KÜLTÜR SOSYOLOJİSİ - Ünite 2: Kültür: Antropolojik Yaklaşımlar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Kültür: Antropolojik Yaklaşımlar
Kültür Kavramının Tarihsel Gelişimi
Kültür, sosyal bilimlerin en belirsiz, karmaşık ve tartışmalı kavramlarındandır. Antropolog Alfred L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, 1952’de derledikleri Kültür: Kavramların ve Tanımların Eleştirisi başlıklı kitaplarında kültürün 164 ayrı tanımı olduğunu belirtirler. Ünlü Kültür kuramcısı Raymond Williams da (1983), kültür kavramına dair 164 farklı tanım olduğuna dikkat çekerek, kültürün İngiliz dilindeki en karmaşık iki-üç kavramdan birisi olduğunu belirtir.
Kültür teriminin hem gündelik yaşamda hem akademik söylemde kullanım alanı oldukça geniştir ve farklı bağlamlarda farklı anlamlara sahiptir. Bundan dolayı kültür, bir taraftan çok tanıdık ve bildik, bir taraftan da ele avuca gelmez bir olgudur.
Kültür terimi, Latince Colere fiilinden türetilmiş olan Cultura ’dan gelir. Bu fiil, ekip biçmek anlamındadır. Kültür terimi de 18. yüzyıla kadar toprağı ıslah etme ve ürün yetiştirme/ekme gibi çoğunlukla tarımla ilgili anlamlara sahiptir.
Cultura, 17. yüzyıla kadar Fransa’da işte bu anlamıyla kullanılmıştır. İnsan zekâsının oluşumu ve geliştirilmesi anlamında ise ilk kez Voltaire kullanmıştır. Buradan Kultur olarak Almanca’ya geçip 1793’de Alman Dili Sözlüğü’nde bu anlamıyla yer almıştır. Etnolog G. Klemm (1843-1852) İnsanın Genel Kültür Tarihi adlı yapıtında Kultur sözcüğünü uygarlık ve kültürel evrim karşılığında kullanmaktaydı. Williams (1983), kültür teriminin ancak 17. yüzyıl sonunda toplumsal yaşamdaki değişmelerle birlikte anlam ve içeriğinin değişmeye başladığını belirtir.
Kültür, 18. yüzyılda, toplumsal değer ve davranış biçimlerini işaret etmeye, yani toplumsal alana dair kullanılan bir terime dönüşmeye başlar. Kültürün, 18. yüzyılda, toplumsal değer ve davranış biçimlerini ifade eden toplumsala dair bir anlama bürünmesinde ise şüphesiz Aydınlanma düşüncesinin önemli bir rolü vardır. Farklı bir ifadeyle, 18. yüzyılda kültürün kazandığı bu anlam evreni, günümüze kadar süregelen kültürün klasik, estetik tanımını (ya da yüksek kültür olarak “Kültür”ü) oluşturmuştur. Kültür teriminin antropolojik ve geniş sosyolojik kullanımı, bir halkın ya da belirli bir toplumsal grubun “bütün bir yaşam biçimi”ni ifade eder.
Türkiye’de, sosyolojinin öncü isimlerinden Ziya Gökalp de kültür ve medeniyet arasında bir ayrım yaparak kültürü tanımlamıştır. Ona göre, kültür “(hars) halkın an’anelerinden, eğilimlerinden, örşerinden, sözlü ve yazılı edebiyatından, estetik ve iktisadi ürünlerinden oluşur” Kültür kavramının özellikle birkaç on yıldan beri kullanım alanının daha da genişlediği ve önceleri daha çok kullanılan “zihniyet, düşünme biçimi, gelenek ve hatta ideoloji gibi terimlerin yerini aldığına” dikkat çekilmektedir. Kültürün tanımlarının iki genel kategoride yoğunlaştığını ifade etmek mümkündür. Kavramın, Aydınlanma geleneğinden “insan zihninin etkin olarak geliştirilmesi” vurgusunu barındıran ve ilk iki anlam katmanını içeren birinci tanıma göre kültür estetik mükemmellik ile özdeştir. Bu kültür tanımının dışında ikinci kültür tanımı ise “bir dönemin ya da bir halkın yaşam biçimi” anlamı doğrultusunda betimleyici ve antropolojik bir tanımdır.
