KENT SOSYOLOJİSİ - Ünite 7: Osmanlı Kentleri ve Kentleşme Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Osmanlı Kentleri ve Kentleşme
Osmanlı Şehir Kurma Uygulamaları: Şenlendirme
Osmanlı insanının, şehirleri fethettikten sonra bu şehirlerde yaptıkları imar faaliyetleri 15. yüzyılın çağdaş kaynaklarından örneğin Aşıkpaşazade (1393-1481) ya da Neşri (v. 1520) tarihinden takip edilebilmektedir. Şehirlerin imar sürecini ifade etmek için bu kaynaklarda şenlendirme terimi kullanılmaktadır.
Şenlendirme; şehirlerin imarı, ihyası (canlandırma), âbâd edilmesi, nüfus iskan edilmesi, huzur ve güvenliğinin sağlanması ve iaşesinin (gıda) temini gibi şehircilik ve şehirleşme faaliyetlerinin tümünü birden ifade etmek için kullanılmaktadır.
Şehirler ve Fetih
Osmanlıda güçlü bir İslam hukuku ve Türk-İslam devlet geleneği uygulaması vardır (Çetin, 1982). Bu hukuk ve gelenek bir şehrin fethi aşamasında başlardı (İnalcık ve Arı, 2005). Eğer şehir sulh/ barış ile fethedilirse, İslam hukukuna ve Osmanlı uygulamasına göre şehir halkının canına ve malına dokunulmazdı. Bu durumda, mevcut gayrimüslim şehir halkının güvenle şehirde yaşaması için tek şart cizye (baş) vergisi vermekti. Fethedilen şehrin halkı kendi mülklerinde oturmaya devam eder, fetih sonrası gelen göçmenler ise yeni mahalleler kurarak şehrin imarına girişirlerdi. Zamanla, insanlar arası mülk alışverişi ile ya da gelen göçmenlerin gelmesi ile heterojen mahalleler ve şehir meydana gelirdi.
Şehrin Bilgisi ve Düzeni: Tahrirler ve Kanunnameler
Güven ortamı ile fethin ilk aşaması tamamlandıktan sonra ikinci aşama olarak yerel âdetlerin ve demografik bilgilerin öğrenilmesine (tahrirler) ve buna göre kuralların konulmasına yönelik “sancak/ şehir kanunnameleri”nin hazırlanmasına geçilmiştir. Dolayısıyla Osmanlılarda her şehrin kendine özgü, yerel şartları dikkate alan kanunları vardır. Böyle bir tespit şüphesiz bir şehrin önceki halini bilerek yeni halinde bir süreklilik sağlama niyetinin de göstergesidir. Bir anlamda bu yöntem, geçmiş kültür ve geleneklerin öğrenilmesi ve yaşatılması sonucunu da doğurmuştur.
Ayrıntılı tahrir defterleri bizlere o şehrin nüfus yapısı, topografik/yerleşim durumu, sosyal yapısı, iktisadi durumu vergi çeşit ve miktarları, ürün/ üretim çeşit ve miktarları hakkında bilgiler verir. Bugün elimizde olan dört bin civarındaki tahrir defteri ile neredeyse tüm Osmanlı kazaları ile ilgili bilgiler takip edilebilmektedir. Kanunnamelerdeki güncellemeler gibi bir şehrin temel bilgileri için yapılan sayımlar ve kayıtlar da belirli aralıklarla güncellenmektedir. Bazen tahrir, bazen avârız, bazen cizye ve bazen de nüfus defterleri ve temettuat sayımları gibi adlandırmalarla şehirler ve köylerin nüfus, mülkiyet, üretim ve vergi verileri toplanmıştır. Böylece şehirlerde ve köylerinde meydana gelen her türlü değişim takip edilmiş ve buna göre şehirlerin kapasiteleri ve yükümlülükleri de gözden geçirilmiştir. Şehirler için uzun dönemli istikrar ve adaletin sağlanmasında bu tür takip ve güncelleştirmeler oldukça önemli olmuştur. Osmanlı idari bölümlemesi eyalet, sancak, kaza, nahiye ve köylerden oluşmaktadır.
