KARŞILAŞTIRMALI SİYASAL SİSTEMLER - Ünite 6: Otoriter Rejimler Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 6: Otoriter Rejimler
Otoriter Rejim Kavramı
Ufak bir zümrenin devlet yönetimini topluma karşı anayasal bir sorumluluğu olmadan elinde tuttuğu siyasal sistemlere otoriter rejimler denir. Siyasal sistemler arasında tarihi en eski sistemdir. Oysa otoriter rejimler tarih boyunca farklı coğrafyalarda ve farklı şekillerde ortaya çıkmışlardır. 20. yüzyıl süresince batılı devletlerin sömürgelerini kaybetmesi sonucunda dünya siyasi sahnesine düzinelerce yeni ülke girmiştir. Dekolonizasyon bir sömürge devletin bağımsızlığını kazanma sürecine verilen addır. Modern otoriter rejimlerde görülen bu çeşitlilik siyaset bilimcilerin dikkatini çekmiştir, konunun öncülerinden Juan Linz (1970) otoriter rejimleri totaliter rejimlerden ayıran özellikleri üç ana noktada toplamıştır.
Otoriter rejimlerde
- Siyasal katılma sınırlıdır.
- Halkı siyasal olarak seferber (mobilize) edecek ve sistemi bir arada tutacak kapsamlı bir ideolojik yapı yoktur.
- İktidardaki kişi veya grupların erkinin görece olarak sınırlı ve tahmin edilebilir olması söz konusudur.
Otoriter sistemlerin ortaya çıkmasının ardındaki etkenler ekonomik etkenler ve sosyokültürel etkenler olmak üzere ikiye ayrılır. Ekonomik yaklaşımlar pazarların verimli çalıştığı, dolayısıyla uzun süreli ekonomik büyümenin görüldüğü ülkelerde fakirlik azalacak ve ortaya güçlü bir orta sınıf çıkacaktır. Sosyokültürel yaklaşımlar ise bir toplumdaki bazı kültürel özelliklerin bu toplumda gücün tepede yoğunlaşmasını görece mümkün kıldığını savunmaktadır. Geleneksel ve bekasını sağlamaya odaklanmış toplumlarda, hiyerarşi, itaat ve cemaatçilik gibi otoriter sistemlerin yapısıyla birebir örtüşen özellikler bireyselcilik, özgürlük ve çeşitlilik gibi ilkelere tercih edilmektedir. Bir ülkenin gelir düzeyi yükseldikçe o ülkede askeri darbe görülme olasılığı da önemli ölçüde azalır. Modern siyasal tarihte darbe yaşamış en zengin ülke olan 1976 Arjantin’inde kişi başına düzen milli gelir 40000 Amerikan doları civarındaydı.
Otoriter Rejim Türleri
Otoriter rejimlerin uzun tarihsel geçmişi, siyaset bilimi repertuarına birçok farklı otoriter rejim türü sokmuştur. Otoriter rejimlerde rejimin kurallarını ve devletin asli görevlerinin nasıl yürütüleceğini kim belirler?
- Askeri Cunta yönetimi,
- Tek-Parti yönetimi,
- Lider temelli dikta yönetimi.
Askeri cunta yönetimi: Askeri cunta yönetiminde ülkede kimin iktidarı süreceğine ve kimin hangi politikaları (ticaret, eğitim, ulaştırma vb.) yürüteceğine ordu veya ordu içinde bir grup subay karar verir. Bu tür rejimlerde ordunun günlük politikalara koyduğu ağırlık değişkenlik gösterebilir. Bazı askeri rejimler kurdukları sisteme ciddi bir tehdit gelmediği sürece perde arkasında kalıp ülkenin idaresini bürokrat/teknokrat yöneticilere bırakmayı yeğlerken, bazıları da ülke idaresinde önemli bir rol oynamayı tercih ederler.
