MEDYA SİYASET KÜLTÜR - Ünite 3: Küreselleşme, Sivil Toplum ve Medya Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Küreselleşme, Sivil Toplum ve Medya

Giriş

Dünya ekonomisinin tek bir bütün olmaya doğru yönelmesi “küreselleşme” olarak tanımlanabilir. Ancak küreselleşmenin sadece ekonomik değil, siyasal ve kültürel boyutları da bulunmaktadır. Küreselleşme, sadece mal ve hizmetlerin değil, aynı zamanda; ideoloji, yaşam tarzı ve kültürün de serbestçe dolaşımı anlamına gelmektedir.

1980’li yılların sonlarına doğru oluşan “Yeni Dünya Düzeni” sivil toplum ve medya anlamında önemli değişiklikler yaşanmasına neden olmuştur. Sivil toplum, demokrasi ve yurttaşlık hakları çerçevesinde medya, merkezi bir öneme sahiptir. Medyanın hem Türkiye’de hem de dünyada bağımsız bir kurum olması gerekmektedir. Ancak medya, ekonomik sermaye grupları ve yürütme gücünü elinde bulunduran siyasal partilerin, kendi ideolojik araçları olarak kullandığı bir kurum haline gelmiştir. Bu durum da egemen yayıncılık anlayışı karşısında olması gereken; “sivil toplum medyaları” ya da “alternatif medya yayıncılığı” modellerine gereksinimi ortaya çıkarmıştır.

Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni

20. yüzyılın son çeyreği içerisinde, dünya köklü değişimlere sahne olmuştur. Özellikle, 1989-1992 yılları arasında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin önderliğinde olan sosyalist bloğun çöküşü, kapitalizm karşısındaki alternatif düzenin de yok olmasına neden olmuştur.

1980’li yıllarla birlikte, sosyalist dünyada birçok önemli gelişme ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de Sovyetler Birliği’nde “perestroika” politikasına geçilmesidir. Perestsoika, yeniden yapılanma, reform anlamına gelmektedir. Bu politikalarla birlikte, Sovyet toplumunun sosyalist bir toplumdan liberal bir topluma adım atma süreci gerçekleşmiştir.

Bu dönemde, Doğu Avrupa’da da sivil toplum dinamikleri yeniden canlanmıştır. Özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılması önemli bir semboldür. Öte yandan, alternatif sistem tehdidinden kurtulan kapitalizm, yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Böylelikle, dünya çapındaki tüm bu gelişmeler yeni bir dünya düzeni ve küreselleşmenin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Küreselleşme olgusunun kökeni, 16. yüzyılın sömürgeci imparatorluklarına dayanmaktadır. Bununla birlikte, günümüzde gözlenen küreselleşme süreci ise, 1980’li yıllarla birlikte ivme kazanmıştır. “Ekonomik”, “siyasal” ve “kültürel” boyutlarıyla yeni bir dünya düzeninin şekillenmesinde belirleyici olmuştur.

Francis Fkuyama, “tarihin sonu” isimli teziyle küreselleşmeyi, liberalizmin zaferi olarak görmektedir. Ona göre, liberal demokrasi, insanlığın ideolojik evrenindeki son durak ve son yönetim şeklidir.

Fukuyama’nın ortaya atmış olduğu tezin arka planında şu dinamikler bulunmaktadır:

  1. Çevre ülkeler, yeni oluşan dünya düzenine katılacak ve teknoloji aktarımı hızlanacaktır.
  2. Sermaye, gelişmekte olan ülkelere giriş yapacaktır.
  3. Batı’lı sanayi toplumlarıyla ekonomik, siyasal ve kültürel bir yakınlaşma olacaktır.
  4. Bu sürece uyum gösteren ülkeler, gelişimlerini tamamlayacak ve iktisadi-kültürel egemenlik olanaklarına sahip olacaklardır.
  5. Dünya ekonomisinin işleyişinde ulusal çıkarlar ön planda olacaktır.

Bu dönem içerisinde dünyada farklı güçler ortaya çıkmıştır. Bu güçler şu şekilde özetlenebilir:

  • Pax Americana: Amerika Birleşik Devletleri’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir diplomatik ve askeri güç olması.
  • Kuzeyliler İttifakı: Avrupa Birliği ülkeleri.
  • Japonya.
  • Asya’nın Dört Kaplanı: Güney Kore, Hong Kong, Tayvan, Singapur.
  • Rusya Federasyonu ve
  • Çin Halk Cumhuriyeti’nin güçlenmesi.

