İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I - Ünite 4: Hz. Peygamber ve Medine Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: Hz. Peygamber ve Medine
Hicretten Önce Medine’nin Siyasi ve Sosyal Yapısı
Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Tarih sahnesine çıkışından itibaren Amâlika , Yahudiler ile Yemenli Evs ve Hazrec kabileleri yerleşti. Ancak bunlardan hangisinin şehre daha önce geldiği bilinmemektedir. Genellikle kabul edilen Yesrib’e ilk olarak Amâlika’nın yerleştiğidir. En eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî göçebe Sâmî topluluktur. Tevrat’a göre dünyanın en eski milleti olup anayurdu Akabe körfezi ile Lut gölü arasında yer alan Edom ülkesidir. İslam tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre Kudüs’ün kurucuları ve Hicaz’ın ilk sakinleridir. Amâlika’ya dair ilk kayıtlar milâttan önce II. bin yılın ilk çeyreğine tarihlenen Hz. ibrahim devrine denk gelir. Yahudilerin Medine’ye gelişini Hz. Musa dönemine kadar götürenlerin yanında Suriye’nin Yunanlılar veya Filistin’in Romalılar tarafından işgaliyle irtibatlı görenler de vardır. Bir başka görüş de Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedi’ni yıkmasından sonra (m.ö. 586) buradan çıkarılan Yahudilerin Yesrib’e gelip yerleştikleridir. Yesrib’in yerleşim birimi olarak gelişmesinde Yahudi kabileleri Kurayza, Kaynukâ ve Nadîr’in önemli katkıları olmuştur. Kahtânî Araplarından Evs ve Hazrec kabileleri Arim selinden sonra muhtemelen V. yüzyılda Yesrib ve çevresine yerleşerek Yahudilere tabi olarak yaşamaya başladılar. Bazen birbirleriyle savaşan Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde kendi mahallelerinde yaşıyorlardı. Hazrec reislerinden Mâlik b. Aclân, Gassânîler ve müttefik Arap kabilelerinden aldığı destekle Yahudilere üstünlük sağladı ve şehirde hâkimiyet Evs ve Hazrec’in eline geçti (492). Bir süre sonra Yahudilerin kışkırtmasıyla bu iki kabile birbirine düşerek Buâs adıyla aralarında mücadele ettiler. Evs ve Hazrec kabileleri arasında Medine’nin güneydoğusundaki bir vahada 120 yıl devam eden savaşların adıdır. Bunlardan sonuncusu ve en kanlısı hicretten yaklaşık beş yıl önce meydana geldi. İki kabile arasında bu savaşların sebep olduğu düşmanlık hicretle ortadan kalktı.
Yesrib’den Medine’ye: Bilinen en eski adı şehre ilk yerleşen kişi kabul edilen Yesrib b. Vâil’den gelir. Yesrib, Kur’an-ı Kerim’de Medine’nin adı olarak bir yerde geçer. Medine ise on yerde geçmekte, bunların dördünde bizzat şehrin kendisi kastedilirken diğerlerinde şehir anlamında cins isim olarak yer alır. Hicretten önce adeta bir köy olan Yesrib yerine şehir anlamına gelen el-Medîne en meşhur adı oldu. Mekke ve Medine şehirlerine iki harem anlamında Haremeyn denilir. Mescid-i Haram ve Mescidi Nebevi’den sonra en kutsal mekân kabul edilen ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs, bazı peygamberlerin ve ailelerinin mezarlarını barındıran Halîl şehri de bilhassa Haçlı seferlerinden itibaren Haremeyn-i şerifeyn adıyla anılmıştır.
Medine Vesikası ve İç Düzenlemeler: Hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözülerek bazı iç düzenlemeler yapıldı. Hz. Peygamber’in nihai söz sahibi kabul edildiği, şehirdeki bütün unsurlarının katılımıyla Medine vesikası kaleme alındı. Böylece Hz. Peygamber’in hicretle birlikte başlayan dinî rehberliği yanında siyasi önderliği de tartışmasız hâle geldi. İslam’ın yayılması için uygun bir zemin oluşturan belgedeki şartlar aynı zamanda iç huzuru sağlayacak her türlü düzenlemeyi kabule elverişli bir ortam da oluşturdu. İlk dönem kaynaklarının tamamında “Sahîfe”, “Kitâb” ve “Müvâdea” adlarıyla yer alan, 47 veya 52 madde olarak düzenlenen Medine vesikasında Evs ve Hazrec kabilelerinin kolları ve onların Yahudi müttefikleri hakkında ayrıntılı bilgi vardır. Hz. Peygamber hicretten yaklaşık beş ay sonra muhacirlerle ensardan kırk beşer kişiyi çağırdı; İslam dininde hilf yoktur, din kardeşliği vardır diyerek aralarında kardeşlik akdetti. Sözlükte akit, yemin ve antlaşma gibi anlamlara gelen hilf (çoğulu ahlâf), terim olarak İslam öncesi Araplarda kabilelerin veya şahısların yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla yaptıkları antlaşma ve ittifaklar demektir.