Kültür: Antropolojik Yaklaşımlar
Kültür “bir dönemin ya da bir toplumsal grubun yaşam biçimi” anlamında ele alınır. Bu kültürün daha betimleyici ve antropolojik tanımıdır.
Kültürü nasıl tanımlarsak tanımlayalım, birçok antropolog, kültürün, insanların öğrendiklerinin ve eylemlerinin niteliğiyle ilgili olduğuna dair hemfikirdir. Kültürün antropolojik tanımı, sosyal antropolojinin kurucusu kabul edilen ve Antropolojide Evrimci yaklaşımın ilk temsilcisi olan Edward Burnett Tylor’un (1832-1917) 1871’de yapmış olduğu, kültürün “bilgi, inanç, ahlâk, hukuk, gelenek ve insanın bir toplumun üyesi olarak edindiği her türlü yetenek alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütün” şeklindeki tanımına büyük ölçüde dayanır.
Evrimcilik: Evrimciliğin ilk ve en önemli temsilcilerinden biri olan Edward B. Tylor (1832-1917), aynı zamanda antropolojinin konusunun kültür olduğunu belirten ilk bilim insanıdır. Evrimcilik, bu yüzyılın hâkim görüşü olan tarihsel ilerleme anlayışının etkisiyle, bütün toplum ve kültürleri tek hatlı bir evrim, yani gelişme çizgisinde görür. Tylor’a göre kültür insan davranışının edinilmiş öğesi olarak görülse de, kültür alanının yalnızca edinime indirgenemeyeceği genel olarak kabul görmektedir. Tylor’ın yapmış olduğu oldukça “geniş” kültür tanımı, kültürün günlük yaşamın “üstünde” değil, aksine yediden yetmişe herkesin günlük hayatının “içinde” olduğunu vurgular.
Evrimci yaklaşımın diğer bir önemli ismi Lewis Henry Morgan’dır (1818-1889). Morgan Eski Toplum (1871) kitabında toplumların teknolojik gelişme düzeylerine göre farklılaştığını ve kültürel evrimin teknolojik gelişmeyle birlikte gerçekleştiğini vurgulayarak kültürel evrimi üç ana evreye ayırır: Avcı-toplayıcılığın hâkim olduğu ilk evre yabanıllık evresidir. Yerleşik hayata geçiş, hayvanların evcilleştirilmesi ve çömlekçiliğin gelişmesiyse ikinci evre olan barbarlık evresinde gerçekleşir. Son evre olan uygarlık evresine ise yazının keşfedilmesiyle geçilir. Morgan’ın bu görüşü, bütün dünya müzelerinde ilk, orta ve “taş devri”ne ait sergilerde ya da paleolitik çağ insanlarına, “Yeni Taş Devri” ya da Neolitik çağ insanlarına ilişkin sergilerde, ilginç bir biçimde, hâlâ sürdürülmektedir.
Yayılmacılık (Difüzyonizm): Bir kültürün değişmesinde en önemli etkenin diğer kültürlerin maddi ve manevi öğelerinin o kültüre girmesi olduğunu belirten yayılmacılık, insanlık tarihinde birkaç çekirdek bölge olduğunu ve kültürel öğelerin bu merkezlerden çevreye yayıldığını savunur. Yayılmacı okulun ortaya çıkmasında müzecilik etkili olmuştur. Özellikle etnografya müzelerinde maddi kültür ürünlerinin birikmesi, tek çizgide bir evrim çizgisinin mümkün olmadığının anlaşılmasında etkili olmuştur.