Bu dönemde, dünyada yeni sağ politikalar şekillenmiştir. Yeni sağ politikaların şekillenmesinde etkili olan unsurlar şu şekildedir:

  1. ABD-Sovyetler karşıtlığında oluşan iki kutuplu dengenin sona ermesi.
  2. Sovyetler Birliği’ndeki dönüşüm ve Körfez Savaşları ile birlikte şekillenen dünyanın yeni hiyerarşik düzeni.
  3. Seri üretimden esnek üretime geçilmesi.
  4. Yeni iletişim teknolojileri ve medya ortamındaki gelişmeler.

Küreselleşme, kapitalizmin de kendisini yeniden üreterek yayılmasına neden olmuştur. Fikret Başkaya, kapitalizmi üç döneme ayırarak, küreselleşme ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi şu şekilde tanımlamaktadır:

  1. Ulusal kapitalizm: İşletmelerin, ulusal sınırlar içinde etkinlik gösterdiği 19. Yüzyıl.
  2. Tekelci kapitalizm: Tekellerin ortaya çıktığı 20. yüzyılın ilk yarısı.
  3. Küresel kapitalizm: Çokuluslu şirketlerin egemen olduğu 1980’lerden günümüze kadar olan dönem.

Kapitalizmin kendisini yeniden inşa etmesi ve küreselleşmesinin yayılmasındaki en önemli etkenlerden birisi de esnek üretimdir. Esnek üretim; özel girişimin önceliğine vurgu yapmaktadır, devletin ekonomi alanındaki gücünü azaltır, kültürel alanda çeşitliliği savunur ve iletişim alanında devletin kural koyma yetkilerini azaltır.

Küreselleşmeyle birlikte, gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkeler birbirlerine yakınlaşmaya başlamıştır. Bu durum olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Bununa birlikte; uluslararası şirketler bir ülkenin farklılık ve değerlerini yok edemeyeceklerini anlamışlardır. Böylelikle bu şirketler yerel ve özgün olan ürünlere yönelmişlerdir. Gelişmekte olan ülkelerde, tüketim kültürüyle birlikte gelen yaşam biçimleri, “batılılaşma” ve “çağdaşlaşma” gibi kavramlarla sunulmuştur. Yeni dünya düzeni içerisinde, lüks tüketim artış göstermiştir. Batı’nın yaşam biçimi, gelişmekte olan ülkelere de empoze edilmektedir.

Sivil Toplum Kuramları ve Yurttaşlık

Çağdaş siyaset felsefesinin, klasik devlet ve demokrasi modellerine yönelttiği eleştiriler sivil toplum kavramının oluşmasını sağlamıştır. Her ideolojide sivil toplum farklı anlama gelmektedir. Yurttaşlık kavramı ise, günümüzde sivil toplum ile doğrudan ilgilidir. Güçlü bir sivil toplumun oluşabilmesi, temel hak ve özgürlüklerinin farkında olan yurttaşlara bağlıdır.

Yeni Sağ İdeolojide Sivil Toplum

Yeni sağ ideolojide görülen sivil toplum yaklaşımlarından birisi, “çoğulcu sivil toplum yaklaşımıdır”. Bu yaklaşım, Amerikan toplum yaşamının ve düşünce sisteminin ürünüdür. Bu yaklaşım, genellikle devleti nötr saymaktadır. Çoğulcu demokrasi, devlet ile sivil toplumu ayrı iki oluşum olarak değerlendir. Sivil toplum, çıkar ve baskı gruplarının aktif varlığına dayanmaktadır.

Çoğulcu sivil toplum yaklaşımında, kapitalist büyük şirketler devleti baskı altına almıştır. Özellikle güçlü sermaye grupları, ekonomik eşitsizliğe ve baskı grupları arasında dengesizliğe neden olmuştur. Bu durum, siyasetin de teksesli olmasına etki etmiştir. Zayıf baskı grupları, siyasette söz sahibi olamamıştır.

