KENTLER, PLANLAMA VE AFET RİSK YÖNETİMİ - Ünite 1: Tarih İçinde Kentlerin Gelişimi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Tarih İçinde Kentlerin Gelişimi
Giriş
Afetler her ne kadar doğa olaylarını çağrıştırsa da insan topluluklarının yoğunluklu olarak yaşadığı kentleri etkilediklerinde yıkıcı kayıplara sebep olmaktadırlar. Afetler bir topluluğun ya da toplumun işleyişini olumsuz etkilemekte, özellikle de yoğun yapılaşmanın olduğu kentlerde yıkıcı etkileri çok yüksek olmaktadır. Afetler ve risk yönetimi söz konusu olduğunda da kentlerin ortaya çıkışı, günümüze dek geçirdikleri dönüşüm ve günümüzde geldikleri noktanın anlaşılması önem kazanmaktadır.
Kent Nedir?
Sözlük anlamına bakıldığında kent, nüfusunun çoğu ticaret, endüstri, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı ya da oldukça sınırlı olduğu yerleşim alanı olarak tanımlanmaktadır. Kent kimi zaman bir yerleşim yeri olarak tanımlansa da böyle bir yerleşim yerine hangi özelliklerin kent niteliği kazandırdığı sorusuyla karşı karşıya kalınabilmektedir.
Kentleşme ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir olgu da kentliliktir. Kentliliği kentleşme süreci sonucunda ortaya çıkan bir toplumsal değişim olarak tanımlamak mümkündür. Kentteki gelişmiş toplumsal örgütlenmenin ve ekonomik sistemin bir parçası olma ve bu doğrultuda değişen yaşama uyum sağlama, kentli olmanın gerekleri arasında sıralanabilir. Dolayısıyla kentli olmak sadece mekânsal olarak kentte yaşam anlamına gelmemektedir, kent yaşamına eklemlenmeyi de içermektedir.
Yerleşik Hayata Geçiş
İnsanlığın yaklaşık 2.7 milyon yıl öncesinde başlayan evrim sürecinde insan toplulukları neredeyse 2 milyon yıl boyunca avcı-toplayıcı olarak, sadece günlük yaşamın sürdürülmesini sağlayarak yaşamış ve doğal koşullara bağlı olarak yer değiştirmişlerdir. İnsanların belirli bir grup halinde belirli bir yerde sürekli barınması, beslenmesi ve yaşaması için gerekli olanakların sağlanması ise yerleşik hayata geçişin önemli göstergeleridir.
İnsan topluluklarının ilkel de olsa tarım yapmaya başlayıp sürekli besin sağladıktan sonra mı tam anlamıyla yerleşik hayata geçtikleri, yoksa ticaret, doğal kaynaklara yakınlık, güvenliği sağlamak gibi etmelerle belirli bir alanda yerleştikten sonra mı tarımı öğrendikleri ile ilgili farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlar içerisinde yaygın olan yaklaşıma göre; avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını sürdüren toplulukların mevsimsel döngüleri takip ettiği sırada yerleşik yaşama geçtikleri ve sonrasında tarım yapmaya başladıkları ve hayvanları ehlileştirdikleri düşünülmektedir. Bu şekilde ortaya çıkan yerleşik köylerde artı ürünün korunması, paylaşılması ve yönetilmesi ile sosyal açıdan da çeşitlenme başladığı söylenmektedir.
