KÜLTÜR SOSYOLOJİSİ - Ünite 9: Sanatın Alımlanması ve Tüketimi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 9: Sanatın Alımlanması ve Tüketimi

Giriş

Sanatın üretimi gibi, alımlanması ve tüketimi de semboller, fikirler, değerler, anlamlar içeren bir insan etkinliğidir. Sanatın üretim, alımlanma ve tüketim süreçleri, hayatın bütün yönlerini etkileyen ve çoğu zaman onu dönüştüren küreselleşme olgusuyla da değişmeye devam etmektedir.

Sanat Ürününün Çoğul Anlamları

Her sanat ürünü, kendine ait anlam ve değerler bütünüyle var olur. Sanatın üretim, alımlanma ve tüketim süreçleri, hayatın bütün yönlerini etkileyen ve çoğu zaman onu dönüştüren küreselleşme olgusuyla da değişmeye devam etmektedir.

Alımlanma: Bir sanat ürününün duyusal ve düşünsel şekilde algılanması ya da deneyimlenmesidir. Alımlanma ile söz konusu ürünün değerlendirmesini birbirine karıştırmamak gerekir. Elbette alımlama ve değerlendirme birbirinden bağımsız değildir, hatta değerlendirme alımlamanın bir uzantısıdır. Ancak değerlendirmede sanat ürünü bilgisel ve kavramsal bir düzen içinde bir incelemenin nesnesi iken alımlamada bireylerin sanat ürününe karşı öznel yaklaşımları önemlidir. Her birey, sanat ürünleriyle bilinçli ya da bilinçsiz olarak ilişki içindedir ve bu ilişkinin niteliğine bakılmaksızın sanat ürününün anlam havuzuna katkıda bulunur.

Kültürel sermaye, bireyin sanat ürünüyle ilişkisinde, bu ilişki sayesinde sahip olacağı sosyal statünün niteliğinde önemli rol oynar. Kültürel sermaye; sosyolog Pierre Bourdieu’nün ortaya koyduğu bu kavram, daha çok orta ve üst sınıf ailelerin çocuklarına aktardıkları, dil, uygun sosyal ilişki tarzları gibi okul ve eğitim kurumlarından edinilemeyen değerleri ifade eder. Birey, sanatla ilişkisinde belli bir tüketim biçimi ve anlam dünyasıyla kuşatılmıştır. Bu biçim ve anlamın gelecek kuşaklara aktarımı, sanat ürününün alımlanmasında zamanlararası bir bağ ve zemin oluşturur. Bireyin sanat ürününe anlam ve konum eklediği kadar, sanat ürünü de bireye anlam ve konum ekler, tek taraflı değildir. Bu geri etki nedeniyle sanat ürünleri bireyin kimlik inşasının en önemli yapı taşlarındandır. Kimlik, bireyin ya da grupların varlıklarını tanımlayarak kendilerini diğerlerinden farklılaştıran ya da benzeştiren nitelikleridir. Kimliğin bileşenlerinden biri olan sanat ürününün alımlanması, bireyin kendisine benzer bireylerle iletişime geçmesinde birkaç şekilde rol oynar ve sanat ürünü, geçici ya da kalıcı grupların ortak paydalarından biri olabilir.

Politika ve ideolojinin kültür içinde varlık kazandığı göz önünde bulundurulsa, sanat ürünlerinin, politik söylem, hareket ve kurumlarla öteden beri iç içe olması doğaldır. Modern ulus-devletlerin kurulması sürecinde ulusu tanımlamak, bu tanım çerçevesinde ulusun geçmişiyle bugününü bağlamak için sanat ürününe ihtiyaç duyulmuştur. Dolayısıyla sanat, bütün kuvvetleriyle ulusun içindeki halk mirasına dönmüştür.

Antonio Gramsci’nin (1891-1937) hegemonya kavramı, konuya biraz daha farklı bir bakış açısı getirir. Buna göre egemen sınıflar, diğer sınıflara ait zannettiğimiz pek çok fikrin gerçek sahipleridir.

