve medeniyeti etrafında şekillenen köklü mûsiki, icra edilen yerler ve nitelikleri göz önüne alınarak iki ana bölümde incelenmiştir. I- Cami Mûsikisi, II- Tekke (Tasavvuf) Mûsikisi.

Türk-İslâm tarihinde “Osmanlı döneminin” engin mûsiki ortamında gelişen “dinî mûsiki”, günümüz mûsiki çevrelerinde “Türk Din Mûsikisi” veya “Dinî Türk Mûsikisi” gibi başlıklarla ifade edilmektedir.

Cami Mûsikisi ve Şekilleri: Camide ibadet esnasında şekillenen mûsiki olup, gerek ibadet sırasında gerekse ibadet öncesi ve sonrasında ortaya çıkan çoğunlukla irticâle dayalı (önceden bestelenmemiş, doğaçlama) ses mûsikisinden ibarettir. Cami mûsikisinin icracıları imamlar ve müezzinlerdir.

Müezzinin ezan okuması, İhlâs sûrelerinin kıraati, kamet getirmesi, namazın cemaatle kılınması sırasında imamın kıraati, selâmdan sonra müezzinler tarafından okunan ibareler, tesbihat, dua ve mihrâbiyenin bütünü cami mûsikisini meydana getirir.

Büyük camilerde, namazın kılınması esnasında bütün müezzinlerin katılımıyla icra edilen müezzinlik faaliyetine “cumhur müezzinliği” adı verilmiştir.

Vakit namazında ilk sünnet kılındıktan sonra okunan salavatlama, tekbir alma, namazın tamamlanmasından sonra okunan Âyetü’l-kürsî, onu takip eden tesbihat ve dua, ayrıca ramazanlarda sahur vaktinde minarelerden okunan temcîdler, teravih namazlarındaki salât-ı ümmiyyeler ve ramazan ilâhileri, cuma ve bayram salâsı, minarede iki veya daha fazla sayıda müezzinin karşılıklı okudukları ezanlar, cumhur müezzinliği içerisinde yer alan icralardır. Tekke mûsikisiyle ortak icra edilenlerin dışındaki cami mûsiki şekilleri (formları) şöyledir;

Ezan: Farz namazların vaktinin girdiğini müslümanlara duyurmak amacıyla, bilinen cümlelerle okunan metindir. İcrası bakımından “dış ezan” ve “iç ezan” olmak üzere ikiye ayrılan ezanın minarede okunanına dış ezan, cuma namazının farzından önce cami içerisinde okunanına ise iç ezan denir. Ezan herhangi bir besteye bağlı kalınmaksızın serbest (irticâlî, doğaçlama) olarak okunur.

Ezanlar, müezzinin mûsikideki yeteneğine göre her makamdan okunabilir. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi, Türk mûsikisinin “ağır başlı” olarak nitelendirilen daha çok lirik karakterli makamlarından ezan okumak âdeti yerleşmiştir. İki kişi tarafından karşılıklı olarak okunan ezanlara “çifte ezan” denilir. Bu uygulamada müezzinler, birbirlerine karşılıklı perde göstererek ezanı okurlar.

Osmanlı döneminde, sarayda başmüezzinlik görevine yükselmiş meşhur mûsikişinaslar vardır. XIX. yüzyılın ünlü mûsikişinaslarından Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi, Rifat Bey, Hâşim Bey ve Şâkir Ağa bunlardan bazılarıdır.

Tesbih: “Sübhânallah” kelimesini söylemek suretiyle Allah’ın bütün kusurlardan ve eksikliklerden uzak bulunduğuna inanmak, onu yüceltmek anlamında olan tesbih (tespih), bu maksatla her vakit namazının sonunda otuz üçer defa “sübhânellah”, “elhamdülillâh” ve “Allahü ekber” sözlerini terennüm etmekten ibarettir. Bu adın verilmesinin sebebi, namazın sonunda tekrarlanan üç kelimeden birincisinin “sübhânallah” olmasıdır.

Temcîd: Minârelerde ezandan ayrı olarak Allah’a yapılan dua ve münâcâtlardır. Üç aylarda recebin ilk gecesiyle başlayarak ramazanın teravih kılınan ilk gecesine kadar yatsı namazının ardından, ramazanda ise sahurdan sonra müezzinler ve cemaatin katılımıyla minarede okunurdu.

Tekbir: Arefe ve kurban bayramı günlerinde kılınan farz namazlardan sonra, bayram namazlarında, kurban kesilirken, hac ve umre ihramı boyunca, mevlid okunurken, cenazede veya herhangi bir dinî merasimin heyecanı içerisinde topluca, belirli bestesiyle okunan, Allah’ın yüceliğini ifade eden cümlelerdir.

Tekke (Tasavvuf) Mûsikisi ve Şekilleri: Son zamanlarda “tasavvuf mûsikisi” şeklinde de ifade edilen tekke mûsikisi, “açık (cehrî) zikir yapan tarikatların zikirleri esnasında daha çok ritme dayalı, bazan bir veya birkaç enstrümanın da katılımıyla ortaya çıkan mûsiki” şeklinde tarif edilebilir.