Franz Boas: Tarihsel Tikelcilik/Özgücülük ve Kültürel Görecilik: Başlangıçta yayılmacı yaklaşımı benimsemiş olsa da Tarihsel Tikelci/Özgücü (historical particularist) yaklaşımın mimarı, modern Amerikan kültürel antropolojisinin babası olarak kabul edilen, Amerikalı antropolog Franz Boas’tır. Her bir kültürün nasıl geliştiğinin ayrı ayrı incelenmesi gerektiğini zira her kültürün kendine özgü ve ayrı bir tarihi olduğu görüşü tarihsel özgücü yaklaşımın temel tezidir. Boas bu doğrultuda evrimci okula karşı en güçlü kuramsal tezin de mimarlarındandır. Boas’a göre kültür, “bir topluluğun toplumsal davranışlarının bütün ifadelerini, bireylerin içinde yaşadıkları grubun alışkanlıklarından etkilenen tepkilerini ve bu alışkanlıkların belirlediği insan etkinliklerini” içerir. Tylor’a göre kültür insan becerilerinin bir birikimiyken, Boas, her birimizin taktığı bir “kültürel gözlük” benzetmesini önerir. Bu gözlük, çevremizdeki dünyayı algılamamızı, toplumsal yaşamlarımızın anlamını yorumlamamızı ve bu yaşamlarımız içinde hareket etmemizi sağlar. Kültürel göreciliğin önemli bir mimarı olan Boas ve öğrencileri için, diğer kültürleri tamamen kendi değerlerimizi ölçüt alarak değerlendirme eğilimi olan etnik-merkezcilikle (etnosentrizm) ve ırkçılıkla savaşmak antropoloji disiplinin temel misyonudur.
Boas’ın öğrencilerinden ve dönemin en önemli antropologlarından Ashley Montagu (1905-1999)’da akademik hayatının büyük bir bölümünü bilimsel ırkçılıkla savaşmaya adamıştır.
Kültürel Çeşitlilik, Etnik-Merkezcilik ve Kültürel Görecilik: İnsanlar kendi kültürlerini çok önemsediklerinde, onu “en iyi, en güzel” olarak görmeye başladıklarında ve o kültürün içine kendilerini hapsettiklerinde işte tehlike belirir. Bireyin kendi kültürel değerlerini ön plana alarak başka kültürleri kendi kültürünün değer sisteminden değerlendirerek yargılaması etnik-merkezcilik olarak adlandırılır. Etnik-merkezcilik sıklıkla kendi kültürünü yüceltme ve başka kültürleri küçümseme, ötekileştirme ya da aşağılama düzeyinde kendini gösterir. Bu nedenle, etnik merkezciliğin hiç de masum olmadığı, aksine heterofobi (farklılık korkusu/düşmanlığı), zenofobi (yabancı korkusu/ düşmanlığı), islamofobi (İslam korkusu/düşmanlığı), homofobi (eşcinsel düşmanlığı), şovenizm ve daha önemlisi ırkçılık ile çok yakın bir ilişki içinde olduğu belirtilebilir. Hem antropolojide hem sosyal bilimlerde oldukça tartışmalı olsa da, tüm kültürlerin değerli olduğunu, ancak hepsinin eşit derecede saygıyı hak etmesinin, başta yaşam hakkı olmak üzere evrensel düzeyde kabul gören bireysel hak ve özgürlüklere gösterdikleri saygı ölçüsünde mümkün olduğunu savunabiliriz.
Kültür-Kişilik Ekolü: Ruth Fulton Benedict (1887-1947), Boas’ın kültürel görecelilik ve çeşitlilik vurgusundan beslenir. Benedict, başyapıtı sayılan Patterns of Culture ’da (Kültür Örüntüleri) (1934), kültürün ardındaki başlıca yaratıcı gücün toplumsal ve yapısal bir etmen olmaktan çok “duygusal ve estetik” bir güç olan “bütünleşme” olduğunu belirtir. Benedict, kültürler arasındaki farklılıkların bireyler arasındaki farklılıklara benzediğini öne sürer. Benedict, her bir kültürün, kültürel kümelenme adını verdiği, eşsiz bir örüntüye sahip olduğunu ve bu örüntünün, kültürün tüm üyelerinin temel kişilik özelliklerini belirlediğini savunmaktadır. İnsanlar, kültürlenme yoluyla mensubu oldukları kültürün hâkim kişilik tipi kalıbına dökülürler. Ona göre, antropolojinin ana amacı, “insanlar arasındaki farklılıkların güvende olabileceği bir dünya yaratmak” olmalıdır.