Hegemonya, Gramsci’nin kavramsallaştırdığı şekliyle, egemen sınıfların siyasi ve ekonomik liderliklerinin beraberlerinde düşünsel liderliği de getirdiğini, böylelikle kitlelerin düşünsel alanda da bu egemen sınıflar tarafından yönlendirildiğini ifade eder.

Sanat ürününün alımlanmasında diğer sınıfların farkında olmadığı bir kapsama alanı ve alımlanma biçimi oluştururlar. Bu durum, yüksek ve aşağı kültür kavramlarıyla daha iyi anlaşılabilir. Yüksek kültür ve aşağı kültür; kültür çalışmaları, eleştirel kuram ve sosyolojide kültür ürünlerini, alımlayan grubun eğitim düzeyi, ekonomik üstünlüğü ya da yoksunluğu temelinden hareketle sınıflandırmada kullanılan kavramlardır.

Sosyolojik analizlerin önemli bir parçası olan yüksek ve aşağı kültür kavramlarını hazırlayan etmenler, sanat ürününün üretimi, tüketimi ve alımlanmasına dair kavramsal çerçeve içinde gelişmiştir. Ancak bu kavramlar öncelikle sanat ürününün kendisini nitelemek için değil, belli gelir ve eğitim düzeyindeki toplumsal sınıfların kültürel tercih ve yaşantılarını nitelemek için kullanılmıştır.

Modern tüketimin, giderek artan bir şekilde, gereksinim kadar arzuya dayalı hale gelmesi, tüketim olgusunun modern toplumların analizi için gerekli verileri sunduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Sanat ürününün üretiminin giderek artan bir şekilde endüstriyel ilişkilerle belirlenmesi ve bunun bir uzantısı olarak alımlayıcılarının daha çok tüketiciye özgü eğilimler göstermesi, sanat ürünlerinin de endüstriyel üretim ve tüketim ilişkileri bağlamında ele alınmasını gerektirmektedir.

Endüstrinin kullandığı kitle iletişim araçları, sanat ürününün alımlanması sürecini de değiştirmekte; gönderici, alıcı ve mesajı içeren bir süreç haline getirmektedir. Özellikle mesajların anlamlarının belirlenmesinde alıcının özerkliği tartışma konusudur. Buna göre sanat ürününün anlamlarının oluşmasında alıcı merkezde bulunmadığından alıcının bazı niteliklerinin, yani eğitim seviyesi ve sosyal statüsünün öngörülen ve bazen de empoze edilmek istenenin dışındaki anlama ulaşmasında etkili olduğu düşünülür.

Sanat ürününün endüstriyle birleşmiş bu biçimi, en büyük eleştiriyi kültür endüstrisi kavramıyla Frankfurt Okulu’nun üyelerinden alır. Kültür endüstrisi ; eleştirel kurama Adorno ve Horkheimer tarafından sokulan, kar amacı güden ve eğlence için üretilen endüstriyel kültür biçimlerine işaret eden terimdir. Kavram, kitle tarafından değil endüstri tarafından üretilen ürünleri karşılamaktadır ve kitlenin üretimde edilgen, tüketimde etken olmasına ve değerlerin endüstriyel kıstaslarla belirlenmesine vurgu yapar.

Endüstri ortak ihtiyaçlar sonucunda ortaya çıkar ve bu ihtiyaçları seri üretimle karşılar. Üzerinde durulması gereken esas nokta, endüstriyel organizasyonların tüketici konumundaki bireylerin hangi ihtiyacını karşıladığıdır. Adorno için, endüstri, insanla ancak müşterisi ve çalışanı olarak ilişki kurar. Karşıtları içinse kitlenin üretiminin yine kitlenin tüketimine sunulmasıdır, belirleyici olan kitle ve kitlenin talepleridir. Modern tüketim, bir statü göstergesi haline gelerek geçmişte sosyal statü grupları arasında var olan hiyerarşik ayrımı ortadan kaldırmıştır. Tüketimin toplumsal sınıfları muğlaklaştırmasının, bunlar üzerine yapılan çalışmaların genç kuşak ve toplumsal cinsiyet gruplarına kaymasına neden olması sanat tarihinin yeniden yorumlanmasında olduğu kadar güncel üretim, alımlama ve tüketim süreçleri üzerinde de etkili olmuştur.