Mevlevîlik ve Bektaşîlik dışında tarikatlarda zikirler genel olarak üç şekilde yapılırdı. Zikirdeki dinî mûsiki eserlerini “zâkirbaşı” idare ederdi. Tekke mûsikisinin usül ve erkânını çok iyi bilip uygulamasıyla tanınan ve hâfızasındaki dinî eser birikimiyle şöhret kazanan Beşiktaşlı Nuri Korman ile Albay Selahaddin Gürer Cumhuriyet döneminin son zâkirbaşılarındandır.

Tekkelerde yapılan zikirlerde seslere genellikle ritmin yürütülmesinde yardımcı olan mahzar, halîle, kudüm, bendir, nevbe gibi vurmalı sazlarla ney eşlik etmiştir. Câmi mûsikisiyle ortak icrâ edilenlerin dışındaki tekke mûsikisi şekilleri şunlardır:

  1. Mevlevî Âyini: “Mevlevî âyini” denildiği zaman,
    • Semâ ve mukabele de denilen, tasavvuftaki devran anlayışına uygun biçimde, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (ö. 1273) zaman zaman yaptığı nakledilen kendi etrafında dönme (semâ) şeklindeki hareketinden alınan ilhamla, kendisinden sonra geliştirilerek düzenlenmiş bir zikir toplantısı,
    • Bu zikir esnasında okunmak ve çalınmak üzere bestelenmiş bir dinî mûsiki eseri anlaşılmaktadır.
      Mevlevî semâı, kısaca bir “aşk meclisi” olarak ifade edilir. Âyinler, “âyinhanlar” ve “saz topluluğunun” yani ses ve sazın ortaklaşa icrasından ibarettir. Âyin icra etmekle görevli topluluğa “mutrip” adı verilir. Bu toplulukta âyin okuyanlara “âyinhan” denilir ve bunları kudümzenbaşı yönetir.
      Bir Mevlevî âyininin icrasını şu ana başlıklarla özetleyebiliriz:
      • Âyin bestesi içerisinde bulunmamakla birlikte her âyinin başında okunması gelenek haline gelen, güftesi Mevlânâ’ya, bestesi Mustafa Itrî Efendi’ye ait rast makamındaki “na‘t”ın okunması,
      • Okunacak ve çalınacak âyîn-i şerifin makamında neyle uzunca yapılan “baş taksim”,
      • Aynı makamda dört haneli bir “peşrev”in çalınması,
      • Neyzenbaşının yaptığı kısa “taksim”,
      • Dört selâmdan oluşan “âyîn-i şerif”in okunup çalınması,
      • “Son peşrev” ve “son yürük semâi”nin yürükçe icrası,
      • Ney veya başka bir sazla yapılan kısa “son taksim”,
      • Âyinhanlardan biri tarafından okunan “aşr-ı şerif”,
      • Tarikatçı veya duâcı dede ile en sonunda şeyhin okuduğu “Fâtiha” ve “gülbanklar”
  2. Durak: Mevlevîlik ve Bektaşîlik dışındaki tarikatların hemen hepsinde, zikrin birinci bölümünü teşkil eden “kelime-i tevhid”den sonra “ism-i celâl” zikrine geçilmeden önce verilen arada bir veya iki zâkir tarafından okunan eserlerdir.
  3. Şuğul: Türk bestekârları tarafından Türk mûsikisi makam ve usulleriyle bestelenmiş Arapça güfteli ilâhilere verilen isimdir.
  4. Nefes: Çoğunlukla Bektaşî tarikatına bağlı şairler tarafından kaleme alınmış tasavvufî güftelerin, bu tarikat çerçevesinde düzenlenen sazlı sözlü toplantılarda okunan şeklidir.

Cami ve Tekke Mûsikisinde Ortak Şekiller:

  1. İlâhi: Dinî tasavvufî içerikli, çoğunlukla Allah ve peygamber sevgisiyle, tanınmış din büyüklerinin üstün vasıflarını dile getiren manzumelerin Türk mûsikisi makam ve usulleri çerçevesinde bestelenmiş şeklidir.
  2. Na‘t: Hz. Peygamber’in isim ve sıfatlarının, örnek ahlâkının, üstün özelliklerinin, mucizelerinin konu olarak alınıp ondan şefaat dileklerinin dile getirildiği manzumelerin, Türk mûsikisi makam ve kaideleri çerçevesinde irticâlen veya bestesi ile okunmasıdır.
  3. Salâ: Arapça’da “duâ” ve “namaz” anlamlarına gelen salâ (salât) Hz. Peygamber’e Allah’tan rahmet ve selâm temenni eden, onu metheden, onun şefâatını dileyen, aile fertlerine ve yakınlarına dua ifadeleri içeren, belirli bestesiyle veya serbest olarak okunan güftelerin genel adıdır.
    Sabah salâsı: Sabah ezanından önce, dilkeşhâverân makamında ve tesbit edilmiş bestesi esas alınarak okunur.
    Cuma ve Bayram Salâsı: Bayram namazları ile cuma namazından önce müezzin mahfilinde müezzinler tarafından karşılıklı okunurdu. Bayatî makamındaki eserin bestekârı Hatîb Zâkirî Hasan Efendi’dir.
    Cenaze Salâsı: Vefat haberinin duyurulması amacıyla minarelerde okunan salâtü selâm ile cenazenin kabre götürülüşü sırasında düzenlenen cenaze alayında ve definden sonra okunan salâ olmak üzere iki çeşittir.
    Salât-ı Ümmiyye: Hz. Peygamber’e, aile fertlerine ve yakınlarına dua ifadelerinden ibarettir.
  4. Tevşîh: Mevlid ve mi‘râciyye gibi hacimli eserlerin bahirleri arasında okunmak üzere bestelenmiş, güfteleri her yönüyle Hz. Peygamber’i konu alan ilâhilerdir.
  5. Mevlid: Mevlid, İslâm edebiyatı ve sanatında Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümünde yapılan merasimlere isim olmasının yanı sıra bu törenlerde okunmak üzere yazılmış eserlerin de ortak adıdır.
    Mevlidin başta Hz. Peygamber’in doğum yıldönümü (mevlid kandili), mübarek gün ve geceler (kandiller) olmak üzere ölüm, doğum, sünnet, evlenme, hac ibadetini yerine getirme vb. sevinç ve üzüntülerin birlikte paylaşılması için düzenlenen toplantılarda okunması gelenek haline gelmiştir. Eserin bizzat Süleyman Çelebi ve Sinâneddin Yûsuf (ö. 1565) tarafından bestelenmiş olabileceği tahmin edilmekte ise de XVII. yüzyılda Bursa’da yaşamış Sekban adlı mûsikişinas tarafından bestelendiği kaynaklarda kesin olarak ifade edilmiştir.
    Gelenek haline gelmiş şekliyle, mevlid bahirlerinin giriş ve karar seyirlerinde şöyle bir sıralama takip edilir:
    • “Allah adın zikredelim evvelâ” mısraı ile başlayan “Münâcât” veya “Tevhîd” bahrine “sabâ” ile girilir. Çeşitli geçkiler yapıldıktan sonra “hüseynî” ile karar verilir.
    • “Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i” mısraıyla başlayan “Nûr” bahrine “hicaz” ile girilir ve bu bahre “rast” makamıyla karar verilir.
    • “Âmine hâtun Muhammed ânesi” mısraıyla başlayan “Velâdet” bahrine “rast” makamı ile girilir ve sonunda da “segâh” karar verilerek okunacak salât ü selâma zemin hazırlanır.
    • “Yaradılmış cümle oldu şâduman” mısraıyla başlayan “Merhabâ” bahrine “hüseynî” ile girilir, “segâh” veya “hüzzâm”la karar verilir.
    • “Söyleşirken Cebrail ile kelâm” şeklinde başlayan “Mi‘râc” bahrine “hüzzâm” makamıyla girilir ve bu bahirde de “uşşak” ile karar verilir.
    • “Yâ İlâhî ol Muhammed hakkiçün” mısraı ile başlayan “Dua” bahrine “uşşak” ile girilir. Bu bölüm de hüseynî ile karar verip hep bir ağızdan okunan “Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn” duasıyla son bulur. Okunan mevlid, duanın ardından bir aşr-ı şerif kıraati ve nihayet yapılan dua ile sona erer.
  6. Mi‘râciyye: Mi‘râc kelimesi, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin dokuzuncu senesinde meydana gelen ve onun Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göğe yaptığı yolculuk esnasında Allah katına çıkışını ifade eder. Bu sebeple recep ayının 27. gecesi, bütün İslâm âleminde “Mi‘râc kandili” olarak kutlanır.
  7. Mersiye: Bir kimsenin ölümünden sonra onun iyiliklerini, üstün sıfatlarını ve ölümünden duyulan acıyı dile getirmek için yazılan manzume anlamına gelen mersiye, dar çerçevede Hz. Hüseyin ve diğer Ehl-i beyt mensuplarının Kerbelâ’da şehid edilmeleri üzerine yazılan eserler için kullanılmıştır.
  8. Kasîde: Allah, peygamber ve diğer din büyüklerinden, İslâm dininin ibadet, ahlâk ve çeşitli yönleriyle tasavvufî meselelerinden söz eden, bu arada bazı düşünce, fikir ve nasihatları içeren dinî-tasavvufî şiirlerin bir kişi tarafından, herhangi bir enstrümanın eşliği olmaksızın okunmasıdır.
    Kaside okuyana “kasîdehan” denilir. Ünlü kasidehanların çoğunlukla zâkir ve hâfızlar arasından çıktığı dikkati çekmektedir.