Yeni sağ ideolojide görülen diğer bir sivil toplum anlayışı ise, “asgari devletçi sivil toplum yaklaşımıdır.” Özellikle 1970’li yıllarda, çoğulcu demokrasi yaklaşımının gücünü kaybetmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre, devletin yasama yetkisi daraltılarak gücü azaltılmalıdır. Asgari devletçi sivil toplum yaklaşımına göre, sivil toplum düzeni şu şekilde olmalıdır:

  1. Baskı gruplarına hizmet olanakları elinden alınmış bir hükümet,
  2. Gücü, sadece toplumun kendiliğinden olma kurallarını onaylamakla sınırlandırılmış bir yasama organı,
  3. Evrensel geçerliliği olan adalet kurallarına uyulmasını gözleyecek bir zor gücü anlamında devletin varlığı.

Bu demokrasi anlayışına göre devlet, zorlama ve yapay kurallar getirmemelidir. Bireyler davranış ve kararlarında özgür olmalıdır. Devlet, özgür toplumlarda yer alan pek çok kurumdan birisidir ve görevi sadece düzenin aksamadan sürdürülmesini sağlamaktır.

Yeni Sol İdeolojide Sivil Toplum

Yeni sol ideolojide görülen sivil toplum yaklaşımı, “katılımcı sivil toplum yaklaşımıdır.” Katılımcı demokrasi düşüncesinden doğmuştur. Devlet ile sivil toplumun bir arada olmasına dayanmaktadır. Devletin toplum üzerindeki egemenliğine karşı çıkmak yerine, bu ilişkiyi demokratik hale getirmeye çalışır. Bu yaklaşım içerisinde aktif yurttaşlık oldukça önemlidir. Aktif yurttaşlık, sivil toplumda özgürce fikir alışverişinde bulunmayı ve eylemle beslenen bir yurttaş tipini ön görmektedir. Böylece yurttaş, yalnızca katılım alanları sağlanarak iktidar sahibi kılınmamakta, aynı zamanda eylem aracılığıyla da iktidara ortak edilmektedir.

Katılımcı sivil toplum yaklaşımı, doğrudan halk tarafından yürütülen bir siyaset anlayışını savunmaktadır. Bu kurama göre, devletin sivilleştirilmesi öngörülmektedir. Sözü edilen sistemde, halka dayalı “sivil devlet” sivil toplumun kendisi olacaktır. Bu sistem içerisinde yurttaşlar kendi yaşamlarını etkileyen çevresel, ekonomik, sosyal ya da politik tartışmalara doğrudan katılabilir. Katılımcı sivil toplum yaklaşımının temel özellikleri şu şekildedir:

  1. Temel hak ve özgürlüklerin eksiksiz varlığını onaylamak,
  2. Sivil toplumu, temel hak ve özgürlükler üzerine kurmak,
  3. Merkezi otoritenin, sivil yaşama kural koyarak müdahale yetkisini sınırlandırmak,
  4. Yurttaşların kendisini ilgilendiren her konuda aktif katılımlarını sağlamak,
  5. Yetki ve sorumluluğu, doğrudan demokrasi anlamında yerel ve bölgesel düzeylere yönlendirmek.

Özetle, günümüz dünyasında bireye dayalı siyaset düşüncesi değer yitirmekte, ulus devletteki gelişmeler ise insanı büyük bir yalnızlığa sürüklemektedir. Karmaşık hale gelen dünyada, bireyler olan biteni anlamakta güçlük çekmektedir. Bu durum da katılımcı demokrasinin işlerliğini aksatmaktadır.

Sivil Toplum ve Yurttaşlık

Yurttaşlık, en genel anlamıyla bireylerin devlete ilişkin olan siyasal aidiyetidir. Yurttaşlık, bireylere bir dizi hak ve ödevler içeren hukuki bir statü sağlamaktadır. Yurttaşlık kavramı, modern anlamını Fransız Devrimi sırasında kazanmıştır. Yurttaşlık, sivil toplum içerisinde yer alan bireylerin, giderek daha fazla karar alma süreçlerine katılması anlamına gelmektedir.