Medine’nin İdari Yapısı ve Nüfusu: Hicretten önce Medine’de idari yapıyla ilgili her hangi bir düzenleme yoktu. Hz. Peygamber’in Yesrib ile ilgili ilk düzenlemesi hicrete kadar buradaki Müslümanların hayatlarını belli bir nizam içerisinde sürdürebilmeleri için Evs ve Hazrec kabilesinden on iki nakib seçmesidir. Hicretten sonra bu iki kabile arasında sürüp giden düşmanlık ortamını geleneksel kabile kurallarının yerine Hz. Peygamber’in otoritesiyle bertaraf edildi. Oluşan yeni siyasi-hukuki yapı içinde sosyal, askerî ve ekonomik teşkilatlanma gerçekleştirildi. Medine devletin başşehri oldu. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Medine’de 30.000 sahabenin yaşadığı, Yahudilerin buradan ayrılmasına rağmen şehir ve çevresiyle birlikte bunun 60.000’e ulaştığı tahmin edilmektedir.
Hicretten Sonra Diğer Bazı Önemli Gelişmeler : Hz. Peygamber Mekke’de Kâbe’yi önüne alarak Kudüs’e doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra namazlar başlangıçta Kudüs’e doğru kılınırken hicretten on altı veya on yedi ay sonra inen ayetler doğrultusunda kıble Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrildi. İlk sabah ezanını okuması ve ilk ikameti yapmasıyla namaza çağrı uygulaması başladı. Hicretin ikinci yılı şaban ayında (Şubat 624) Ramazan orucu farz kılındı. Aynı yılın Ramazan Bayramı’ndan bir iki gün önce (Mart 624) Hz. Peygamber fıtır sadakasıyla ilgili hükümleri açıkladı. 1 Şevval 2’de (27 Mart 624) ilk Ramazan Bayramı ve 10 Zilhicce 2’de (3 Haziran 624) ilk Kurban Bayramı kutlanmaya başlandı ve ilk bayram namazları kılındı. Hicretin ikinci yılında (624) zekât farz oldu.
Medine’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı
Medine hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bundan dolayı hicretten sonra kentleşme teşvik edilerek şehrin İslamlaşması ile medenileşmesi arasında paralellik kurulmaya çalışılıyordu. Bu bağlamda idare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere planlandı ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşme düzeninde mahallelerin sayısı artarken bazı kenar semtleri kentin bir parçası haline getirildi. Su şebekesi, kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması yolunda sürekli tedbirler alınarak şehrin fiziki yapısına sosyal ve kültürel çok amaçlı binalar ilave edildi. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin dışında bir kısmının planlanması ve kıble tespiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescitler inşa edildi. Resûl-i Ekrem, ashabından vefat edenlerin defni için Baki mevkiini mezarlık olarak şehir planına kattı. Çarşının yeri bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenerek faaliyete geçirildi. Kamu malı sayılan çarşıda yer edinmeye, kiralama veya bazı eşyaların sabitlenmesine izin verilmeyerek açık bir alan olarak kalmasına özen gösterildi.