Tek-Parti yönetimi: Tek-parti sistemleri otoriter rejimler arasında en istikrarlı ve yapısal açıdan en esnek olanıdır. Bu sistemin ana özelliği devletin yasama, yürütme ve yargı kollarının tek bir siyasi parti tarafından mutlak biçimde denetlenmesi ve işletilmesi, başka bir deyişle partinin devletle eşanlamlı hale gelmesidir. Devletin kademelerinde görev yapan bürokratlar aynı zamanda parti üyesidir. Parti, siyasi gücü tekelinde tutar ve detaylı örgütlenmesi ile en ufak mahalli idarelere kadar ülkenin kontrolünü sağlar. Tek parti rejimleri içinde, Gelişmekte Olan Ülkelerdeki Komünist Parti Uygulamaları ile Tek Parti Rejimleri şeklinde iki alt türden söz edebiliriz.
Komünist rejimler: Ülkedeki üretim araçlarına çoğunlukla devletin sahip olduğu, ülkedeki ekonomik, sosyal ve kültürel yatırımların devlet tarafından planlandığı ve yapıldığı komünizm, tek-parti sistemlerin tarih boyunca gözlemlenen en yaygın şekli olmuş ve dünya siyasetini derinden etkileyen ülkeleri ortaya çıkarmıştır. Komünizm ile yönetilen ülkelerin sayısı 1980’lerin başlarında en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından önceki on yılda bir Uzakdoğu ülkesi olan Vietnam’dan Karayip adalarındaki Küba’ya, Afrika kıtasının güneydoğu ucunda yer alan Mozambik’e kadar çeşitli örnekler sergilemişlerdir.
Üçüncü dünya ülkelerindeki diğer tek parti rejimleri: Komünist bloğun dışında yer alan tek parti rejimlerinin birçoğu baskıcı yönetimlerini ülkelerinin modernleşme ve kalkınma öncelikleri ile meşru kılmışlardır. Meksika’da 1929-2000 yılları arası iktidarda olan Kurumsal Devrim Partisi ve Güney Kore’yi 1963-1998 yıllarında aralıksız olarak 35 yıl yöneten Demokratik Cumhuriyet Partisi bu tür kalkınma odaklı tek parti rejimlerine örnektir.
Dikta yönetimi: Dikta yönetimlerinde baştaki tek adamın (diktatörün) her konuda mutlak hâkimiyeti söz konusudur. Devletteki bütün kilit kararlarlar diktatör ve yakın çevresi tarafından alınır. Diktatörlerin ülkeyi yönetebilmesi için tek-parti ve ordunun desteği gerekli olabilir.
Ancak diktatörlükleri tek parti ve askeri cunta yönetiminden farklı kılan özellik bu iki kurumun diktatörün siyasal erkini kontrol veya tehdit edecek kadar etkili olmayışlarıdır. Bir diktatörü iktidara getiren etkenlerle, onu iktidarda tutan etkenler farklı olabilir. Kişisel karizma ve beklenmedik olaylar (suikast, doğal afet, iç savaşı, başka ülkelerin işgali) bir lideri başka diktatör olarak getirebilir. Bir lider, başında olduğu siyasi sistemi çeşitli bahanelerle lağvedip bir dikta rejimi kurabilir. Bunun en temel yolu Latin Amerika’da görülen bir sivil darbe uygulaması olan autogolpe’ dir. İspanyolca bir sözcük olan autogolpe sivil iktidarın kendine darbe yapması anlamına gelir. Japon asıllı lider Alberto Fujimori’nin 1992’de Peru devlet başkanı iken parlamento ve yargıyı lağvedip iktidarı kendi bünyesinde topladığı sivil darbe, bu terimi siyaset bilimi yazınına kazandırmıştır. Bir siyasi liderin politik destek karşılığında kişi ve zümrelere devletin kaynaklarını kullanarak maddi çıkar sağlamasına patronaj sistemi denir. Liderin bir taraftan devletin kaynaklarının kullanımı üzerinde sınırsız yetkisi bulunduğu, diğer taraftan bu gücü yakınlarını kayırmak için kullandığı rejimlere neopatrimonyal rejimler denmektedir. Ülkenin kaynakları ne kadar geniş olursa olsun, basit patronaj sistemleri karmaşıklaşmış bir toplumda ortaya çıkacak çıkar çatışmalarını önleyecek kapasiteye sahip değildir. Özellikle ekonomik modernleşme hedefinde olan ülkelerin toplumlarında bu tür karmaşık çıkar ilişkilerinin geliştiğini görmekteyiz.
