İSLAM SANATLARI TARİHİ - Ünite 9: Diğer Sanatlar Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 9: Diğer Sanatlar

Giriş

“Ağaç ve kereste” anlamında Arapça “haşeb” kelimesinin çoğulu olan ahşap, sözlük anlamının dışında, farklı ağaç cinslerinden seçilen malzemenin oyma, kabartma, geçme gibi tekniklerle işlenmesi sonucunda ortaya çıkan bağımsız bir sanat dalının da adı olmuştur.

Ahşap işlemeciliğinin tarih içinde uygulama alanları pek geniş ve çeşitlidir.

Tarihten günümüze intikal etmiş cami, saray, kasır, köşk, türbe vb. yapıların iç mekânlarında önemli birer mimari rşebekeleri ve cami iç mimarisinin tamamlayıcı unsuru olan minberler, vaaz kürsüleri ile Kur’an mahfazaları, rahleler vb. cami teberrükât eşyası da Türk ahşap işleme sanatının öne çıkan örnekleri arasında sayılabilir.

Türbelerdeki devlet ve din büyüklerine ait sandukalar, padişahlar tarafından bayram ve diğer merasimlerle kabuller sırasında kullanılan tahtlar, saray ve çevresindeki elitlere ait mücevher kutuları, çok çeşitli mekânlarda kullanım alanı bulmuş dolaplar, sandıklar, lambalıklar, kavukluklar, sehpalar, paravana, çekmece gibi daha birçok eşya da ahşap sanatının konusu kapsamındadır.

İstanbul’da Topkapı Sarayı, Türk ve İslâm Eserleri ve Deniz müzeleri ile Ankara’daki Etnografya Müzesi ve diğer bazı müzeler, Türk ahşap sanatının seçkin örneklerinin korunup sergilendiği mekânlar arasındadır.

Ahşap sanatında kullanılan ağaçlara bakıldığında ceviz, sedir, abanoz, gül ağacı, ıhlamur, kestane, meşe, çam ağacı başta gelir. Geleneksel ağaç işleme teknikleri arasında şunları sayabiliriz: Düz satıhlı ve yuvarlak satıhlı derin oyma, eğri kesim, şebekeli oyma (ajur), düz satıhlı ve kabartmalı kakma.

Yapılan arkeolojik kazılar sırasında Radloff’un 1865’te Altay kurganlarında ve Rudenko’nun 1947-1949 yıllarındaki Pazırık’ta buldukları ahşap eşyanın ortaya çıkardığı bir gerçektir ki, Orta Asya çağlarından bu yana Türkler ahşapla mâzisi çok eski zamanlara uzanan bir ilişki içindedirler.

Selçuklular’da, ahşap işlerde daha çok oyma/kabartma, şebekeli oyma, çatma (kündekârî) ve boyama teknikleri kullanılmış, mimari eserlerdeki kapı ve pencere kanatları dışında minberden rahleye, kürsüden sandukaya pek çok güzel eser meydana getirilmiştir.

Kündekârî tekniğinde bir ahşap iskelet üzerinde yan yana getirilen geometrik mahiyetteki ahşap parçalarla bunları birbirine bağlayan oluklu ahşap kirişler tutkal ya da çivi kullanılmaksızın iç içe geçirilmek suretiyle eser tamamlanır. Bu tekniğe “kündekârî”denir.

XII-XIV. yüzyıllara ait Alâeddin Camii, Malatya ve Kayseri Ulucamii ile Ankara Aslanhane Camii minberleri, Birgi Ulucamii pencere kanatları, Ankara’daki Hacı Bayram Türbe kapısı ile Ahî Şerefeddin sandukası da Anadolu’daki Türk ahşap işçiliğinin derin oyma tekniğindeki en eski ve nefis örnekleri arasındadır.

Ankaralı Davud’a ait 1306 tarihli Çorum Ulucamii minberi, Muzafferüddin’e ait 1320 tarihli Birgi Ulucamii minberi, Ankaralı Abdullah’a ait 1367 tarihli Kastamonu Kasabaköy Camii kapı kanatları, Antepli Hacı Mehmed Fakih’e ait 1376 tarihli Manisa Ulucamii ve 1399 tarihli Bursa Ulucamii minberleri Beylikler ve erken Osmanlı döneminin tarih ve usta adına da yer verilmiş kitâbeli en güzel örneklerini oluşturur.