Küreselleşme kavramının nasıl bir yaşamı, ilişkiler ağını ve kültürü nitelediğiyle ilgili açık olmayan noktalarının anlaşılabilir hale gelmesi için, öncelikle küreselleşmenin üç boyutlu bir süreç olduğu ifade edilmelidir.

  • Dünya finans piyasalarının ve serbest ticaret bölgelerinin yükselişi, mal ve hizmetlerin dolaşım alanının genişlemesi, ulus ötesi şirketlerin büyümesiyle belirlenen ekonomik küreselleşme.
  • Uluslararası örgütlerin ulus-devletlerin üzerine konumlanmasıyla belirlenen politik küreselleşme.
  • Bilginin, gösterge ve sembollerin akışı ve bu akışa tepkilerle belirlenen kültürel küreselleşme.

Küreselleşme, bir ekonomik yapıyı nitelemek için kullanıldığında birbirine bağlı ya da bağımlı ulusal ekonomilerden oluşan bütünü ifade eder. Küreselleşme, kültüre ve sanat ürününe yeni pratikler ve anlamlar eklemektedir. Ekonominin, sınırların ortadan kaldırılmasına duyduğu ihtiyaç bir bakıma farklılıkların ortadan kaldırılması talebidir. Farklılıkların ortadan kaldırılarak benzerliklerin oluşturulması bir bakıma türdeşleşme olarak nitelenebilir. Türdeşleşme tezi küreselleşmeyi, standartlaştırılmış bir tüketim kültürünün gereklerine uyulması ve her yerin aşağı yukarı aynılaştırılması olarak sunar.

Endüstriyel olarak örgütlenmiş ve pazarını dünyanın büyük bir kısmı olarak belirlemiş ürünler göz önünde bulundurulduğunda alımlama ve tüketimin büyük oranda türdeş olduğu düşünülebilir. Bu tür ürünlerin genel içindeki hiyerarşik konumu da az çok aynıdır. Toplumsal farklılıkların üzerine çıkarak, benzer anlam dünyalarına sahip olunan ancak endüstriyel olmadığı varsayılan ürünlerde de alımlamayı etkileyen küresel kanonlar vardır. Kanon; diğer ilkelere esas oluşturacak nitelikte temel kabul edilen ilke anlamına gelir. Bu kanonlar sayesinde hem eski döneme ait hem de yeni ürünler, anlam dünyalarını oluşturacak bir belirleyiciliğe kavuşur.

Sanat Etkinliğinin Biçimleri

Filozof Friedrich Nietzsche (1844-1900), (1872) Arthur Schopenhauer’ın (1788-1860) da etkisiyle, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu adlı kitabında bütün diğer sanatların müzikten doğduğunu, müziğin mayasının bütün estetik ürünlerin mayası olduğunu söyler. Schopenhauer ve Nietzsche’nin bu yargıya varmasında müziğin diğer sanatların aksine doğanın bir taklidi olmadığı ve diğer sanat ürünlerindeki tamamlanmışlık duygusunun müzikte bulunmadığı düşüncesi yatar.

Batı uygarlığında, Antik dönemden beri hangi etkinliklerin sanat olduğu üzerine epeyce düşünülmüştür. Doğal olarak her dönem, kendi koşullarında yeni sınıflandırmalar ortaya koymuştur. Bugün neyin sanat olup olmadığı üzerine tartışmalar devam etmekle birlikte ana sanat dalları ve kapsamları konusunda az çok bir fikirbirliği vardır. Günümüzde sanatın, daha çok kullanılan malzemenin niteliği ve etkinlik biçimine göre sınıflandırıldığını söylemek mümkündür.