Askeri-cunta, tek-parti ve dikta rejimleri arasında halkın ekonomik refahına en çok hassasiyet gösteren rejim hangisi olabilir? Bu soruyu cevaplamak için öncelikle hangi tür rejimlerin ekonomik gelişmeyi daha çok isteyeceği ve bu isteklerini gerçekleştirme kapasitesine sahip olduğu sorusunu irdelemeliyiz.
Bu soruyu da üç boyutta inceleyeceğiz: kaynak yaratma, kaynak yönlendirme ve kaynak yönetme. Ülkenin her köyüne kadar örgütlenebilmiş bir rejimin gerek vergi, gerek gümrük, gerek ticaret yoluyla yatırımlarına kaynak yaratması daha olasıdır. Oysa kendini başkent ve etrafına hapsetmiş bir rejimin ülkenin potansiyelini değerlendirmesi çok zordur. Yaratılan kaynakların ise ekonomik büyümeyi sağlayacak yatırımlara aktarılması gerekir. Bu yatırımlar, kısa vadede politik getirisi az olan, eğitim veya enerji altyapısı inşa etmek gibi uzun vadeli yatırımlardır. Kısa vadede iktidarına karşı ciddi bir riziko görmeyen, uzun vadeli plan yapabilecek rejimler, ekonomik gelişmeye daha fazla önem verecektir. İktidarı tehlikede olan, toplum üzerindeki kontrolünü pekiştirmemiş rejimler ise ellerindeki kaynakları olası muhalefet odaklarını kendilerine bağlamak için kolaylıkla kısa vadede harcayabilirler. Sorunun üçüncü boyutu, yani kaynak yönetiminin kalitesi ise ekonomiyi iyi yönetemeyen yönetici ve bürokratların farklı rejimlerde akıbetlerinin nasıl olduğu ile ilgilidir. Bazı rejimlerde iyi politika üretme mükâfatlandırılırken, diğerlerinde bürokratın teknik yeterliliği önemsenmeyip sadece sisteme ne kadar bağlı olduğuna bakılmaktadır. Yetkin olmayan bürokratların yönetiminde olan ekonomide ise ciddi kaynak israfları gözlemlenir. Bu üç boyut çerçevesinde düşündüğümüzde tek-parti rejimlerinin diğer rejimlere nazaran ekonomi konusunda daha başarılı olacağı beklentisi doğmaktadır.
Melez rejimler: Yukarıda belirtilen tipik otoriter rejimlerinin gerçek hayatta birebir örneklerini çok sık görmemekteyiz. Şu ana kadar hüküm sürmüş birçok otoriter rejim bu üç ideal türün farklı özelliklerini bünyelerinde barındırmaktadır. Bir otoriter rejimin zaman içinde başka tür otoriter rejime dönüştüğü de sıklıkla gözlemlenebilir. Hatta otoriter rejimler bazen çeşitli demokratik kurumları da bünyesine katabilir. Farklı rejimlerin kurumsal özelliklerini bir arada barındıran bu tür yönetimlere melez rejimler adı verilir.
Otoriter Rejimlerde Devlet-Birey İlişkileri
Otoriter rejimler yönettikleri halk üzerinde geniş bir kontrol sağlamak için üç ana yola başvururlar:
- Baskı kurma
- Sisteme bağlama
- Lider kültü yaratma
Denetim: Otoriter rejimler yönettikleri halk üzerinde geniş bir kontrol sağlamak için üç ana yola başvururlar:
- Çeşitli devlet organları yoluyla baskı kurma
- Bireyleri sosyoekonomik politikalar üzerinden çıkar ilişkisi ile sisteme bağlama
- Sistemin başındaki diktatör veya liderin gerek karizması gerek devletin iletişim kanalları yoluyla bir lider kültü yaratma.