Derin oyma tekniği ile meydana getirilen Konya Sadreddin Konevî Camii (XIV. yüzyıl) ve Bursa Yeşilcami’nin pencere kanatları (XV. yüzyıl) ile aynı yüzyıl eseri Karaman İmaret Camii’nin kapı kanatları da örnekler arasındadır.

Şebekeli oyma tekniğinde çevresi oyulan palmet, lotus ve kıvrık dallardan oluşan desenlerin en ince uçlarından birbirine bağlandığı zengin kompozisyonlar meydana getirilmiş ve bu teknik minber ve kürsü aksamı ile rahle ve korkuluklarda kullanılmıştır.

Beylikler döneminde Ankara ve çevresinde rastlanan ahşap örneklerine bakılırsa burada üslûp, teknik ve işçilik bakımından hayli ileri seviyede iş üreten ve tüm Anadolu’ya hitap eden ahşap atölyelerinin varlığı anlaşılır.

Müzelerimizdeki Osmanlı dönemine ait fildişi kakmalı en eski eser, II. Bayezid dönemine ait 1505 tarihli Kur’an-ı Kerim mahfazasıdır.

Fâtih ve Yenicami ile Beylerbeyi Hamid-i Evvel camilerinde bulunan üç dört asır öncesinden kalma vaaz kürsüleri, sedef ve bağa gibi diğer malzemeler yanında ağaç ve kemiğin de kakma tekniğinde kullanıldığını göstermektedir.

XV-XVI. yüzyıla ait Edirne II. Bayezid Camii ile Topkapı Sarayı Hazine Dairesi kapıları, Bağdat ve Revan Köşkü kapıları devrin en güzel ahşap örnekleridir.

XVII ve XVIII. yüzyıllarda sedef, bağa ve fildişi kakma ile özellikle sedef mozaik teknikleri barok ve rokoko üslûplarının da etkisi altında kalarak daha çok yaygınlaşmış, XIX. yüzyılda dolap kapakları, çekmeceler, lambalık ve kavukluklar ile tavan göbeklerinde Edirnekârî boyama tekniği uygulanmıştır.

Ahşap sanatı, en eski örneklerine XIII. yüzyılda rastladığımız ahşap camiler yanında Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı asırları boyunca Ankara, Kütahya, Kula, Safranbolu, Mudurnu, Bursa ve Tokat gibi eski Anadolu şehir ve kasabalarında inşa edilmiş ahşap evler ile İstanbul Boğazı kıyılarındaki Amcazâde Hüseyin Paşa ve Emirgan Şerifler Yalısı gibi yapılarda ahşap tavanlar, dolap kapakları, raflar, lambalıklar ve benzeri eşyada çeşitli tekniklerle bezemenin en ince ve güzel örnekleri karşımıza çıkar.

Maden Sanatı

Savaşlarda kullanılan toplar, giyilen zırhlar, kılıç, kalkan, miğfer gibi korunma araçları, kapı ve pencere kanatlarında kullanılan kulp, kilit, tokmak, köşebent, sürgü gibi öğeler, şamdanlar, kandiller, şebekeler, bayrak, sancak ve kubbe alemleri, tas, ibrik, kazan ve tepsi gibi birtakım mutfak eşyası, kemerden fincan ve bardak zarfına günlük eşya ile bilezikten küpeye her türlü takı malzemesi maden işçiliğinin ilgi alanına girer.

İbn Battûta ve Evliya Çelebi gibi ünlü gezginler seyahatnâmelerinde Anadolu’nun ilgili bölümlerini gezerken buralardaki maden kaynaklarından ve üretilen eserlerde uygulanan işçilikten bahsederler. Erzincan ve Tokat bakır, Gümüşhane de gümüş memleketidir. Bu gibi bölgelerde adı geçen madenlerin işlendiği, tecrübeli ustalar elinde sanatlı birer eşyaya dönüştürüldüğü atölyeler vardır.