Avcı-toplayıcı toplulukların yerleşik toplumlara dönüşmesi sırasında dört aşamadan söz etmek mümkündür. Topluluklar ilk aşamada mağaralar ve korunaklı kayalıklar gibi doğal yapıları geçici barınma için kullanmışlardır. Burada su ve yiyecek (av hayvanları, balık ve yabani bitkiler) kaynaklarına yakın olmak ve doğanın zorlayıcı şartlarına karşı koyabilmek önemli olmuştur. Sürekli yer değiştirme söz konusu olduğu için belirli bir mekânsal yapı bulunmamaktadır. Bunu izleyen aşamada topluluklar değişen avlanma bölgelerinde kontrolü sağlayabilmek için daire tabanlı geçici barınaklar yapmaya başlamışlardır. Bu barınaklar taşınabilir olduğu ve/veya kimi zaman taşkın gibi doğal olaylardan zarar görüp yıkıldığı için yerleşik düzen henüz oluşmamış, topluluklar sürekli besin bulabilmek için mevsimsel olarak mekânda hareket eder durumda kalmışlardır. Bu yer değiştirme sürecinin sonrasındaki aşamada ise dağınık geçici kamplar kurulmaya başlanmıştır. Bu oluşumlar daha çok doğanın olumsuzluklarından korunmak ve yabani bitki toplayıcılığı için önemli olmuştur. Ayrıca bu kampların yarı-yerleşik yapılar olduğu da söylenmektedir. Zaman içerisinde yabani bitki toplayıcılığı ve mevsimlerin gözlemlenmesi ile topluluklar ilkel düzeyde tarımsal faaliyetlere başlamıştır. Bunun sonucunda da barınaklar köy yerleşimlerine benzer şekilde bir araya gelmeye başladıkları aşamada köy devletlerini oluşmuştur. Bunların sayılarının artmasıyla birlikte birbirleri ile takasa dayalı ticaret ağları oluşmaya başlamışlar ve böylelikle yerleşik hayata geçişin de ilk adımları atılmıştır.
Tarımsal devrim olarak adlandırılabilecek yerleşik düzene geçiş süreci bereketli hilal olarak tanımlanan, temel olarak Fırat ve Dicle Nehirlerinin oluşturduğu alüvyonlu ve verimli tarım arazilerinden başlayarak, doğu Akdeniz kıyılarına doğru uzanan bölgede gerçekleşmiştir. Tarımsal faaliyetin yapılmasıyla yerleşik hayata geçilen bir yerleşme örneği olarak, günümüzde Filistin sınırları içerisinde kalan Eriha (Jericho) kentini göstermektedir. Kent son avcı-toplayıcıların ve ilk çiftçilerin yerleşmesi olarak tanımlanmaktadır. MÖ 9000 yıllarına tarihlenen kentte, eğimli bir yapıda inşa edilmiş bir sur duvarı bulunmaktadır. Bu duvarının varlığı ve belirli bir alanın sınırlanmasının bir otoritenin varlığına işaret etmektedir ancak, kentin yakın çevredeki nasıl bir tehdide karşı sur duvarı inşa ettiği ve kentin iç kullanımına ilişkin veriler açık değildir. Bu yerleşimde arpa, buğday, mercimek ve nohut tohumları yetiştiriciliğine dair izler de bulunmuştur. Bunun yanı sıra bu dönemde Eriha’yı Akdeniz kıyılarından geçerek Anadolu’ya, volkanik cam (obsidiyen) kaynaklarının bulunduğu diğer yerleşimlere bağlayan ticaret yollarının da olduğu anlaşılmaktadır. Bu yollar kullanılarak yerleşimler arasında tohumlar ve hayvanların volkanik cam ile takas edilerek ticaretin geliştiği düşünülmektedir. Tarımsal üretimin kapasitesinin basit sulama sistemlerinin geliştirilmesiyle daha da artmış olacağı düşünülmektedir.
Avcı-toplayıcı yaşam şeklinden yerleşik düzene geçiş sürecinden ve ilk yerleşimler olarak adlandırabileceğimiz Eriha ve Çatalhöyük’ten de anlaşılacağı gibi, su kaynağı, tarımsal üretime elverişli doğal yapılar, volkanik cam gibi önemli kayaçların bulunduğu kaynaklar, yerleşimler arasındaki ekonomik ilişkilerin kurulmuş olması ve savunma ihtiyacının varlığı yerleşik hayata geçişin özelliklerini bize yansıtmaktadırlar.
İlk Kentlerin Ortaya Çıkması
Yerleşim alanlarının ortaya çıkmasının ardından yaşanan bir takım gelişmeler ve değişiklikler yerleşimlerin kentlere dönüşmesine yol açmıştır. Hangi yerleşimlerin kent olarak nitelendirilebileceği konusunda çeşitli açıklamalar olmakla birlikte en temel açıklama arkeolog Gordon Childe tarafından yapılandır. Childe’e göre (1950) bir yerleşmenin kent olabilmesi için aşağıda sıralanan ve birbirleri ile doğrudan bağlantılı özelliklerin bulunması gerekir.
- Nüfus büyüklüğü ve yoğunluğu: Kentler yerleşimlerden daha yoğun ve fazla bir nüfusa sahiptir.