Şehirlerin Yönetimi: Adalet, Güven ve Huzurun Tesisi
Fetih ve sonrasındaki sayımlarla birlikte gerçekleştirilen diğer bir uygulama şehre, adliye ve belediye işlerinden sorumlu bir yönetici (kadı) ve emniyet ve asayişten sorumlu bazı yöneticilerin (subaşı, yasakçı, ağa, şehremini...) tayininin yapılmasıydı.
Çeşitli dönemlerde isim ve kapsamları değişmekle birlikte genel olarak Osmanlı idari bölümlemesi eyalet, sancak, kaza, nahiye ve köylerden oluşmaktadır. Buralarda vali, mütesellim, ayan, kethüda (yerel yönetici), voyvoda, muhassıl, subaşı, derbentçi, yasakçı, mübaşir, bekçi, köy ihtiyarları gibi idari birimin durumuna göre değişen statüde ve sayıda, esas olarak güvenlik ve yerel yönetimden sorumlu idareciler bulunmaktaydı.
Kadılar, Osmanlı şehirlerinde sadece hukuki işlere bakmazlar, şehrin gündelik yaşamını ve altyapısını takip ederler, kurumların ve iktisadi hayatın (iaşe) adaletle, güvenle ve süreklilik çerçevesinde bir verimlilikle çalışmasını sağlar, şehri idare ederlerdi. Kadılar devletin şehirdeki görevlisi ve şehrin devlet nezdindeki temsilcisiydiler.
Subaşı ve benzeri statüdeki görevliler asayişi, eminler muhtesipler iktisadi-mali işleri, kethüdalar esnaf örgütlerini, imamlar ve diğer din görevlileri mahalleleri ve cemaatleri, mütevelliler vakıfları sevk ve idare ederlerdi. Ancak tüm bu idari görevlerin ve yürütmenin denetleyicisi ve herhangi bir anlaşmazlıkta karar merci kadı ve mahkemesiydi.
Şehirlerde herhangi bir anlaşmazlığın giderilme süreci nasıl işliyordu? İster Müslüman olsun isterse gayrimüslim, insanlar anlaşmazlıklarını öncelikle mahalledeki din görevlisi ve ileri gelenler, loncalar ya da müftülük gibi müesseseler aracılığı ile anlaşma yoluyla çözmeye (sulh) çalışmaktadır. Belge gerektiren ya da anlaşmayla çözülmesi mümkün olmayan meseleler için ise yine Müslim ya da gayrimüslim olsun başvuru merci yerelde kadı mahkemeleri genelde ise İstanbul’daki Divan olmuştur.
Osmanlı Şehirciliğinin İlkeleri
Tevarüs: Osmanlı Şehirlerinde Süreklilik
Burada söz edilen süreklilik çok yönlüdür:
- Birincisi, ilkesel olarak Osmanlıların İslam ve Türklükten kaynaklı ilke ve adetleri kendi idari süreçlerinde devam ettirmeleridir. Fetih yöntemleri, yapılan tahrirler ve idari icraatlar bu sürekliliğin unsurları olarak görülmelidir.
- İkincisi ise fethedilen şehirlerin var olan örf ve adetlerine yönelik hassasiyet ve bunları Osmanlı sistemini adapte etme uğraşısı ile ortaya çıkan sürekliliktir. Özellikle sancak kanunnameleriyle yapılmak istenenin bu olduğu söylenebilir. Zira böylece Balkan şehirleri için Bizans, Macar ve feodal örflerin ve Anadolu şehirleri için Kayıtbay Kanunundan diğer beylik kanunlarına kadarki adetlerin tespiti yapılmaktadır.
- Üçüncü olarak, süreklilik ilkesiyle anlatılmak istenen şehrin mimari unsurlarının ve yapılı çevrenin yakılıp yıkılması yerine olabildiğince tamir edilerek ve yenilenerek kullanılmasıdır.