Genel olarak görsel sanatlar, görsel olarak algılanan ve maddi varlığını uzun süre koruyan sanatlar olarak tanımlanabilir. Görsel sanatlarda, çoğunlukla sözel bir dilin olmayışı, alımlayıcının ürünü daha çok göstergeler üzerinden yorumlamasına neden olur. Görsel sanatların tarihi, diğer sanatlara göre daha az spekülatiftir. Bu durum, görsel sanatların başlangıçtan bugüne dek üstlendiği farklı toplumsal işlev ve etkinlik biçimlerini ortaya koymada, değişen sosyal davranış ve yargıları izlemede önemli rol oynar.

Sanatın varlık ve eylem bakımından üst düzey kültür etkinliği niteliğini kazanması, sanat ürününe zaten maddimanevi bir değer yüklemiştir. Mekân ve sanat ilişkisi, yaşamın mağaralardan modern binalara geçişinin her aşamasında önemlidir. Ancak, mekânın kendisinin, bir sanat ürünü olarak kabul edilişi, görece yakın zamana ait bir olgudur. Zanaat ve sanat, başka dallarda olduğundan çok daha fazla mimariyle işbirliği içindedir. Bahsedilen işbirliğinin sadece alanları değil, insan gücünü de kapsadığı gözden kaçırılmamalıdır. Sanat ürününün toplumsal ihtiyaçlara karşılık vermesi gerekmektedir. Sanat ürününün biçimi işlevle ters düşmemeli, ancak işlev de biçimi dışlamamalıdır. Yapılması gereken, biçim ve işlev arasında bir denge oluşturarak, toplumsal ihtiyacı karşılamaktır.

Kimi zaman kendine özgü bir sanat dalı olarak ayrılan, kimi zaman da büyük çerçeveden bakılarak sahne sanatlarının ya da görsel sanatların bir parçası olarak kabul edilen sinema, Lumière Kardeşlerin sinematografı keşfetmesinden çok sonra bir sanat dalı olarak kendini kabul ettirdi. Sinematografı; Auguste ve Louis Lumière kardeşlerin tasarladığı, 13 Nisan 1985’te Fransa için patentini aldıkları, görüntüleri kaydetmeye ve bir ekran üzerinde yansıtmayı sağlayan aygıt şeklinde tanımlanır. Kuşkusuz bu geç kabulün ardında sinematografın öncelikle teknolojik bir keşif olması yatar. İkinci nedense kaydedilen hareketli görüntülerin öncelikle eğlence ve ticari bir etkinlik olarak bireylerle buluşmasıdır. Sinema, ancak hareketli görüntülerin belli bir kurgu ve estetik kaygılarla kaydedilip kendi içinde anlamsal bir bütün oluşturmasından sonra sanat olarak kabul görmüştür.

Malzemesi ve aracı dil olan, bugün şiir, öykü ve roman biçimlerinde karşımıza çıkan edebi sanatların yazıyla başladığını düşünmek yanlış olur. Yazının olmadığı ve aktarımın sözlü gelenekle sağlandığı dönemlerde hikâye ya da masal anlatıcılığı, şiir düzme ve şiirsel konuşma gibi biçimler bugünün edebi sanatlarının atalarıdır.

Antik çağlarda ozanın tanrısal bir esinlenmeyle ürün verdiği, bu nedenle de şiirin sanatla ilişkisi olmadığı görüşü hâkimdi. Antik düşünce, bu tanrısal esinlenmeyi, insan yapımı sanatın önüne koymuştur. Modern dönemlere yaklaştıkça edebi sanatların, yazıya sahip olan ayrıcalıklı sınıfların kontrolünde, bugünkü biçimlerine kavuştuğu görülür. Bu durum elbette alımlanma ve tüketim şekillerinin de ayrıcalıklı sınıf tarafından belirlendiği sonucunu çıkarır. Sanayi ve Fransız devrimleriyle yükselen, politik ve ekonomik alanlarda daha fazla söz sahibi olan burjuvazi ve yeni işçi sınıfı, edebi sanatların tüketimine de dâhil olmuştur.