Osmanlı öncesinden kalma üzerinde işçilik olan metal eşya, altın ya da gümüş olmayıp, daha çok tunç veya pirinçtendir. Selçuklular bu türden metal objeler üzerinde geliştirdikleri tekniklerle altın ve gümüşe olan talebi hafifletmeye çalışmışlar, tunç eşya üzerinde kırmızı bakır ve gümüş yapraklarla kakma yapmışlardır.

Osmanlılar döneminde tunç ve pirinç yanında altın, gümüş, bakır, sarı, çelik ve ulaşılabilen her türlü maden işleme alanına girmiş, bugün müze ve özel koleksiyonları süsleyen paha biçilmez değerde sayısız eser üretilmiştir.

Madenî eşyanın yapımında dökme ve dövme teknikleri kullanılır. Osmanlı döneminde uygulama alanı bulmuş oyma, kakma, çalma, kazıma, vidalama, altın kaplama (tombak), savatlama, zincir işi, daha çok takı ve tören eşyasında kullanılan telkâri ve mine gibi geliştirilmiş birçok teknik söz konusudur. Bu tekniklerin uygulanmasında ayak çarkı, mengene, demirci makası, pense, eğe ve kalem gibi aletler kullanılır.

Türk coğrafyasında maden sanatı alanında yüzyıllar içinde meydana getirilmiş sayısız eser, İstanbul’daki Topkapı Sarayı, Askerî Müze ve Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ile birlikte pek çok dünya müzesinin koleksiyonlarında sergilenmektedir.

Halı Sanatı

“Halı” kelimesi Farsça olduğu da söylenen “kali”den gelme bir kelime olup, yaşama mekânlarını taş, toprak veya ahşap zeminden ayıran dokuma tekniğine dayalı bir sanat alanına ad olmuştur.

Birçoğu yabancı olmak üzere yakın dönem araştırmaları, halı sanatının Asya ve Türk menşeli olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır. Milâttan önce V-III. yüzyıllara ait Pazırık halısı da, Doğu Türkistan’ın eski şehirlerinde ve Turfan’da 1900’lü yılların başında ortaya çıkarılan halı parçaları da bunu teyit etmektedir. Büyük Selçuklular vasıtasıyla Batı Asya’ya, sonra da İran içlerine kadar gelmiş olan Türk halı sanatı, oradan da Anadolu Selçukluları vasıtasıyla Anadolu’ya intikal etmiştir. Çadır hayatı ihtiyaçlarını karşılayan teknik bir buluş olan düğümlü halıların İslâm coğrafyasındaki yayılışı Türkler’in batıya doğru ilerlemesi ile ilgilidir. Büyük Selçuklular’dan günümüze pek bir şey ulaşmış görünmüyorsa da özellikle Konya ve Beyşehir’de bulunan halılar Anadolu Selçuklu dönemi Türk halılarının desen ve renk anlayışını günümüze taşırlar.

XIV. yüzyılda bazı hayvan motiflerinin biraz stilize edilerek içinde yer aldığını Avrupalı ressamların tablolarından çıkardığımız bu halılardan sonra, XV. yüzyılın sonuna doğru daha çok geometrik desenlerin hâkim olduğu Holbein halıları karşımıza çıkar. Ressam Holbein’in tablolarına konu olduğu için bu adla anılan söz konusu halılar, Batı Anadolu veya Uşak bölgelerinde dokunmuştur.

Bilinen Anadolu halıları dışında, teknik, malzeme ve renk anlayışı bakımından tamamen farklı, bir dönem uygulanan düğüm sistemi ile İran tesirinin, Mısır’ın fethini müteakip de Memlük etkisinin gözlemlendiği Osmanlı saray halıları, bütün bu etkileşimlerle birlikte kendi özgün üslûbunu kaybetmemiş, hatta İngiltere, İspanya ve Portekiz halılarının şekillenmesinde rol bile oynamıştır.

Türk halıcılığının bir başka zengin alanını da seccadeler oluşturur. İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ile Berlin ve daha birçok yabancı müzede nadir örneklerine rastladığımız Osmanlı seccadeleri Uşak ve civarı dışında sarayda da üretilmiştir.