Şehir ve Kimlik: Çokkültürlülük ve Bir Arada Var Olma
İstanbul’un fethini takip eden ilk yıllarda İstanbul’da 50 binin çok altında bir nüfus vardı. Kısa zaman içerisinde, kabaca 50 yıl sonra, bu nüfus 100 bine ulaştı. Biraz daha sonra yani Kanuni Sultan Süleyman devrine isabet eden bir asır içerisinde ise yaklaşık 300 bin nüfusu içerisinde barındıran bir şehir vücuda geldi. Paris ve Londra gibi şehirlerin o dönemde 100 bin civarındaki nüfusu düşünülürse İstanbul, coğrafyasının en büyük şehrine dönüşmüştür. Fetih sonrasında önemli miktarda Rum nüfus İstanbul’da yaşamaya devam etmiş hatta İstanbul, Fatih Sultan Mehmet tarafından Ortodoks Patrikhanesine atanan yeni patrik ile Hristiyanlığın da merkezi olmayı sürdürmüştür.
Galata tarafında Latin ve Frenk nüfusa sahip olan İstanbul 1490’lardan sonra İspanya’dan kovulan Yahudi gruplara da kapılarını açmıştır. Aynı yıllarda ve sonrasında İstanbul’a gelen önemli miktardaki Ermeni nüfusa ilaveten Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen çok çeşitli etnik ve dinî grup ile Roman nüfus da bu süre zarfında İstanbullu olmuştur. Hem dinî açıdan Müslüman, Hristiyan, Yahudi nüfus hem de etnik ve kültürel olarak Türk, Arnavut, Arap, Boşnak, Kürt, Rum, Ermeni, Roman, Latin ve Frenk gibi çok çeşitli unsurlar Osmanlı İstanbul’unda birlikte var oldu.
Getto denilen sadece bir grubun yaşadığı bölgeler Osmanlı kentlerinde yoktur. Avrupa şehirlerinin pek çoğunda örneğin Yahudiler ’in yaşadığı “getto” bölgeleri vardır.
Kendi Kendini Yöneten ve İdame Ettiren Şehirler
Osmanlı şehirleri için, özellikle de klasik dönem yani 19. yüzyıl öncesi, söylenebilecek bir ilke kendi kendini yönetme ilkesidir. Şehirdeki işlevlerin idaresi ve altyapı hizmetlerinin inşası ve sürdürülebilir kılınması anlamındaki bu kendi kendini yönetme/ikame etme ilkesi Osmanlı şehirlerinin pek çoğunda izleri görülebilecek bir ilkedir. Modern belediyeciliğin üstlendiği birçok şehir fonksiyonu yani şehrin alt ve üst yapı uygulamaları tam anlamıyla yerel aktörler ve kurumlar tarafından icra ve idare edilmekte idi.
Merkezi devletin fetih sonrası yaptığı sayımlar ve kanun düzenlemelerinden sonra, idareci olarak kadı ve asayiş için bir görevli (subaşı vb.) tayini yapılır ve diğer işler yerel unsurlara bırakılırdı. Müslüman ve gayrimüslimler, üzerlerine düşen vergiyi ödüyorsa ve huzur bozucu bir durum yoksa merkezin bir şehre müdahale etmesi söz konusu olmazdı. Kontrol edici (tayinler, beratlar yoluyla) ve düzenleyici (kanunlar, arzlar, narhlar yoluyla) bir konumda duran merkez, şehirlerin altyapı ve üstyapı uygulamalarını ve iskân süreçlerini yerel aktör ve kurumlara bırakırdı.
Osmanlı Kentlerinde Planlama, Büyüme ve Mekânsal Doku
Osmanlılar şehirleri ihya ve şenlendirme süreçlerini hangi mekanizmalar, kurumlar ve aktörlerle hayata geçirmişlerdir ve bu mekanizmalar arası organizasyonu nasıl tanımlamışlardır?