Tematik inceleme ve satış oranları, tüketici eğilimlerini saptamada önemli olabilir. Ancak, edebi ürünün alımlanması üzerine verdiği bilgi azdır. Edebi sanatların üretim ve dağıtımındaki teknolojik ve biçimsel değişimler, alımlanma ve tüketim biçimlerini de etkiler.

Müzik, dans, opera, tiyatro ve bazı açılardan sinemayı kapsayan sahne sanatlarının ayırıcı özelliği, oluşumunda ya da aktarımında icra da içermesi, çoğunlukla toplu olarak alımlanması ve tüketilmesidir. Sahne sanatları kolektif doğalarıyla tarih boyunca düşünürlerin ilgisini çekmiş, bu ürünlerin toplumsal yapının yansımalarını taşıdığı kabul edilmiştir. Gerçekten de her dönemin toplumsal yapısı, o dönemin sanat ürünleriyle sabitlenmiştir.

Bütün sanatlar içinde çalgısal müziğin ayrı bir yeri vardır çünkü sözel dil ve görsel olanaklardan faydalanmaz. Üstelik müzik, kayıt altına alınmadığı sürece belli bir zaman ve mekânda vardır. Müziğin o zaman ve mekândaki varlığı, hem dinleyici hem de müzisyen için tekrarlanamaz bir deneyimdir. Kayıt teknolojilerinin ortaya çıkması müziğin zaman ve mekana bağlılığını ortadan kaldırmıştır. Müzik artık istenilen yerde, istenilen anda alımlanabilen ve tüketilebilen bir özne haline gelmiştir. Müşteri memnuniyeti temelinde çalışan ticari kuruluşlar, daha çok gelir ve dolayısıyla daha çok müşteri talep ettikçe besteci, kitlesel tüketimin ticari koşullarıyla sarmalanmıştır.

Küreselleşmenin bütün yönleri belki de en görünür halde yeni nesil kitle iletişim araçlarında izlenebilir. Teknolojik gelişmeler, yirminci yüzyılın başlarından itibaren sanat etkinliğini dönüştürmeye başlamıştır.

Sosyal medya platformlarının yaygınlaşması sanat etkinliğinin yeni bir biçiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sosyal medya; web tabanlı ve mobil teknolojilerin interaktif iletişime imkân veren ortamları için kullanılan bir kavramdır. Bu kavramı endüstriyel ya da geleneksel medya araçlarından ayıran özelliği, teknolojik altyapıya sahip herkesin sistemin üretim ve tüketim bölümlerine kolaylıkla uyum sağlayabilmesidir. Evinden, telefonundan ya da internete ulaşabildiği herhangi bir ortam ve araçtan sosyal medya platformlarını kullanan bireyler, bu platformların içeriğinin sadece tüketicisi değildir, büyük bir kısmının belirleyicisi ya da üreticisidir. Bu içeriğin oluşturulması ya da takip edilmesi, yeni bir tür sanat etkinliği olarak değerlendirilebilir. Nitekim geleneksel sanat etkinliği biçimlerini devam ettiren kimi kurumlar, teknolojinin yarattığı bu yeni etkinliği de kurumsal etkinliklerinin bir parçası haline getirmeye başlamışlardır.

Sanat ürünleri ve sosyal medya arasındaki ilişki, ürünün alımlanması ve tüketimini etkileyebilmektedir. Sosyal medya, tüketici talebinin oluşturulması ve ürünün alımlanmasının yönlendirilmesi bakımından önemli rol oynayabilmektedir. Bireylerin kişisel hesaplarında kendi tüketimini paylaşması ve bu paylaşımın etkileşime açık olmasıysa sanat ürününün alımlanma ve tüketim süreçleri açısından farklı değerlendirmelere olanak tanıması bakımından önemlidir.

Küreselleşmenin lokomotifi olan teknolojik gelişmelerin bir diğer etkisi de sanat ürününün üreticisiyle alımlayıcısı ve tüketicisi arasındaki ilişkiyi bulanıklaştırmasıdır. Geçmişte daha net şekilde ayrılan üretici-tüketici ilişkisi, giderek ortadan kalkmaktadır.