Evrensel anlamda yurttaşlık hakları üçe ayrılmaktadır:

  1. Sivil haklar: Düşünce, ifade, protesto, örgütlenme, mülkiyet edinme hakkı olarak nitelendirilebilir. Hukuki sistem ve mahkemeler bu hakları savunan ve koruyan kurumlardır.
  2. Siyasal haklar: Yurttaşlığın siyasal boyutunu temsil eden kurumlardır. Parlamento, yerel yönetimler, meclis vb.
  3. Sosyal haklar: Ekonomik refah, sağlık, sosyal hizmet gibi tüm sosyal haklardır.

1970’li yıllardan itibaren yükselişe geçen “yeni sol ideoloji”, “katılımcı sivil toplum yaklaşımının” ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yaklaşımla, devlet-toplum etkileşim ve iletişiminin daha demokratik hale getirilmesi amaçlanmıştır. Katılımcı sivil toplum yaklaşımı yurttaşlık haklarına önemli katkılar sağlamaktadır. Bireyler, kendileriyle ilgili alınan kararlara kolektif şekilde katılırken; katılım oy verme ile sınırlı olmamalıdır. Toplum içerisinde sorumluluk sadece görevli ve uzmanlara değil, herkese dağıtılmalıdır. Siyasal olmayan alanlarda da katılım mekanizmaları çalışmalıdır. Özetle, katılımcı demokrasi anlayışının gelişmesi için, öncelikli olarak yurttaşlık bilincinin gelişmesi gerekmektedir.

1980’li yıllarda kimi Batı ülkelerinde yönetime gelen yeni sağ hükümetler ilk olarak, refah devletinin “sosyal yurttaşlık” anlayışını gözden geçirmiştir. Fincancı’ya (1991) göre, “yeni sağ ideoloji”nin “aktif yurttaşlık” olarak ifade edilen yeni düşüncesinin arkaplanında, “asgari devletçi sivil toplum” anlayışı bulunmaktaydı. Bu anlayış doğrultusunda “yeni sağ ideoloji”, refah devletinin “müşteri tipi” ilişkilere dayalı yurttaşlık anlayışına karşı, “aktif yurttaşlık” kavramını geliştirmiştir.

1980’li yıllar boyunca İngiltere’de uygulanan “yeni sağ politikalar”, ekonomik alanda sert bir özelleştirmeye gitmiştir. Siyasal alanda ise, merkezileşmeye yönelmiştir. Çünkü, “yeni sağ”, yurttaşı, özçıkarının bilincinde bir “ekonomik insan”a indirgeyerek depolitize etmiştir. Ayrıca, refah devletinin “sosyal yurttaşlık” anlayışına karşı geliştirdiği “aktif yurttaşlık” kavramından yararlanmıştır.

Türkiye’de Sivil Toplum ve Yurttaşlık Hakları

Bu bölümde, Osmanlı Devleti’nden günümüze kadar olan süreçte, Türkiye’de sivil toplum ve yurttaşlık haklarının nasıl olduğu özetlenmiştir.

19. Yüzyılda Osmanlı’da Sivil Toplum

Osmanlı Devleti mutlak monarşi ile yönetilmiş bir devlettir. Bu nedenden dolayı, Osmanlı Devleti’nde sivil toplum ve yurttaşlık haklarının geliştiğinden söz edilemez. Osmanlı Devleti’nde önemli olan devlet ve devletin refahı olmuştur. Bu anlamda mutlak güç padişahtır.

Osmanlı Devleti’nde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile I. ve II. Meşrutiyet; sivil toplum ve yurttaşlık haklarına katkı sağlamıştır. Ancak bu gelişmeler de, etkin bir sivil toplum ve yurttaşlık haklarının oluşmasını sağlamamıştır. I. Meşrutiyet” dönemi, kitlesel siyasetin, temsili hükümetin, bireysel siyasal girişimlerin ve gönüllü bireysel davranışlara dayanan toplumsal kurumların gelişip serpilmesinin yavaşladığı bir dönem olmuştur. Hatta “I. Meşrutiyet”, bu tür gelişmelerin kuşku ile karşılanarak, olabildiğince engellenmeye çalışıldığı bir dönem olarak da değerlendirilebilir.