Baskı kurma: Azınlığın çoğunluğu yönettiği ve memnuniyetsizliklerin meşru yollardan dile getirilme şansının az olduğu otoriter rejimlerde rejim karşıtlarına karşı cebir kullanılması oldukça sık görülen bir durumdur. Aynı zamanda, otoriter rejimlerde devletin halkı üzerinde güç kullanımı, demokrasilerde olduğu gibi kanunla düzenlenmediği için yürürlüğe konması daha kolay bir politikadır. Devlet yeri geldiğinde kullandığı şiddetle resmi olarak ilişkilendirilmek istemez. Böyle durumlarda ise polis ya da ordu gibi devletin resmi organları yerine paramiliter güçler de kullanılabilir. Paramiliter güçler devlet tarafından organize edilmiş ve silahlandırılmış, ancak devletle resmi bir bağı olmayan rejim düşmanı olarak tanımlanan nesnel hedeflerin korkutulması ve imha edilmesinde kullanılan askeri nitelikteki örgütlerdir.
Sisteme bağlama: Otoriter rejimlerin hemen hemen hepsi yeri geldiğinde paramiliter güçler yolu ile şiddete başvursa da, birçoğu toplumun bazı kısımlarını sisteme paydaş haline getirerek kontrollerini sağlar. Paramiliter güçler devlet tarafından organize edilmiş ve silahlandırılmış, ancak devlette resmi bir bağı olmayan rejim düşmanı olarak tanımlanan nesnel hedeflerin korkutulması ve imha edilmesinde kullanılan askeri nitelikteki örgütlerdir. Korporatist yapılanmalarda ise devlet bireyleri kontrolü altında tuttuğu sendikalar ve işveren örgütleri gibi gruplarla sisteme dâhil eder. Ancak bu yapılanma ülke siyasetinde anlaşmazlık ve hatta bölünmelere yol açabilir.
Lider kültü: Otoriter rejimler, liderlerini bir kült haline getirerek de toplum üzerindeki kontrollerini arttırabilirler. Devlet kontrolündeki iletişim kanalları, lidere karizmatik bir güç bahşetme adına, onun bir insanın sahip olabileceği niteliklerin çok ötesinde güç ve özelliklerle sahip olduğu fikrini topluma sürekli bir şekilde yayar. Bu ikna sürecinin amacı, lidere ve etrafındakilere karşı çıkmanın birey için hem maddi hem de manevi olarak oldukça maliyetli bir hale getirilmesidir. Bu tür bir yaklaşım liderin karizması konusunda bireyleri birebir iknada çok başarılı olmayabilir. Ancak, maliyet-fayda analizi boyutunda düşünüldüğünde, baskı ve himayeci taktiklere göre iletişimi kullanmanın maliyeti oldukça az, ulaştığı insan sayısı da oldukça yüksektir. Konuların kapalı kapılar ardında tartışılıp bir çözüme varılması olanağını verir. Bu ikna sürecinin amacı, lidere ve etrafındakilere karşı çıkmanın birey için hem maddi hem de manevi olarak oldukça maliyetli bir hale getirilmesidir. Bu tür bir yaklaşım liderin karizması konusunda bireyleri birebir iknada çok başarılı olmayabilir.