- Tarım dışı aktivitelerin varlığı: Kentlerde tarım ve hayvancılık dışında, zanaatkâr, tüccar ve rahipdin adamı gibi farklı gruplar oluşur. Bu gruplar üretim yapmayabilir, ancak değiş-tokuş için bazı hizmetler sunarlar.
- Artı ürünün yönetimi: Üretimdeki ve toplumsal yapıdaki farklılaşma kısıtlı miktarda olan artı ürünün uzmanlaşma ile çoğalmasına neden olur. Artı ürünün fazlalığı ise beraberinde artı ürünün yönetimi konusunda şehirlerde yeni mekanizmaların ortaya çıkmasını sağlar.
- Kamusal yapıların varlığı: Kamusal yapılar kenti yerleşimden ayıran en önemli fiziksel öğelerdir. Kamusal yapı artı ürünün depolanacağı ve yönetileceği bir tapınak olabileceği gibi, şehri veya bir bölümünü koruyacak bir sur duvarı da olabilir.
- Yönetici sınıfın varlığı: Artı ürünün yönetimi, depolanması ve korunması, kamusal binalar ve tapınakların inşası gibi süreçler ise belirli bir yönetici sınıfının oluşmasına neden olur.
- Yazının bulunması: Sadece kentlerin oluşumuna değil uygarlıkların da gelişmesinde önemli bir dönüm noktası yazının bulunmasıdır. Artı ürünün yönetimi ve kayıt altında tutulması için belirli semboller kullanılması ve zamanla bu sembollerin evrilmesi ile yazı bulunmuştur.
- Doğal bilimlerin varlığı: Yazının bulunması ve kullanımı ile insanlar aritmetik, geometri ve astronomi gibi doğal bilimler ile uğraşmaya, bilgi üretmeye ve bu bilgiyi saklamaya başlamışlardır. Bu bilimler ile ilgilenme, mevsimsel ve tarımsal döngünün takip edilebilmesi ve takvim oluşturulabilmesine de olanak sağlamıştır. Bu takvimler sayesinde de doğal afetlere karşı önlem alma olanağı ortaya çıkmıştır.
- Sanatsal faaliyet ve uğraşların varlığı: Kentlerde herhangi bir ürün üretmeden yaşayabilen yönetici, rahip ve asker gibi gruplara sanatçı da bir sosyal sınıf olarak eklenmiştir.
- Uzun mesafeli ticari ilişkinin ve ticaret yollarıyla bağlantının varlığı: Artan ve yoğunlaşan nüfusla beraber çeşitlenen sosyal yapı nedeniyle bir kentin yakın çevresindeki tarımsal alanların veya bulunan diğer ham maddelerin (bakır, demir, volkanik cam vb.) yetersiz kalması söz konusudur. Bu durumda ham maddenin elde edilebilmesi için ticari ilişkiler ve ticaret yollarıyla bağlantılar kullanılmıştır.
- Savunmanın varlığı: Kentlerde artan nüfusun ve artı ürünün korunma ihtiyacı oluşturulması gereken güven ortamını ve fiziksel savunma mekanizmalarını da beraberinde getirmiştir.
Kentlerin Oluşumundan Endüstri Devrimine Geçiş
MÖ.3000’li yıllarda yaşanan kentsel devrimden uzun zaman sonra 18.yüzyılda kentlerin değişiminde önemli bir kırılma noktası olan endüstri devrimi gerçekleşmiştir. Arada kalan zaman diliminde ise antik dönem ve orta çağ kentlerinden söz etmek mümkündür. Ancak bu dönemde yaşanan değişim ve dönüşümler daha çok kentlerde var olan sosyal ve ekonomik sistemlerin gelişmesi, kentlerin dünya coğrafyasına çoğalarak yayılması olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde kentlerin gelişim sürecinde köklü değişikliklere yol açacak kırılma noktaları bulunmamaktadır. Bu nedenle bu bölümde antik ve Orta Çağ kentlerinin gelişimine genel bir çerçeve içerisinde değinilecektir.
Antik Dönem uygarlıklarının ortak özelliği demir kullanımının başlaması ile artan tarımsal üretimden faydalanıyor olmalarıdır. Bu dönemdeki en önemli uygarlıklar tarımdan üretilen artı değeri örgütlü bir yapı içinde merkezlerde toplamayı başarmış ve öncekilerden daha gelişkin kentler oluşturmuşlardır. Bu dönemi öncekilerden ayıran bir diğer etken de tarım ekonomisindeki kazanımlara paralel bir savaş ekonomisinin varlığıdır.