Türkiye’de Sivil Toplum

Türkiye’de sivil toplum, Cumhuriyet’in ilanıyla oluşmaya başlamıştır. Cumhuriyet ile birlikte; uygun bir ulusal kimlik oluşturulmuş, çağdaş toplumlar ailesinde yer almaya uygun siyasal bir yapı belirlenmiş ve modernleşme yolundaki adımlar hızlanmıştır. Cumhuriyet’in ilk yılları ve tek partili dönemde etkin bir sivil toplum oluşamamıştır. Bu dönemde devletin istikrarının sağlanması adına kararlar alınmıştır.

1950 yılında çok partili döneme geçilmesi ve Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, sivil toplumda da gelişmeler yaşanmıştır. Ancak, Demokrat Parti’nin en büyük sorunu “hoşgörü eksikliği” olmuştur.

1961 anayasası ise; hem basın alanında hem de hak ve özgürlüklerin yaygınlaştığı demokratik bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Bu dönemde, politika ve basın alanındaki gelişmelerin yanında, ülkede sanayileşme de hız kazanmıştır. 1970’li yıllar ise, Türkiye için karanlık bir dönemi çağrıştırmaktadır. Bu dönemde, Türkiye’de kanlı çatışmalar gerçekleşmiş ve 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla Adalet Parti’si yönetimden uzaklaştırılmış; böylelikle demokrasi kesintiye uğramıştır. Türk siyasal yaşamında 1960’lı yıllar, özgürlükçü gelişmelere sahne olmuştur. 1960’lı yıllarla birlikte, dünyada dönemsel olarak yaşanan toplumsal hareketlerin ve sivil örgütlerin eylemleri Türkiye’de de yansımalarını bulmuştur. Bu eylemlere örnek olarak gençlik hareketi, savaş-karşıtı hareketler, ırkçılık-karşıtı hareketler vb. verilebilir.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi ve darbe ortamında kabul edilen 1982 anayasası, sivil toplum ve yurttaşlık haklarını oldukça olumsuz etkilemiştir. Bu dönemde, siyasal partiler, sendikalar kapatılmış ve basın kuruluşları üzerinde sansür uygulanmıştır.

1980 ve sonrasında Türkiye’de “sivil toplum” ve “liberalizm” kavramları gündeme gelmiştir. Bu dönemdeki siyasi politikalar, dikkatlerin devlet üzerinden topluma kaymasına neden olmuştur. Özelleştirme, yetki devirleri, belediyelere fon aktarımı ve pazar ekonomisinin ön plana çıkarılması gibi konular sivil toplumun gelişmesini sağlamıştır.

1980 ve sonrası dönemde dünyada ve Türkiye’de devrimci düşünceler azalmıştır. Siyasal söylemde yaşanan değişimlerle birlikte, yeni toplumsal hareketler yükselişe geçmiştir. Yeni toplumsal hareketler, 1990’lı yıllardan itibaren sivil topluma katkı sağlayan hareketler olmuştur. Çevre hakları, insan hakları, dinsel ve mezhepsel haklar, etnik haklar, kadın hakları, çocuk hakları ve farklı cinsel yönelimli bireylerin hakları yeni toplumsal hareketler kapsamında değerlendirilebilir. Bu hareketlerin her biri, kendi alanında devletim politikalarını yönlendirme yoluna girmiştir.

Türkiye basını da 1980 ve sonrası dönemde devlet yanında yer almaktan çok, toplumsal cephede yer almıştır. Bu durum, göreceli de olsa toplumsal farklılaşmaya katkı sağlamıştır. Türkiye’de basın, özgürlüğün simgesi, siyasal çekişmelerin destekleyicisi ve bürokrasinin yürüttüğü resmi politikaların kontrol mekanizmasını oluşturmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’de yüzeysel bir demokrasi olduğundan söz edilebilir. Temel hak ve özgürlükler konusunda sınırlı uygulamalar vardır.

Sivil Toplum Medyaları

Modern yaşamın olumsuzluk ve aksaklıkları içerisinde, aktif yurttaşın yönetim sistemlerine dâhil olması büyük önem taşır. Yurttaşların yönetim sistemlerine aktif katılımı, ancak sivil toplumun geliştiği sistemlerde mümkün olabilir. Çoğunluk karşısında, azınlıkların haklarına saygı duyan ve onların toplumsal alandaki temsiliyetlerine önem veren toplumlarda sivil dinamikler etkindir. Bu anlamda, sivil toplumun gelişmesinde geleneksel (radyo, TV, gazete) ve yeni (internet) medya belirleyici bir unsurdur.