Siyasi katılma: Bireylerin siyasal katılımına gösterilen toleransın seviyesi otoriter rejimler arasında ciddi bir farklılık göstermektedir. Kuzey Kore ve Suudi Arabistan gibi mutlak iktidarın olduğu ülkeler halkı siyaseten aktif hale getirmekten kaçınır. Bazı otoriter rejimler ise korporatist bir yapı içinde bireyleri olabildiğince sistem içindeki siyasal ve diğer sivil oluşumlara yönlendirmeye çalışır. Kendi siyasi duruşuyla birebir örtüşmeyen sivil toplum örgütlerine siyasal sistemlerinde göz yuman otoriter rejimlerin sayısı da artmaktadır. Bireyler farklı düşüncelerini bu kuruluşlar aracılığı ile dile getirebilir. Afrika’nın birçok ülkesinde çeşitli sosyal politikalar (okul yapımı, anne sağlığı, aşılama vb.) bu sivil toplum örgütlerinin himayesi ve gözetiminde yürütülmektedir. Çin Komünist Partisi dini grupların oluşumuna kontrollü bir şekilde izin vermekte, ancak bu oluşumların rejimi tehdit etme potansiyelini gördüğü anda duruma müdahale etmektedir. Mesela, Katolik oluşumların Vatikan ile organik bağlar kurmasına izin verilmemektedir.
Otoriter rejimler ve seçimler: Siyasal sistemlerinde seçimlere yer verilip verilmemesi, otoriter rejimleri birbirinden ayıran ve rejim-birey ilişkilerinde rol oynayan önemli bir boyuttur. İster diktatörlük, ya da tek parti rejimi ister askeri cunta yönetimi olsun, otoriter rejimler, yerel ve genel seçimleri, iktidarlarını sürdürmek için artan bir şekilde kullanmaya başlamışlardır. Bu seçimlerin görünürdeki amacı, rejimin siyasi gücünün çoğu zaman göstermelik de olsa seçilmiş siyasi organlarla paylaşılmasıdır. Seçimler ve seçimlerin öngördüğü parlamentolar, küresel ekonomiye entegre olmuş ülkelerin ihtiyaç duyduğu küresel sermaye girdilerini sağlamak ve bu sermayeyi ülkelerinde tutmak için de önemli bir role sahiptir. Seçimlerin uygulanış biçimi ve ülke içi siyasetine etkisi rejimden rejime ciddi farklılıklar gösterebilir. Örneğin, Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta yapılan seçimler tamamen göstermelik iken, Kral Muhammed yönetimindeki Fas’ta yapılagelen seçimlerin ülkede izlenecek ekonomi ve tarım politikalarına önemli etkisi olmuştur. Otoriter rejimlerin, siyasal sistemlerinde seçimlere son yıllarda artan bir şekilde yer vermesi rastlantısal değildir. Bu eğilimin arkasında küreselleşme ile bağıntılı iki ana sebepten söz edebiliriz;
- Dünyadaki demokratikleşme dalgasının etkileri sonucunda rejimin meşruiyetini koruması içgüdüsüdür.
- Teknolojinin küresel iletişimi kolaylaştırması ile etraflarındaki demokratik ülkelerin daha iyi yaşam standartlarına sahip olduğunu gören halk, otoriter rejimlerden daha iyi politikalar üretmesini ve hesap verebilir olmasını istemektedir
Bu süreçte ortaya çıkan protesto ve temsil isteklerine otoriter rejimlerin cevap vermesinin bir yolu da seçimlere gitmekten geçer. Örneğin, içinde yaşadıkları otoriter rejimlere karşı ülke halklarının 18 Aralık 2010’da başlattıkları Arap Baharı protestolarını Ürdün, Fas ve Yemen hükümetleri seçimlere giderek kontrol altına almaya çalışmışlardır. Seçimler ve seçimlerin öngördüğü parlamentolar, küresel ekonomiye entegre olmuş ülkelerin ihtiyaç duyduğu küresel sermaye girdilerini sağlamak ve bu sermayeyi ülkelerinde tutmak için de önemli bir role sahiptir. Küresel sermayeyi çekmek isteyen ülkelerde iktidarların kendilerini seçimler ve parlamento yoluyla kısıtlamaya gitmesinin örneklerine tarih boyunca rastlanmaktadır. Seçimler, otoriter sistemin meşruiyetini arttırdığı, iktidarın gücünü ve popülaritesini gösterdiği ve muhalefetin aczini ortaya koyduğu sürece sistem karşıtlarını demoralize ve demobilize edecektir. Ancak bu seçimler iktidarın gücünün kaynağının popülerlik değil de manipülasyon ve baskı olduğu fikrini halk arasında yayarsa, sistem karşıtı partiler bu süreç sonunda daha da güçlenecektir.