Taş İşçiliği

Büyük Selçuklular’dan Anadolu Selçukluları’na, Beylikler’den Osmanlı asırlarına dek ortaya konan mimari anıtlar yoluyla Türkler daima taş işçiliği alanında önemli eserler ortaya koymuşlardır.

Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminde inşa edilen camiler, medreseler, kervansaraylar, hanların giriş kısımlarında yükseltilen taç kapıları olağan üstü bir ihtişam ifade eder ve görsellik açısından ulaşılmaz derecede zengin mesajlar verir.

Anadolu Selçuklu mimarisinde ana malzeme taştır. Selçuklular taşı özellikle eserlerin taç kapılarında büyük bir ustalıkla ve ince bir zevkle işleyerek Anadolu’ya özgü bir üslûp oluşturmuşlardır. Taç kapılarda sistem ve biçimler birbirine benzer olsa bile süslemeler birbirinden oldukça ayrıdır. Dikdörtgen çerçeveye göre şekillenen kapı, üst kısımda sivri bir kemerle başlamakta, sonrasında ise etrafı yoğun süsleme, yazı kuşakları vb. tezyinî öğelerle bezenmiş bir dikdörtgen niş ile tamamlanmaktadır.

Taç kapı süsleme programlarındaki geometrik düzen, birbirine geçmeler yaparak örülen ve etrafını dolandıkları kemerin tepe kısmında birbirlerine bağlanarak tamamlanan düğümler ve şeritler biçiminde planlanır. Erzurum Çifte Minareli Medrese, Sivas Gökmedrese, Divriği Ulucamii, Konya İnce Minareli Medrese’nin taç kapılarında görülen tezyînat müslüman sanatkârın ruh inceliğinin ve hünerinin taşlaşmış halidir. Bitkisel motifler yanında geometrik desenler, geçmeler, çokgenler, yıldızlar ve rozetler, taç kapılarda fazlaca görülen motifler arasında sayılabilir. Bunlar arasında yassı ve işlemeli olanlar kadar kabarık ve içi boşaltılmış olanlar da vardır.

Dönemin kale görünümlü anıtsal yapılarında duvarlar yontulmuş taşlarla, sade bir şekilde yapılır. Divriği’deki Ulu Cami’nin kuzey kapısında açılmış durumda betimlenen büyük lotus yaprakları; Sivas Gökmedrese’de, Erzurum Çifte Minareli Medrese’de hurma ağaçları kullanılmıştır. “Rumî” denilen motifler çok zariftir ve taş üzerine oymalarda örneklerine çok rastlanır. Taş işçiliğinde kullanılan süslemelerden bir diğeri de kûfî ve sülüs yazı kompozisyonlarıdır.

Selçuklu taş yapılarında insan ve hayvan figürlerine de rastlanmaktadır. Kullanılan bu tür motifler arasında sırt sırta vermiş kartal, kuş resimleri, kadın ve erkek insan başları bulunmaktadır. Kayseri Döner Kümbet’te ise aslan resimleri vardır.

Kubbelerde genellikle tuğla kullanılmış, tuğlaları da farklı dizmek suretiyle şerit motifleri, üçgenler, baklavalar, döne döne giden hareketleri tezyinî amaçla resmetmeye çalışmışlardır. Osmanlı döneminde mihraplar, minberler, cümle kapıları ve minare şerefeleri mukarnaslı taş işçiliğinin gözde alanları olarak karşımıza çıkar.

Cami, medrese, türbe gibi yapıların girişlerinde yer alan, yapının inşa ya da tamiri ile ilgili manzum veya mensur bilgiler içeren, sülüs yahut ta‘lik celîsi ile kabartma tekniğinde işlenmiş yazılardan oluşan kitâbeler de Osmanlı taş işçiliğinin bir başka hüner alanını teşkil eder.

Özellikle XIX ve XX. yüzyıl mezar taşları Türk hat ve süsleme sanatlarının gelişim seyrinin gözlemlenebildiği bir taş işçiliği alanı olması yanında, meslekleri ve sınıfları belirleyen kavuk biçimleri ve diğer tezyinî özellikleri ve altında yatanlarla ilgili içerdiği manzum ve mensur bilgilerle de geçmişe ışık tutan değerli ve önemli bir tarihî kaynak durumundadır.