Medine ve Mescid-i Nebevî: Mescid-i Nebevî’nin inşası hicretten sonra Medine’de gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerden olup şehirleşmenin dönüm noktası olmuştur. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesiyle ilgili yapılan faaliyetler sadece Harem-i şerif ile sınırlı kalmadı; şehrin fizikî yapısında önemli değişikliklere sebep oldu. Mekke’deki Mescid-i Haram gibi Mescid-i Nebevi ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa için de Harem-i şerif tabiri kullanılır. Resûl-i Ekrem Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye misafir olmuştur. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundan olup hicretten iki yıl kadar önce eşi Ümmü Eyyûb ile birlikte İslam’a girdi. Ikinci Akabe Biatı’nda bulundu. Hicretten sonra evinde misafir ettiği Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda gazaya katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu Müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Kuşatma devam ederken hastalanarak 669 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik surlara yakın bir yere defnetti. Kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından Kudüs’e yönelik olarak yapılan ve üç kapısı bulunan Mescid-i Nebevi’nin doğu duvarının güney kısmına Resûl-i Ekrem’in eşleri Hz. Âişe ve Sevde için iki adet oda yapıldı. Daha sonra sayıları dokuza çıkan bu odaların bir kapısı mescide açılıyordu. Kıble hicretten on altı veya on yedi ay sonra Kudüs’ten Mekke’deki Kâbe’ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Basit ve sade, ancak son derece fonksiyonel olan Mescid-i Nebevi Müslümanların sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince Hayber Seferi dönüşü (Haziran 628) yeni ilâvelerle genişletildi. Çevresinde bazı yerlerin kamulaştırılmasıyla kıble tarafı hariç üç tarafına ilave yapılan Mescid-i Nebevi, yaklaşık 2433 m2 ebadında kare planlı bir hâle geldi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescidi Nebevî’nin kıble tarafında Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yere yağmur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerinde bir sundurma yapıldı. Kıble Kâbe’ye çevrilince bu sundurma kısmen korunarak Suffe ehlinin barındığı bir yer oldu. Daha sonra güney duvarına paralel dokuzar adet hurma kütüğünün üç sıra halinde dizilip ahşap sütunlar üzerine oturtulduğu bir çatı yapıldı. Araları 4,44 m. olan sütunlar, hurma ağacından kirişlerle birbirine bağlanıp hurma dalı ve yaprakları, izhir ve semer otlarıyla örtülerek toprakla kapatıldı. Çok sade biçimde yapılan tavan gölgelenmeyi sağlamakla birlikte yağ- murdan koruyamıyordu.
Hz. Peygamber’den Sonra Mescid-i Nebevî: Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam’ın geniş bir alana yayılması başkent Medine’nin nüfusunun artmasını beraberinde getirdi. Hz. Ömer, 638 yılında çevredeki bazı evleri mescide dâhil etmek için istimlâk etti. Çevre duvarı yükseltilen ve kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevî’nin alanı 4088 m2’ye ulaştı. Zemini Akik vadisinden getirilen küçük taşlarla kaplandı, ilk safların bulunduğu bölüme keçe döşendi. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevi genişletilerek yeniden inşa edildi. 649 yılı Kasım ayında başlayıp 650 yılı Eylül ayında tamamlanan çalışmalardan sonra mescidin alanı yaklaşık 5378 m2’ye ulaştı. Mescid-i Nebevî en geniş kapsamlı değişikliği Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında yaşadı. Üç tarafından genişletilen ve bütün duvarlarda kesme taş kullanılan ve 710’da tamamlanan çalışmalardan sonra Mescid-i Nebevî yaklaşık 7500 m2’lik bir alana ulaştı. Abbasî halifelerinden MehdîBillâh 777’de Medine’ye geldiğinde Mescid-i Nebevî’yi genişletmeye karar verdi. Aynı yıl veya bir sene sonra başlayan faaliyetler 165’te (781-782) tamamlandı. Sadece kuzey yönünde genişletilerek yaklaşık 9309 m2’ye ulaşan mescitteki sütun sayısı 290’a ulaştı.
Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri
Hücre-i Saadet: Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlandı. Mescid-i Nebevî ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verildi ve burası daima Hz. Peygamber’in minberiyle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü oldu. Hücre-i saadetin üzerine yaptırılan kubbe, “kubbetü’lhücre” veya “kubbetü’n-nûr” adıyla meşhurdur. Sultan II. Mahmud’un emriyle hücre-i saadetin üzerine taştan yeni bir kubbe yapıldı, kurşunla kaplanarak yeşile boyandı. Günümüze kadar gelen ve Mescid-i Nebevî’nin simgesi olan bu kubbeye renginden dolayı yeşil kubbe anlamında “Kubbetülhadrâ” denilir.
Ravza-i Mutahhara: Mescid-i Nebevî’nin Hz. Peygamber’in kabriyle minberi arasında kalan yaklaşık 330 m2’lik alanını kapsayan bölümüne, “tertemiz bahçe” anlamında Ravza-i Mutahhara denilir.