Seçimlerin yönetici elit içinde kamplaşmalara yol açtığını, sistemin başvurduğu baskı ve kooptasyon politikalarını maliyetli hale getirdiğini ve hatta otokratik rejimlerde yönetici elit grubundaki bazı grupların, ülke için daha iyi olduğuna inandıkları siyasaları savunmak için muhalefet tarafına geçmesine yol açtığını gözlemlemiştir. Bu tür geçişler, baskıcı otoriter rejimlerde çatlak oluşturmaktadır.
Seçimler, bazı sosyal grupları iktidarın kaynaklarını kullanarak menfaat dağıtmak için etkili bir araç olarak kullanılabilir; yönetim kendisine daha çok oy veren bölgeleri yatırım ve sosyal hizmetlerle ödüllendirebilir. Seçimler, otoriter iktidarın muhalefetle olan ilişkilerini de farklı şekillerde düzenleyebilir. Bu süreç, muhalif grupların sisteme olan itirazlarını kontrollü bir biçimde dile getirmelerine izin verir. Diğer taraftan, seçimlerde boy göstermek birçok muhalif grubu görünür ve dolayısıyla hedef alınabilir hale getirir. Bu süreç iktidara hangi muhalif grupların ne kadar güçlü olduğunu gözlemleme fırsatı da verecektir. Akabinde, patronaj stratejileri bu muhalif grupları ayrıştırmak için etkili olarak kullanılabilir. Bu tür politik manevralar, serbest, özgür ve eşit fırsata dayanan seçim kültürünün yeterince yerleşmemiş olduğu ülkelerde baştakilerin gücünü daha da pekiştirebilir. Böyle ülkelerde seçimlere katılım oranı, siyasal katılımın seviyesi için anlamlı bir gösterge değildir; göstermelik seçimler yapan birçok otoriter rejimlerde iktidarın oy oranları liberal demokrasilerde görülmeyen ölçüde yüksek çıkmaktadır.
Otoriter Rejim Örneği: Franco Döneminde İspanya
Franco dönemi İspanya’sı (1939-1975) tek-adam sistemini örnekleyen bir otoriter rejimdir. Franco Dönemi’ni, İspanya’nın dünyadan tecrit edildiği 1959 öncesi ve Soğuk Savaş’ın zirveye çıkmasıyla ülkenin tekrar zirveye çıkmasıyla ülkenin tekrar batılı ülkeler arasına katıldığı 1959 sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. Bazı siyaset bilimciler Franco rejimini faşist bir totaliter rejim olarak tanımlar. Ancak sınırlı da olsa çoğulcu siyasal yapıya izin vermiş olması, sistemin zayıf ve çok katmanlı ideolojik yapısının halkı topyekûn mobilizasyondan sakınması ve Franco’nun sürdürdüğü politikaların genelde akılcı ve tahmin edilebilir olması, bu rejimi Mussolini İtalya’sı ve Nazi Almanya’sından anlamlı bir biçimde ayırır. 1936-1939 yılları arasında Cumhuriyetçiler ile yaptıkları iç savaştan galip çıkan Franco’nun liderliğini yaptığı Milliyetçiler, asayişin sağlanmasını müteakip Falanj partisini kurmuş ve partiler arası çekişmenin İspanya’nın bütünlüğüne zarar verdiği iddiası ile siyasi partileri kapatmıştır. Benzer şekilde, bağımsız sendikalar da 1940’da feshedilmiştir. 1939-1959 arasında İspanya, Nazi Almanya’sı ile İkinci Dünya Savaşı sırasında yapmış olduğu ittifaktan dolayı galip ülkelerce ekonomik yaptırımlara maruz bırakılmıştır. 1960larda başlayan ekonomi büyüme dalgası ile yürütme organlarına uzmanları getiren Franco, sosyo-ekonomik değişimin yönetimi için kontrollü bir çoğunluk sağlama yoluna gitmiştir.