5.yy’ın sonlarına doğru Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile Avrupa’da kentsel yaşam sekteye uğramış, karanlık çağ olarak da nitelendirilebilecek ve yaklaşık bin yıl süren Orta Çağ başlamıştır. Merkezi otoriteye dayalı Roma İmparatorluğu’nun birleştirici ve koruyucu gücünün ortadan kalkmasının ardından Barbar kavimlerin saldırıları ve istilası gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun ekonomik ve politik sürekliliğini sağlayan güçlü yol ağlarının varlığı kentlerin istilasını kolaylaştırmış, kentler tahrip olmuştur. Ayrıca askeri nedenlerle düzlüklerde kurulmuş olan Roma kentlerinin savunulması imkânsız olmuştur. Kentleri besleyen kırsal alanların ve ticaret yollarının güvenliği ortadan kalkmıştır. Bu nedenle de nüfus daha güvenli olan yerlere göç ederken yerleşimler arası etkileşim olanakları da neredeyse ortadan kalkmıştır. Saldırıların yanı sıra salgın hastalıkların artmasıyla da kent nüfuslarının giderek azaldığı gözlemlenmiştir. Sonuç olarak değişim ve gelişimin var olduğu bir ekonomik yapıdan tüketime dayalı bir ekonomik yapıya geçilmiştir.
Tüm bu değişimler sonunda Roma döneminin en gelişmiş yerleri Orta Çağın en geri kalmış yerlerine dönüşmüştür.
Endüstri Devrimi ve Kentlerin Dönüşümü
Orta çağın sonlarına yaklaşıldığında 15.yy ile 19.yy arasında Avrupa’da köklü toplumsal ve kentsel çözülmeler yaşanmış ve yeni oluşumlar gözlemlenmiştir. Endüstri kentinin ve modern kavramların köklerinde yer alan dönüşümler Rönesans (15-16. yy) ve Barok (17-18. yy) dönemlerinde gerçekleşmiştir. 17. yüzyıldan itibaren de dönüşümlerin somut etkileri görülmeye başlamıştır.
Endüstri devrimi öncesinde pusula, barut ve matbaanın keşfi kentlerin dönüşümünde büyük rol oynamıştır. Pusulanın keşfi ile uzun mesafe deniz yolculukları mümkün olabilmiş ve bunun sonucunda Amerika kıtası keşfedilmiştir. Bu keşif deniş aşırı ticaretin gelişmesini sağlamış ve yeni besin ve hammadde kaynaklarına erişimi mümkün hala getirmiştir. Barutun keşfi ise savaş teknolojilerinde bir değişim olup, eski kent surlarının işlevlerini yitirmelerine neden olmuştur. Matbaanın keşfi ile de Rönesans döneminin entelektüel bilgi birikimi yaygınlaşmıştır. Bu üç önemli keşif sonrasında ayrıca yeni bir ekonomik yapı, politik düzen ve dünya görüşü ortaya çıkmıştır. Ticaretin yerel olmaktan çıkması ve dünya ekonomisinin oluşmaya başlaması ile de Orta Çağ kenti dünya ekonomisinin parçası olmuştur. Uzun mesafeli ticaret aynı zamanda sermaye birikiminin önemli bir aracı haline gelmiştir. Ancak bu dönemlerde kent mekânında biçimsel bir kusursuzluk elde edilmeye çalışılırken kentlerdeki yaşam kalitesi göz ardı edilmiştir.
Fordist Üretim ve Kentler
Endüstri devrimin kentlerde yarattığı olumsuzlukların çözülmeye başlamasının ardından, endüstriyel üretim Avrupa ve Kuzey Amerika’da hızla yayılmaya başlamıştır. Endüstri devriminin yarattığı bu kesintisiz ve hızlı gelişim süreci 1. Dünya Savaşı’yla son bulmuştur. Çok uzun sürmeyen bu durgunluk Fordist üretim süreçleri ile aşılmıştır. 1970li yıllarda yaşanan diğer bir krizin ardından da teknolojideki gelişmeler ve küreselleşme süreci kentlerin gelişiminde etkili olmuştur.