Minber: Hz. Peygamber Mescid-i Nebevî’de cemaate hitap ederken ilk zamanlarda hurma ağacından bir kütüğe dayanıyordu. Sahabelerin Hz. Peygamber’in yüzünü görememeleri ve sesini işitememeleri üzerine 628 veya 629 yılında ılgın ağacından 50 cm. eninde 1,25 m. uzunlukta, 1 m. yükseklikte, arkasında üç sütunu bulunan üç basamaklı ilk minber konuldu.
Mihrap: Başlangıçta Mescid-i Nebevî’nin bir mihrabı yoktu. Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yer belliydi. Ömer b. Abdülaziz Mescid-i Nebevî’yi imar ederken ön duvara oyulmuş niş tarzında bir mihrap ilâve etti. Bu daha sonra Resûl-i Ekrem’in mihrabı olarak meşhur oldu. Mescid-i Nebevî’de farklı mezhepler için ayrı ayrı mihraplar da konulmuştur.
Mahfil : Mescid-i Nebevî’ye ilk mahfili (maksure) Hz. Ömer’in namaz kıldırırken şehid edilmesini dikkate alan Hz. Osman yaptırdı. Mescid-i Nebevî’de Resûl-i Ekrem’in minberinin kuzeyinde Bilâl-i Habeşî’nin müezzinlik yaptığı yerde bulunan müezzin mahfili “makberiyye” adıyla meşhurdur.
Minare: Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında, Bilâl-i Habeşî’nin ezan okumak için iple tırmanarak çıktığı “üstüvane” denilen bir yer vardı. Ömer b. Abdülaziz, Mescid-i Nebevî’yi genişletirken dört köşesine yaklaşık 26 m. yükseklikte dört minare yaptırdı. Mescid-i Nebevî’nin 1994’te tamamlanan son imarında minare sayısı ona çıkarıldı.
Kapılar: Mescid-i Nebevî’nin ilk yapımında batı tarafında Bâbürrahme (Bâbüâtike), doğu tarafında Bâbücibrîl (Bâbüosman) ve güney tarafında Bâbülcenûbî adlarıyla üç kapısı vardı. Kıblenin değişmesinden sonra güneydeki kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Hz. Ömer zamanında kapı sayısı altıya çıkarıldı. Günümüzde Mescid-i Nebevînin kırk bir ana giriş ve çıkış noktası bulunmaktadır.
Diğer Bölümleri: Hz. Ömer zamanında Mescid-i Nebevî’ye büyük kandiller asılarak buhurdanlıklar konuldu. Daha sonra kandil, fener, mum ve meşale gibi aydınlatma araçları kullanılarak bunlar için özel tahsisatlar ayrıldı. Mescid-i Nebevî’de ilk defa 1908 yılında elektrik kullanıldı. Memlûk Sultanı Kalavun çeşmenin yanına bir şadırvan inşa ettirmiş, bu şadırvan 1837’de yenilenmiştir.
Mescid-i Nebevî’nin Fonksiyonları: İslam’ın ilk döneminde Mescid-i Nebevî bütün resmî faaliyetlerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Hz. Peygamber’in devlet başkanı olması dolayısıyla siyasetin, muallimlik vasfı sebebiyle eğitimin, ordu kumandanı olarak askerî teşkilâtın, kadılık vasfıyla adalet teşkilâtının merkeziydi. Suffe başta olmak üzere bazı kişiler için barınma yeri, misafirhane ve sosyal yardım mahalli olarak da kullanılıyordu.
Hz. Muhammed’in Müslümanların İman, Ahlak, Gönül ve Akıl Dünyalarındaki Yeri
Adları : İslam Peygamberi, Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir ve Âkıb olmak üzere kendine özgü beş adının bulunduğunu ve bunların daha önce kullanılmadığını söylemiştir. Muhammed, Hz. Peygamber’in en çok bilinen adı olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamındadır. En çok kullanılan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu ad da “hamd” kökünden türemiş olup “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” anlamlarına gelir. Yaygın adlarından biri de seçilmiş anlamında bir sıfat olan Mustafa’dır.
Fiziki Özellikleri: Hz. Peygamber iri yapılı ve heybetliydi. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, bazen kulak memesini geçen saçları hafif dalgalıydı. Beyaz tenli, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince ve hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürürdü. Hz. Peygamber güler yüzlüydü ve ilk bakışta insana güven veren bir görünümü vardı.