İşlevselcilik ve Malinowski: Bronislaw Malinowski (1884-1942)’nin geliştirdiği işlevselci okul toplumun bütün unsurlarının, o toplumdaki bireylerin kültürel olarak tanımlanmış gereksinimlerini karşıladıkları için işlevsel olduğunu savunur. Malinowski bütün kültürlerin karşılamak zorunda olduğu üç temel gereksinim düzeyini şöyle belirlemiştir:
- Beslenme ve cinsellik gibi biyolojik gereksinimler.
- Eğitim ve hukuk gibi araçsal gereksinimler.
- Din, sanat gibi bütünleştirici gereksinimler.
Toplumlar bu gereksinimleri karşılamak için din, sanat, hukuk, aile ve akrabalık gibi kurumlar geliştirmiştir. Malinowski, temel (biyolojik) gereksinimleri ve kültürel karşılıklarını şöyle sıralamaktadır.
Biyolojik Gereksinim Kültürel Karşılık
- Metabolizma 1. Beslenme sistemi
- Üreme 2. Akrabalık
- Bedensel rahatlık 3. Konut
- Güvenlik 4. Korunma ve savunma
- Hareket 5. Faaliyetler ve iletişim sistemleri
- Büyüme 6. Eğitim
- Sağlık 7. Hijyen
Malinowski’ye göre “Doğa-Kültür” ilişkisi, mekanik bir “etki-tepki” ilişkisi değildir. İnsanlar, doğal, biyolojik gereksinimlerine kültürel yanıtlar vermeye başladığı andan itibaren, bizatihi bu yanıtlar yeni kültürel gereksinimler üretmeye başlar.
Yapısal-İşlevselcilik ve Radcliffe-Brown: İngiliz antropolog Alfred Reginald Radcliffe-Brown (1881- 1955), yapısalcı-işlevselci olarak bilinen düşünce okulunun kurucusudur. Raddcliffe-Brown’un kuramına Yapısal-işlevselcilik denilmiştir. Radcliffe-Brown ve onu izleyenler bir toplumun her gelenek ve inancının, o toplumun yapısını sürdürmeye dönük belirli bir işlevi olduğuna inanır. Radcliffe-Brown bir toplumun tek tek üyelerinden farklı olduğu fikrini Durkheim’dan almıştır.
Bir toplumun, bireysel davranışı bir anlamda kalıba döken ve normlarla yönetilen kendi içsel inanç ve pratikler yapısı vardır. Ayrıca, Radcliffe-Brown toplumsal davranışın evrensel yasalarını ortaya çıkaramamıştır; çünkü antropoloji fizik ya da kimya gibi deneysel bir bilim dalı değildir ve insan etkinlikleri her zaman kestirilebilir biçimde işleyen bir doğa kanununun ürünü olarak görülemez.
Yapısalcılık ve Claude Lévi-Strauss: Yapısalcılığa göre kültür, temelde yatan evrensel bir düşünce kalıbının ürünü olarak görülür. Her kültür kendi biricik fiziksel ve toplumsal çevresi tarafından olduğu kadar tarih tarafından da biçimlenir. Bu yaklaşıma göre antropologların görevi, insanların bu süreci başarmasının temel ilkelerini açıklamak ve altta yatan kalıpları ortaya çıkarmaktır.
Claude Lévi-Strauss (1908-2009), insan aklının, algıladığı toplumsal dünyayı temel bilgi parçacıklarına ve zihinsel kategorilere ayırarak bir düzen oluşturduğunu savunan yapısalcı antropolojinin en önemli ismidir. Kültürü kısaca insan zihninin simgesel ifadeleri olarak gören LéviStrauss’ a göre bir kültürün özü, onun yapısıdır. Bu hem tikel kültürler hem de genel kültür kavramı için geçerlidir. Lévi-Strauss, aklın yapısının fikir, simge ve mitosları, genellikle zıt ya da ikili kategorilerle nasıl örüntüler halinde örgütlediği üzerinde durur. Ona göre insan düşüncesi süreci aydınlık-karanlık, iyi-kötü, doğa-kültür, ıslak-kuru, çiğ-pişmiş, erkek-kadın karşıtlıkları gibi birbirine zıt kutuplar olarak yapılanmıştır. En büyük karşıtlık ise “kendilik” ve “başkaları” arasındadır.