Endüstri devriminin yarattığı gelişim süreci 20.yy’ın başından yaşanan iki dünya savaşı nedeni ile sekteye uğramıştır. Bu dönem endüstri toplumunun krize girdiği bir belirsizlik dönemi olmuştur. Yoğunlukla Avrupa’da devam eden savaşlar kentlerde çok önemli fiziksel yıkımlara neden olmuştur.
21. Yüzyıl Kentleri ve Risk Toplumu
20.yy’da ilk kez ortaya çıkan yörekentler, nüfusun artması, kent merkezlerinin kalabalıklaşması ve yaşam alanları için yetersiz kalmasıyla, zaman içinde artmış günümüze dek kentlerin daha da büyümesine yol açmıştır. Bu büyüme sonucunda yörekentler kırsal alanlarla birleşmeye başlamış ve buralarda konut ve ticaret bölgeleri ortaya çıkmıştır. Kentsel yayılma olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte konut alanlarının yanı sıra alışveriş merkezleri ve boş zaman etkinlikleri için planlanan rekreasyon alanları, parklar ve benzeri kullanımlar da kent merkezinin uzağında konumlanmıştır. Kentsel yayılma bir taraftan da ormanlar, su kaynakları ve kentsel alanları çevreleyen alanlar üzerinde baskı oluşturmuştur. Kentsel yayılma sonucunda kentsel altyapı maliyetleri daha da yükselmiş, sosyal hayatı zayıflamış ve özellikle ulaşımda daha fazla enerji tüketimi ortaya çıkmıştır. Kentsel yayılma, öncelikle Amerika’da daha sonra da Avrupa kentlerinde, doğru büyümeyi engelleyen, refah düzeyini düşüren ve toprağın tükenmesine ve çevresel sorunlara neden olan bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Endüstri devriminin ardından hızla gelişen kentlerde ortaya çıkan çevre problemleri 21.yy’da farklı şekillerde de ortaya çıkmaya başlamıştır. Endüstriyel üretimin etkisi ile doğal alanlar da dönüşmeye başlamış, teknolojik devrimle ve üretim sistemi farklı olsa da kitlesel tüketimin hızla artmasıyla çevre kirliliği de artmıştır. Bir taraftan tüketim malzemelerinin üretilmesinde kullanılmak üzere doğadan materyal sağlanırken, bir taraftan da tüketilen malzemenin sürekli değişiyor olması nedeni ile farklı nitelikteki atıklar kente ve doğal alanlara zarar vermektedir. Geri dönüşüm alanları, maden atıklarının bulunduğu bölgeler, taş ocakları ve rafineriler gibi alanlar 21.yy da çevre kirliği ile doğrudan bağlantılıdır.
Teknolojik devrimin ardından teknolojinin hızla gelişmesi, kitlesel tüketimle birleşince sürekli yenilenen ve bir üst modeli üretilen elektronik ürünleri ortaya çıkartmıştır. Bunun sonucunda da elektronik atıklar bir başka problem alanı olarak ortaya çıkmıştır. Gelişmiş ülkelerde özel tesislerde ayrıştırılan elektronik atıklar için gelişmekte olan ülkelerde durum farklıdır ve çok tehlikeli boyutlardadır. Elektronik atıkların ayrıştırılması ve yeniden işlenmesi en gelişmiş tesislerde bile yüksek risk taşırken gelişmekte olan ülkelerde elektronik cihazlar eskidiğinde ve kullanılmamaya başladığında işçiler tarafından elde ve ilkel araçlar kullanılarak toplanmakta ve ayrıştırılmaktadır. Bu süreçte de kendilerini ve çevreyi kurşun, civa ve kadmiyum gibi toksik elementlere maruz bırakarak yeni bir çevre kirliliğine yol açmaktadırlar.
Risk toplumu ile endüstri toplumu arasındaki en belirgin fark, risk toplumunda risklerin tamamen alınan kararlar sonucu ortaya çıkışı olarak görülmesidir. Dışarıdan gelen tehlike ve tehditlerin risklerin oluşumunda bireysel kararlar kadar etkili olmadıkları kabul edilmektedir. Kıtlıklar, doğal felaketler, salgın hastalıkların dışında teknolojik ve bilimsel ilerlemeler yaşanmış, risk tanımı farklı boyutlara ulaşmıştır.