Nüfus ve İskân
Osmanlı şehirciliğinin ilk boyutunda insan unsuru ile ilgili tanımlamalara bakılmalıdır. Fetihten hemen sonra yapılan nüfus ve tapu tahrir sayımlarında mevcut nüfus ve bu nüfusun yapısı tespit edilmektedir. Elimizde olan dört bin civarındaki tahrir defteri ve diğer nüfusla ilgili avârız, cizye ve temettuat kayıtları bize bu konularda çok ayrıntılı bilgiler sunmaktadır. Sayımlardan elde edilen sonuçlara göre o şehre yönelik bir iskân politikası belirmektedir. Bazen merkezi kararlar yardımıyla o şehirlere nüfuslar sevk edilmekte bazen de şehrin büyümesine paralel olarak ya da şehrin bir cazibe merkezi haline gelmesiyle şehirlere göçler olmaktadır. Kendi kendini idame ettirecek yani sürdürülebilir bir şehircilik, iaşe (beslenme) ve güvenlik sistemi ile kurulan şehirler buna uygun nispetlerde nüfusu da barındırmaya başlamaktadır.
Şehirlerin İmarı ve Külliyeler (İmaretler)
Osmanlılar şehirleri fethettiklerinde mevcut halkın yerleşmiş olduğu mahallere özellikle de kale içi bölgelere fetih hukukuna göre savaş ya da sulh ile muamele ederdi. Eğer sulh ile alındı ise şehir halkı mülklerinde oturur ve cizyelerini (baş vergilerini) öderlerdi. Fetihle gelen yeni nüfus ise kalede boş mülk varsa boş mülklere, yoksa ya da daha fazla mülke ihtiyaç varsa kalenin dışına -Tahtakale: Kale altı- yerleşmeye başlardı. Şehir barış ile değil savaş ile fethedildi ise mevcut mahallere Osmanlı halkının yerleşmesi söz konusu idi. Yerli halk ise sultanın başka türlü bir kararı yoksa af ve mülklerin iadesi gibi kiracı olarak izin verilen mülklerde otururdu. Ya fethe katılan kişilerin kiracısı ya da devletin vakıfların kiracısı olurdu. Her hâlükârda fetih öncesi yerleşim alanları korunur, canlandırılırdı.
Külliye esas olarak yeni kurulacak bir yerleşim bölgesinde ihtiyaç duyulabilecek alt ve üstyapı hizmetlerinin neredeyse tamamını karşılayacak şekilde bir işleve sahiptir. Bir külliye içerisinde, ibadethaneler, eğitim kurumları, yeme-içme alanları, sağlık birimleri, konaklama mekânları, mezarlıklar, hamamlar, çarşılar, su kaynakları ve yollar gibi pek çok birim ve altyapı hizmeti bir araya getirilerek bir yerleşim bölgesinin ihtiyacı olan unsurlar sağlanmış olmaktadır. Böylece külliyeler şehrin odak noktalarına dönüşmüşlerdir.
Mahalle ve Mahalle Kültürü
Mahalleler Osmanlı şehirlerinin en önemli tanımlayıcı unsuru ve iskân alanlarıdır. Ayrıca, bazı ticari ilişkilerin, gündelik yaşamın, dinin, kültür ve kimliğin de dokunduğu mekânlardır. Mimarisi ve yerleşim düzeni itibariyle yapılacak analizlerin ötesinde mahalleler idari bir birim olarak devletin, vergi toplamaktan insanların zincirleme birbirinden sorumlu olmasına kadar uzanan işleri çerçevesinde de incelenebilir. Hâlihazırda mimarlık/sanat tarihçileri ve siyasi/idari tarihçiler bu açılardan derinlemesine mahalle tanımları ve analizleri yapmışlardır. Burada belki biraz daha şehir perspektifinden ve sosyolojik unsurları da katarak mahallenin tartışılmasında fayda vardır. Bu da insan ve toplum unsurunu mimari eserler ve idari işlevlerle birlikte mahalle ortamında düşünerek mümkündür. Mahallenin nüfus ve nüfus yapısı, sosyo-kültürel özellikleri, fiziki ve mimarı unsurları, idari görevlileri ve diğer mahalleler ve şehir bütünlüğü içerisindeki yeri bu konumlandırmanın araştırma unsurlarıdır. Mahallelerin izole yaşamları, homojen nüfus ve kimlik yapıları ve otonomileri çerçevesinde yürütülen mahalle tezleri de tartışmaya açılabilecek yaklaşımlardır.