Eşleri ve Çocukları: Hz. Peygamber’in ikisi Mâriye ve Reyhâne adlı câriyeler olmak üzere değişik zamanlarda on iki eşi oldu. Hz. Hatice ilk eşi ve İbrahim dışındaki bütün çocuklarının annesidir. Onun vefatından sonra Hz. Peygamber ilk Müslümanlardan beş çocuk annesi Sevde ile evlendi ve üç yıl boyunca yalnız onunla evli kaldı. Hz. Peygamber’in bakire olarak aldığı tek eşi 624 yılında evlendiği Hz. Aişe’dir. Hz. Peygamber 625’den itibaren Hz. Ömer’in yirmi yaşında dul kalan kızı Hafsa, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme, Cüveyriye bint Hâris, Zeyneb bint Cahş, Reyhâne bint fiem’ûn, Ümmü Habîbe, Safıyye bint Huyeyy, Meymûne bint Haris ve Mâriye ile evlendi. Hatice, Zeyneb ve Reyhâne kendisinden önce vefat etti. Hayatının yaklaşık son on yılına kadar tek evli olarak yaşayan Hz. Peygamber’in sonraki evliliklerinin her biri özel sebeplere dayanır. Kocasının ölümü üzerine dul ve desteksiz kalan ve İslam’a bağlılıkta sebat eden hanımları himayesine alarak onları ödüllendirme, Arapların içinde yerleşmiş yanlış anlayışları değiştirmeye fiilen öncülük etme, ashabın ileri gelenleriyle, köklü Arap kabileleri ve komşu topluluklarla akrabalık kurarak İslam toplumunun bütünleşmesini sağlama ve peygamberlik konumunu güçlendirme gibi amaç ve sebepler sayılabilir. Hz. Peygamber’in eşleri eğitici ve öğretici görevi ifa ediyorlardı. Özellikle kadınlara has olup erkeğe sormaktan kaçınacakları şeyler hususunda Resül-i Ekrem’in hanımları birer bilgi ve fetva mercii olarak hizmet görüyordu.
Hz. Peygamber’in dördü erkek, dördü kız olmak üzere sekiz çocuğu vardı. Peygamberlikten önce doğan ve kendisinin Ebü’l-Kâsım künyesiyle anılmasına sebep olan ilk oğlu ve ilk vefat eden çocuğu Kasım’ın ne kadar yaşadığı belli değildir. Kasım’dan sonra sırasıyla Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma doğdu. Tayyib ile Tâhir peygamberlikten önce vefat etti. Cariyesi Mâriye’den 630’da doğan oğlu İbrahim on sekiz ay yaşadıktan sonra vefat etti. Hz. Peygamber’in soyu kendisinden altı ay kadar sonra vefat eden küçük kızı Fâtıma’dan olma torunlarıyla sürmektedir. Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile damadı Hz. Ali’nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin adlı torunlarıyla onların soyundan gelenlere seyyid ve şerif denir. Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini iddia eden sahte seyyid ve şeriflere ise müteseyyid denilir. Seyyid ve şeriflere yönelik bazı hizmetler için nakîbüleşrâf adlı görevliler tayin edilmiştir. Bunlar seyyid ve şeriflerin şecerelerini kaydederek toplumda statü ve asaletlerinin görünürlük kazanması için çaba gösterirlerdi.