Yeni Evrimcilik: Amerikalı Antropolog Leslie White (1900-1975) ile Avusturyalı arkeolog Gordon Childe (1892-1957) Yeni Evrimciliğin önemli temsilcileridir. White, toplumsal evrimin entropiyi (rastlantısallığı) azaltarak ilerlediği fikriyle, kültürün enerji-tutan bir sistem olduğu kuramını birleştirerek kültürel karmaşıklığın ve gelişmenin nedenlerini anlamaya çalıştı. Ona göre, teknolojideki ilerlemeler (yani enerji tutumu yöntemleri) kültürün geri kalan kısımlarını ileri doğru çekmekteydi ve kültürel gelişme teknolojiyle iç içeydi. Leslie White, The Science of Culture (Kültür Bilimi) başlığıyla 1949 yılında yayınlanan kitabında kültürü en önemli bileşeni teknoloji olan bütüncül, dinamik ve simgesel bir sistem olarak tanımlar. White, Marx’ın izinde, toplumsal ve kültürel görüngülerin üç düzlemde ele alınması gerektiğini savunur.
Kültürel Ekoloji Yaklaşımı: White gibi, Julian Steward (1902-1972) da kültürel evrim ile ilgili olmakla birlikte, ondan farklı olarak, kültürlerin çevreleriyle olan etkileşimini vurgulamış ve kültürel sistemlerin çevresel uyarlanma yoluyla evrimi üzerinde odaklanmıştı. Steward’ın bu çalışması kültürel ekoloji adı verilen yaklaşıma yol açmıştır. Steward, kültürel ekoloji için üç temel düzey öne sürmüştür.
- Kültürün teknolojisi ve çevresi arasındaki karşılıklı ilişki çözümlenmelidir. Kültür, insanlar yiyecek ve barınacak yer sağlarken elindeki kaynakları ne derecede etkili kullanabilmektedir?
- Kültürün teknolojisiyle ilişkili davranış kalıpları çözümlenmelidir. Kültürün üyeleri, yaşamları için gereken işleri nasıl yerine getirmektedir?
- Bu davranış kalıpları ve kültürel sistemin diğer öğeleri arasındaki ilişki belirlenmelidir.
Marksist Antropoloji: Marx ve Engels’in kavram ve yöntemlerini antropolojiye uyarlama girişimi olan Marksist antropolojisi esas olarak Stanley Diamond, Claude Meillasoux ve Maurice Gaudelier gibi antropologlar tarafından kuramsallaştırılmıştır. Marksist antropoloji, toplumsal değişmeyi açıklamak için, bir toplumun ayırt edici unsur ve çelişki dizileri üzerinde durur. Bu yaklaşım çevre ile kültürel evrim arasındaki ilişkide, toplumsal sistemlerin dönüşmesine yol açacak ilişkileri önemli görür. Marksist antropologlar da, Marx gibi, üretim tarzı ve ilişkilerinin toplum ya da kültürlerin yapı ve gelişimlerini belirleyen birincil etken olarak görür. Marx, Engels, White ve Steward’ın fikirlerinin daha da geliştirilmesi, kültürel maddecilik adı verilen bir perspektife yol açmıştır. Kültürel maddecilik yaklaşımı fikir, değer ve dinsel inançları çevresel koşullara uyarlanma araçları olarak görür. Bu görüşün en önemli temsilcisi Marvin Harris (1927-2001), kültürel uyarlanma üzerindeki maddi sıkıntıları vurgular.