Mahallelerde bulunan evlerin yapısı ve kullanım biçimi Osmanlı şehirleri açısından yine üzerinde durulması gereken bir husustur. İçe dönük olarak, avlulu ve genelde iki kat olarak inşa edilen evler mahremiyetin, kadın-erkek ilişkilerinin, komşuluk bağlarının ve toplumsal sorumluluğun önemli yansımalarını içinde barındıran yapılardır. Hatta evdeki bu izdüşümlerin bir kısmı sokağa da taşar ve bazen avlusuz sıra evlere bahçe işlevi gören çıkmaz sokaklardan oluşan mahalle düzeni ortaya çıkar. İki katlı evlerde ilk katlar kiler, mutfak yani günlük kullanımlara tahsis edilir, ikinci kat ise sofa-eyvan ile avluya da bakan odalardan oluşur. Büyük şehirlerde birkaç ailenin değişik kat ve odaları paylaştığı evler de mevcuttur.
Evlerin yapımını ilgili loncadan ustalar üstlenir ve lonca da süreci takip eder. Daha büyük bir inşaat ise ya da İstanbul gibi bir şehirde inşaat yapılıyorsa, şehir mimarı ya da kadıdan da evin hem büyüklüğü hem sokak mesafeleri hem de mimarisi açısından izin alınır ve teftişe tabi tutulur. Bu süreçte en önemli husus, evlerin diğer evlere göre konumudur. Yeni yapılacak evin, başka bir evin avlusunu görmemesi, geçişini engellememesi ve yine başka bir evin manzarasını bozmaması esastır. İnşaat malzemeleri köşk gibi büyük yapılar için bazen kâgir olabilmekle birlikte genelde ahşap çatma, yığma kerpiç ve ahşaptandır.
İdari olarak ise sultanın beratıyla atanan imamın/din görevlisinin pek çok mahallede dini görevlerinin yanı sıra mahallenin olup biteninden de devlete karşı sorumluluğu olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlar bireysel olarak kanunlara karşı sorumlu olmakla birlikte mahallede yaşayanların birbirine karşı ve imamın ya da din görevlisinin de bütün mahalleliden sorumlu olduğu tarihi bir gerçektir.
Zincirleme olarak birbirinden sorumluluk anlamına gelen bu tür bir mekanizmaya en iyi örnek olarak mahalle vergi sandıkları verilebilir.
Ticaret Alanları
Şehir planlamasının ve mekân organizasyonunun külliye ve iskân mahalleri kadar önemli unsurlarından biri de ticaret alanlarıdır. Şehrin iç iktisadi ihtiyaçları için ve yine şehrin başka şehirlerle irtibatının odağı olan bu alanlar bedesten, han ve esnaf-zanaatkârların dükkânlarının bulunduğu açık/kapalı/uzun çarşılardan oluşmaktadır.
Bedesten ya da Bezzâzistan kıymetli madeni ve tekstil ürünlerinin alınıp satıldığı, şehirdeki sayısı bir ya da ikiyi geçmeyen, mimari biçimleri hanlardan oldukça farklı üstü açık olmayan kârgir, korunaklı ve güvenli mekânlardır. Şehirdeki merkezi iş alanının odağıdır.
Hanlar bedestenin etrafında, şehrin gündelik tüketim malzemelerinin toptan alınıp satıldığı, ipek, pirinç, tuz gibi çeşitli ürünlere göre özelleşen, üstü açık ticaret ve konaklama birimlerdir.
Çarşılar ise bedesten ile hanlar arasında çanakçılar, kalaycılar, demirciler, yorgancılar, bakırcılar gibi pek çok dükkânın bir arada olduğu ve şehrin gündelik ihtiyaçlarını karşılayan perakende sektörünün bulunduğu alanlardır.
Osmanlı şehirlerinin iki merkezi öğesi olan iskân mahalleri ile ticari alanların ilişkisi Osmanlı şehirleri için üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Genel olarak bakıldığında şehir planlama düşüncesi çerçevesinde Osmanlı şehirlerinde bu iki işlevin birbirinden ayrıldığı görülmektedir. İskân işlevi mahallelere, iktisadi işlevler şehir merkezi denilebilecek Ulu Cami, bedesten, han ve çarşıların olduğu kısma bırakılmıştır.