Hz. Muhammed’in Misyonu ve Kişisel Özellikleri: Kur’an-ı Kerim’de peygamberler silsilesinin son halkasını oluşturan Hz. Muhammed’in fert ve toplumları manevi arınmaya tâbi tutma, onlara kitap ve hikmeti öğreterek hak dini yaşayacak bir olgunluğa kavuşturma ve yeni bir toplum modeli oluşturma görevini üstlendiği vurgulanır. Hz. Peygamber’e bağlı olanlar da ona uyup emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğu taşıdıkları gibi onun davranışlarına tâbi olarak örnek almakla yükümlüdürler. Hz. Peygamber’e iman Allah’a imana ulaşmanın yoludur. Bu bakımdan Hz. Peygamber’e iman onu yakından tanımayı, şahsiyetine güven duymayı, yaptıklarını ve söylediklerini benimsemeyi ve bunları kendi dünyasına mal etmeyi gerektiren bir duygudur. İmanın arkasından Hz. Peygamber’e itaat edilmesi gelir. Allah’a itaat Peygamber’e itaatin temeli olurken, Peygamber’e itaat de Allah’a itaatin tek görünür kanıtıdır. Çünkü Allah kendisine itaatle beraber Hz. Muhammed’e de itaati emretmiştir. Bundan dolayı itaat sadece ibadet vb. alanlarda değil sosyal hayatta da söz konusu olup, kadın ve erkek tüm Müslümanların şiarıdır. İman ve itaatin ardından tâbi olma gelir. Kur’an-ı Kerim bir kimsenin Allah’ı sevip sevmediğinin ölçüsünü Hz. Peygamber’e uyup uymadığıyla ilişkilendirmekte ve bunu Peygamberi’nin ağzından söyletmektedir (Âl-i imrân 3/31). Aynı şekilde Kur’an’da Hz. Peygamber’e salâtüselâm getirerek manevi şahsiyetinin selamlanması emredilir. Hz. Muhammed’in peygamberlik tasarrufunun sürekli ve kesintisiz olduğunu gösteren bu emirle onun buyruklarına tam anlamıyla boyun eğme ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi anlamına gelmektedir. Peygamber sevgisi, “Sizden hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” mealindeki hadis çerçevesinde en üst tazim ve hürmet derecesinde olması gerekir. Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek İslam’ı benimseyen herkesin önemli görevlerinden biridir. Zira İslam Peygamberi taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir. Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiğinden hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlakla donatılmıştır. Hz. Âişe, onun ahlakının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtirken, Hz. Peygamber de Allah tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir. Hz. Peygamber, mükemmel imanın güzel ahlaklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir. Başkalarına tavsiye ettiği ahlak ilkelerini hayatı boyunca uygulaması bunların daha çok benimsenmesini sağlamıştır. Hz. Peygamber güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hafıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, hayâ, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahipti. Seçkin özelliklerinden birisi de ümmî olmasıdır. Karakteri, ahlakı, arzu ve eğilimleri farklı olan insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ihtiyaçlarını giderecek bir ruhsal ve düşünsel olgunlukla donatılmıştı. Takip ettiği siyaset de fert ve toplumları kapsayan, bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Muhammed’in, insanlık tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu rehberlik ve önderlik misyonunun bir gereğidir. Arap dilinde “ümm” ana, “ümmi” de anasından doğduğu gibi kalan okuyup yazması olmayan kimse demektir. Ümmilik sıradan kimseler için bilgi eksikliğini ifade eden bir sıfattır. Hz. Peygamber’e nispet edildiği zaman ise bir eksiklik değil yetkinlik ve eksiksizlik anlamındadır. Onun bütün bilgi ve görgüsü Allah tarafından verilmiş bir mevhibe-i ilahiyedir.
Hz. Muhammed’in Mirası: Son derece gösterişsiz bir hayat tarzını benimseyen Hz. Peygamber, elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazen birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Kendisi ve ailesi buğday ekmeğini pek nadir görür, çok defa arpa ekmeği yerdi. Hiçbir zaman dünyanın insanı cezbeden güzelliklerine değer vermedi. Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi. Genellikle hasırın üzerinde yatar, onun vücudunda iz bırakması sahabelerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı. Kendisini kimseden üstün görmez, herkesin yaptığı işi o da yapardı. Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, daha önce bir Yahudiye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpanın az bir kısmı kalmıştı. Tereke olarak da sadece bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç parça araziden başka geride para veya mal olarak zikredilmeye değer maddi bir miras bırakmadı. Hz. Peygamber savaşsız ele geçirilen ve hukukî bakımdan tasarrufuna bırakılan Fedek hurmalıklarını, Medine’deki bir bağı ve Hayber arazisindeki hissesini vakfetmişti. Hz. Fâtıma, babasının bu arazilerinin kendisine miras kaldığını düşünüyordu. Bu amaçla müracaat ettiği Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber’in, “Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktığımız mal sadakadır.” sözünü aktardıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi bu vakıf maldan Muhammed ailesi yiyerek istifâde edebilir. Ancak bundan fazla hakları yoktur.” Hz. Peygamber, maddi bir miras bırakmamasına karşılık, bütün insanlığa, onların kurtuluşunu sağlayacak, hidayet ve selamete kavuşturacak Kur’an ve Sünnet’ten meydana gelen büyük bir manevi miras bıraktı.