Medya, demokratik süreçlerin vazgeçilmez öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü yurttaşların haklarını kullanabilmeleri için gerekli olan enformasyonu medya sağlamaktadır. Medya aracılığıyla, bireyler etraflarında olan olayları yorumlar ve açıklar. Medyanın en büyük sorumluluğu, mümkün olduğu kadar her kesimden insanın sesini duyurmaktır. Lundby ve Ronning, Graham Murdock’un çalışmasına gönderme yaparak medyanın tümüyle demokratik hale gelmesinin ön koşullarını şu maddelerle açıklamıştır:

  1. İletişim sistemleri, yurttaşların bağımsız seçim yapabilmesi için gerekli bilgileri tarafsız şekilde sunmalıdır.
  2. Güncel olaylar medyada yer almalı ve farklı görüşlere değinilmelidir.
  3. Bireysel ve kolektif görüşler görmezden gelinmemeli, her türlü tartışma ortamında çoğulculuk sağlanmalıdır.
  4. Program formatlarındaki çeşitlilik desteklenmelidir.

Sivil toplum medyaları ile ilgili olarak önemli bir açılımı Denis McQuail yapmıştır. McQuail’in ortaya atmış olduğu demokratik katılımcı kurama göre; medya, yurttaşların aktif katılımı ile ilerlemeli ve her türlü görüş medyada yer bulmalıdır. Bu görüş, kamu hizmeti yayıncılığını da doğrudan desteklemektedir. Yeni medya ortamları, demokratik katılımcılık için olanaklar sunmaktadır. Hem içeriklerinin daha kolay ve ucuza üretilmesi hem de ulaşılabilirliğinin kolay olması açısından yeni medya ortamları önemlidir. Ancak, geleneksel medya gibi yeni medyada da bir tekelleşmeden söz edilebilir. Bu durum da sivil toplumun oluşmasına olumsuz etki eder. Batı’lı toplumlarda, “devlet yayıncılığı” ve “ticari yayıncılık” dışında, “kamu hizmeti yayıncılığı” adıyla “üçüncü” bir yayıncılık anlayışı sivil toplumun gündemine yerleşmiştir. Kaldı ki, bu yayıncılık modeli, sivil toplum dinamiklerine ve yurttaşlık haklarının savunulmasına dayanmaktadır.

Hıfzı Topuz, “kamu hizmeti yayıncılığı” modelinin özelliklerini şu şekilde belirtmiştir:

  1. Kâr amacı gütmez, kamu hizmeti vermeye yöneliktir.
  2. Halkı eğitme ve aydınlatma ön planda olmalıdır.
  3. Halk ve yöneticiler arasındaki iletişimi sağlar.
  4. Halkın etkin katılımını önemser.
  5. Gelir kaynağı reklamlar değildir, devlet ve özel sektör karşısında bağımsız bir kurumdur.
  6. Yerel ve bölgesel bir yapıya dayanır, özgür ya da özerktir.

Kamu hizmeti yayıncılığı, “alternatif medya yayıncılığı” olarak da tanımlanmaktadır. Alternatif medyanın taşıması gereken özellikler şu şekildedir:

  1. Toplumsal çıkarların paraya çevrilmesini önleyen bir sistem,
  2. Toplumsal bilgi birikiminin yükseltilmesi,
  3. Medya okuryazarlığının geliştirilmesi,
  4. Kamusal üretimlerin belgelenmesi,
  5. Devletin gizli eylemleri, propagandalarını açıklığa kavuşturmak,
  6. Medya denetimi ve sansüre son verilmesi.

Özetle; medya, devleti temsil eden iktidarların olumsuz uygulamalarını görmezden gelmemelidir Örneğin, hükümetler yolsuzluk veya skandallarla ilgili durumlara konu oluyorsa, medya bunu halka tarafsız şekilde sunmalıdır. Ayrıca medya sermaye ile olan ilişkilerine de mesafe koymalıdır. Medya, ne özel çıkarların savunuculuğunu yapmalı ne de devlet sansürü içerisinde tıkanıp kalmalıdır. Bu iki ilkeye uyulması “sivil toplum medyalarının” gelişimi için önemlidir.