Osmanlı Kentlerinde Kurumlar ve İşleyiş
Vakıflar
Vakıflar çok işlevli yapısı ile Osmanlı şehirciliğinin kilit mekanizmalarından biridir. Belirli bir menkul (taşınabilir) ya da gayrimenkul (taşınmaz) malın, kamusal fayda lehine kişisel mülkiyetten çıkarılıp tüzel kişiliğe dönüştürülmesi olan vakfetme süreci öncelikle bir hayır işi olarak görülmelidir. Her ne kadar bazı vakıf türlerinde vakfedenin özel mülkünü güvence altına almak gibi bazı menfaatleri içerse de vakıfların en temelde sevap niyetiyle yapıldığı vakfiye metinlerinde ve kişilerin vakfetme amaçlarında açıkça belirtilmektedir.
Şehirler ve şehircilik açısından ise vakıflar iki açıdan önemlidir:
- Birincisi mülkiyet açısından; bir şehir merkezinde olması dolayısıyla değerlenen mülklerin vakıflar aracılığı ile kamusallaştırılarak menfaatlerinin tekrar şehirliye dönmesi sağlanmakta ve şehrin birçok alt-üst yapı hizmetleri bu gelirlerle karşılanmaktadır.
- İkincisi ise çok farklı düzeylerde sosyo-ekonomik statüye sahip bireylerin az ya da çok değerli mallarını vakfederek şehir hayatına katılması sağlanmakta ve böylece o şehre dair bir kent bilincinin, sorumluluğunun gelişmesi temin edilmektedir.
Vakıf yöneticileri vakfın varlıklarını en iyi şekilde değerlendirmek için birçok ticari faaliyet yapmaktadır. Elde edilen gelirlerle, vakfın şartları yerine getirilmekte ve vakıf mallarının bakım ve tamirleri yapılmaktadır. Böylece şehirdeki kamusal yapılar atıl kalmamakta, yapı ve işlev olarak zamanın ihtiyaçlarına göre yenilenmekte ve güncellenmektedir.
Loncalar
Modern dönem öncesinde;
- Güvenlik ve
- İaşe (beslenme) sistemi şehirlerin ortaya çıkması, büyümesi ve sürdürülebilir olması açısından en önemli iki unsur idi.
Güvenliği sağlamak için şehir surlarla çevrelenir, mümkünse denizlerden ve ana yol güzergâhlarından biraz uzakta kurulurdu. İaşe yani şehrin gündelik yeme-içme ihtiyacının karşılanabilmesi için ise nehir/ dere kenarları ve dağ yamaçları tercih edilir, şehirlerin ticaret yollarını kullanabilecek şekilde belirli bir mesafede olmasına dikkat edilirdi. Bu iki önemli unsurun daha sistematik olarak başarılması ise o şehir sahiplerinin askeri ve iktisadi sistemlerinin mükemmelliğine bağlıydı.
İaşe sistemini çözen Osmanlı iktisadi sisteminin iki temel başarısından;
- İlki malların yerinde üretim ve tüketimi ile artık ürünlerin diğer kazalara ve İstanbul’a iletildiği “kaza sistemi”ni kurabilmiş olmasıdır.
- İkincisi ise iktisadi faaliyetleri yürüten aktörlerin yani esnaf ve zanaatkârın, hammaddenin temininden ürünlerin üretilme ve satılma usul, miktar ve standartlarını belirleyen lonca sisteminin verimliliğidir.
Loncaların en önemli görevi, şehrin nüfusuna göre gerekli gündelik ihtiyaçları karşılayacak iktisadi sistemi kurmaktı: Hammaddelerin temini, hangi sektörden ne kadar ustaya, dükkâna ihtiyaç bulunduğunun tespiti, sonra da bunların iş yapma usul ve esaslarının belirlenmesi ve takibi. Her bir esnaf ve zanaatkâr grubunun kendi loncası bulunur, lonca olma sistematiğine erişemeyen iş kolları da en yakın lonca sahibi iş koluna yamak olurdu.