Simgeci/Yorumsamacı Antropoloji: Yorumsamacı antropolojiyle özdeşleştirilen Clifford Geertz (1926- 2006), her kültürün göreceli olarak ele alınması gerektiğine dair Boas’ın yaklaşımını geliştirmiş ve genel davranış örüntülerine ulaşmaktansa, her kültürün ayrıntılı bir tablosunun çizilmesine önem vermiştir. Geertz, kültür ile toplumsal yapının aynı görüngünün farklı soyutlamaları olduğu, bu nedenle toplumsal yapının sosyologlara bırakılarak antropologların sadece kültürle ilgilenmesi gerektiğine dair Parsonscu vurguyu paylaşmıştır. Simgeci veya yorumsamacı (ya da hümanist) antropoloji olarak adlandırılan yaklaşımını Geertz ilk kez Interpretation of Cultures (1973, Kültürlerin Yorumlanması) adlı kitabında ortaya koyar. Burada kültürü, insan davranışının gözlemlenmesiyle belirlenebilecek olası soyutlamalardan biri olarak ele almakta ve “anlamlı sistemlerin örgütlü sistemleri,” “insanların kendi deneyimlerini yorumladıkları ve eylemlerine rehberlik etmesi için kullandıkları anlamlardan oluşan bir doku,” “insanın deneyimlerine anlam yüklediği bir simgeler sistemi” vb. olarak tanımlamaktadır.
Geertz, araştırmalarında insanlara kendi yaşamlarını anlattırarak sadece antropoloğun imgeleminin nesneleri olarak sunmaktan kaçınmıştır. Genellemeleri güçleştiren bu yaklaşım, her bir kültürün eşsiz olduğunu, çevresi ve biyolojik süreçlerle sınırlanmadığını varsaymıştır. Bu nokta kültürel belirlenimcilik denilebilecek aşırı bir kültürel göreciliğe de yol açabilme potansiyeli taşıdığı için eleştirilmiştir.
Feminist Antropoloji: Toplumsal cinsiyet rollerine ve eşitsizliğine ilişkin sorgulamalar antropolojide de feminist düşüncesinin doğmasına yol açmıştır. Böylelikle etnik merkezciliğin yanı sıra eril-merkezcilik de sorgulanmaya başlanmıştır. Antropoloji, feminizmin önemli tartışma konularını ortaya çıkartmada önemli imkânlara sahip olduğundan, oldukça güçlü bir konumda olmuştur.
Antropolojide feminist düşüncenin tohumları 20. yüzyılın ilk yarısında Elsie Clews Parsons, Alice Şetcher, Phyllis Kaberry ve Margaret Mead gibi kadın antropologlar tarafından atılmıştır. Ancak Mead’in, 1970’lerde “kadın antropolojisi” adı altında yeniden canlanacak olan feminist düşüncelere katkısı oldukça fazladır.
Margaret Mead: Margaret Mead (1901-1978), Franz Boas ve Ruth Benedict’in öğrencisi olarak lisans eğitimini Columbia Üniversitesinde tamamlayan Mead, 24 yaşında bir doktora öğrencisi olarak ilk büyük alan araştırmasını yaptı. Büyük Okyanus’ta bir ada olan Samoa’da gerçekleştirdiği araştırmasının amacı, ergenlerin geçirdiği biyolojik değişikliklerin toplumsal, psikolojik ve duygusal gerginliklerle dolu olduğu kuramını sınamaktı.Buradaki alan çalışmasını temel alarak yazdığı Coming of Age in Samoa (Samoa’da Ergenleşme) adlı kitabında, Somoa’da ergenliğin Amerika ve Avrupa toplumlarında büyümeyi karakterize eden travmadan neredeyse tamamen uzak olduğunu belirtti. Mead’in 1928 tarihli söz konusu çalışması, aynı zamanda psikolojik antropolojinin (kültür ve kişilik) başlangıcı olarak kabul edilir. Mead’in feminizm ile antropoloji arasındaki köprünün inşasına ve genel olarak feminist düşünceye iki düzeyde yaptığı katkı önemlidir. Bunlardan;
- Birincisi antropolojide hep doğal (biyolojik) kabul edilegelen kadınlık ve erkeklik rollerinin kültürel/toplumsal olduğunu ortaya koyarak toplumsal cinsiyetin kültürel inşası mefhumunu geliştirmiştir.
- İkincisi ise, feminist projeye bir kültürel alternatif göstermiştir.