Şehircilik açısından esnaf örgütlü idi ve işlerini belirli usul ve esaslar dairesinde yapıyordu. Bu hususlar kendi kararlarını çoğu zaman kendilerinin verebilecek durumda (otonomi) olduklarını göstermesi açısından önemlidir. Osmanlı şehirlerinin kendi kendini idame ettirme becerisinin önemli bir ayağı da bu şekilde esnaf ve loncaların yardımı ile olmuştur.
Medreseler
Osmanlı şehir hayatının önemli bir kurumsal parçası da o şehirdeki entelektüel niteliğin ve faaliyetlerin artmasına yönelik kurumların kurulmasıdır. İznik şehrinin fethinden hemen sonra kurulan ilk Osmanlı medresesi (Orhaniye Medresesi, 1331) ve sonra Bursa, Edirne ve diğer fethedilen şehirlerde külliyeler içerisine dâhil edilen ilim mekânları bunun tarihsel örnekleridir. Medreselerin kuruluşlarını, derecelerini, öğrenci ve hoca sayılarını ve şehirdeki mekânsal dağılımlarını tespit etmek bize o şehrin niteliği hakkında önemli bilgi verir. Ayrıca diğer kentler arasındaki yerini anlamamızı da sağlar.
Medreseler, ileri eğitim kurumları olarak bütün bir kente ve hatta başka şehirlerden gelen ilim taliplerine hizmet emişlerdir. Tıpkı külliyeler, çarşılar, Cuma camileri ve tekkeler gibi medreseler de şehir içi ve şehirlerarası etkileşimi sağlayan kurumlardır.
Tekkeler
Osmanlı toplumunda tasavvufi hayat gündelik yaşamın ve alışkanlıkların bir parçası idi. Tasavvufu, sadece mistik yani öbür dünyayla ilgili bir alan olarak tanımlamak ve anlamaya çalışmak şüphesiz Osmanlı toplumundaki yeri açısından tasavvufa ve sûfîliğe indirgemeci bir yaklaşım olur. Zira burada bahsi geçen dönem bu dünya ve öteki dünyanın günümüzdeki gibi birbirinden kopuk olarak algılanmadığı ve yaşanmadığı bilakis sufîliğin gündelik şehir hayatının, insanın fiil ve tasarruflarının bir parçası olduğu dönemdir.
İbadet ve Barınma: Sufîlik çerçevesindeki toplumsal gerçekliğin şehirdeki mekânsal karşılığı zaviye, dergâh, âsitâne, hankah ya da tekkelerdi. Çeşitli tarikatlara mensup bu tür mekânlar mizaç ve meşreplerine göre şehirdeki insanları kendilerine çeker; buralarda hem tarikatın zikir ve virdleri yapılır hem de bu mekânlar aç ve açıkta kalan insanlara bir barınak olurdu.
Sanat Merkezleri: İbadet ve barınma yerinin ötesinde üçüncü bir işlev olarak tekkeler, şehirlerin sanat merkezleridir. Osmanlı el sanatlarının ve musikisinin icra yerleri çoğu zaman tekkeler olmuştur. Bu açıdan bir şehri şehir yapan, köyden-kırsaldan ayıran unsurlardan biri olarak “gelişmiş sanat faaliyetleri” esas alınacaksa bunu Osmanlı şehirlerinde takip etmenin mekânı özellikle tekkelerdir. Tekkeler, şeyhin ve ailesinin haremliği, dervişlerin selamlığı, yeme içme için taamlık ve ibadet zikr için çilehane, semahane, pişkadem ve dedegan, türbeler ve hazire/mezarlık gibi kısımlardan oluşmaktaydı. İbadet ve zikirden başka tezhip, hat ve çeşitli musiki sanatları meşk ve icra edilirdi.
Osmanlı coğrafyasını bir uçtan diğer uca manevi, sosyoiktisadi ve insani olarak bağladıkları ve şehirleri de birbirine yaklaştırdıkları rahatlıkla iddia edilebilir. Böylece, her bir tekkenin yerel olduğu kadar şehirlerin ötesine geçen ilişki ağları olduğu da söylenebilir.