MEDYA SİYASET KÜLTÜR - Ünite 2: Kamusal Alan ve Medya Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Kamusal Alan ve Medya

Eski Yunan, Roma ve Feodalite Dönemlerinde Kamusal-Özel Alan

Kamusal alan, dar anlamıyla “siyasal alan”ın karşılığı olarak kullanılmıştır. Kavramın bu anlamına, ilk kez “Eski Yunan”da rastlanmıştır. Yunan kent-devletinde, “kamusal alan” ile “siyasal alan” aynı anlama gelir. Aristoteles’e göre kent-devlet, kendi kendine yeterli en mükemmel toplum biçimidir. Eski Yunan’da, kamu ile özel arasında katı bir ayrım bulunmaktaydı. Kamu yaşamı, yurttaşların kendi kendilerini temsil ettikleri komitelerde ortaya çıkıyordu. Özel alanda ise Yunan yurttaşı aile reisi olarak bir gerekliliği yerine getiriyordu. Yurttaş, kimliğini kendi özel alanında kazanmıyordu. Yurttaş, varoluşunu “kamu”, eşdeyişle, “kent” ile birlikte tanımlıyordu. Aile ve akrabalık ilişkilerinin geçerli olduğu özel alanda, eşitsizlik ve hiyerarşik ilişkiler sürmekteydi “Kamu”, özel alanın karşısında bir yerde özgürlük ve istikrarı temsil eder. Kamu, aynı zamanda her şeyin görünür olduğu mekândır. Eşitler arasında çatışma, kamusal mekânlarda olur.

Roma döneminde, kamusal ile özel alan arasında hiyerarşik bir ilişki egemen olmuştur. Zaman içinde, Roma’nın kamusal yaşamı, canlılığını yitirmiştir. İnsanlar, iç enerjilerini biriktirip boşaltacak yeni alan arayışlarına girmiştir. Böylece, yeni inançlar keşfetmeye başlamıştır. Romalılar, içinde yaşadıkları dünyadan ve onun ürkütücü alan ve kurumlarından uzaklaşmıştır. Bu anlamda, çeşitli mistik yönelimlerin de etkisiyle “Hristiyanlık”la tanışmışlardır. “Feodalizm” döneminde, ayakta kalan tek kurum “Hristiyan Kilisesi” olmuştur. Tüm Ortaçağ boyunca, Avrupa coğrafyasında yapılan savaşlar, birleştirici tek kurum olan Hristiyanlık içinde bir önderlik mücadelesi gibi görünmüştür. Oysaki, bu savaşlar, gerçekte ekonomik temellidir.

Aydınlanma Döneminde Kent Yaşamı

Burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve kentlerin canlanması, “Rönesans” ve “Reform” hareketleri ile ortaya çıkan “Aydınlanma Dönemi’nin önünü açmıştır. “Rönesans” hareketleri, 14. yüzyıldan itibaren İtalya’da başlayan ve zamanla tüm Avrupa’ya yayılan bir tarihsel dönemi anlatmaktadır. Ortaçağ’ın kapanıp, Yeniçağ’ın açılmasına neden olan tüm tarihsel ve düşünsel gelişmeleri ifade eder. Rönesans; laiklik, bireycilik, insan merkezli toplum anlayışı gibi gelişmelere önemli katkılar sunmuştur.

“Reform” hareketleri ise 15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkileyen Katolik Kilisesi’ne karşı yapılmış dinsel bir harekettir. Katolik Kilisesi, aşırı zenginleşmiş ve yozlaşmıştır. Siyasetle ve dünyasal etkinliklerle daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. “Aydınlanma düşüncesi”, kendi zihinsel ürünleri dışında, insanın yaşamını biçimlendirecek hiçbir ilke ve değeri kabul etmez. 17. yüzyılın başından başlayarak, Batı dünyasında egemen olan bir anlayıştır. “Aydınlanma Dönemi” ise Batı dünyasında, Rönesans ve Reform hareketleriyle başlamıştır.

Rönesans ve Reform hareketleri, Kilise’nin dünyasal yaşam üzerindeki etkisinin kırılmasında önemli rol oynamıştır.

18. yüzyıl Avrupa’sının toplumsal koşullarını hazırlayan nedenler arasında, burjuva sınıfının yürüttüğü bireysel hak ve özgürlükler mücadelesinin önemi de yadsınamaz. Burjuva sınıfının, mücadelesini verdiği temel hak ve özgürlükler şunlardır:

  1. Mülk edinme ve onu koruyabilme,
  2. Ticaret yapabilme,
  3. Yerleşme ve seyahat edebilme,
  4. Ticari ayrıcalıklardan yararlanabilme.

Bununla birlikte, “ oy kullanabilme ” ve “ basın özgürlüğü ” ise, yürütülen özgürlük mücadelesinin en önemli dinamiklerini oluşturmuştur.

18. yüzyıl, insanların toplumsal konumlarının son derece önemli olduğu bir çağdı. Oysaki, salonlarda ve kahvehanelerde fikri tartışmalar yürüten insanlar arasında statüye dayalı herhangi bir ayrım söz konusu değildi. Aydınlanma döneminde “kamuoyunun”, toplumsal ve siyasal eşitlikten yana olduğu ve “akla” önem veren düşünceler etrafında oluştuğu ileri sürülüyordu. Vincent Price, “Kamuoyu” (1992) adlı eserinde bunun nedenlerini şöyle sıralamaktadır:

  1. Kamuoyunun oluşmasında tartışmalar herkesin katılımına açıktı ve özgür bir tartışma ortamı vardı.
  2. Bu tartışmalarda, toplumun genel yararı amaçlanıyordu. Aksi takdirde tartışmalar, bireysel çıkarların çatışmasından kaynaklanıyordu.
  3. Tartışmalarda asıl olarak düşüncelerin olgunluğuna ve akla uygun çözüm önerileri getirilip getirilmediğine önem veriliyordu.
  4. Ayrıca, kişilerin sosyal statülerinin, siyasal ve ekonomik güçlerinin tartışmaları biçimlendirmesine izin verilmiyordu.
  5. Doğru yargılara ulaşmayı sağlayacaksa, tartışmalarda siyasal olaylar ve bunların sonuçları kamuoyuna açıklanarak, tartışma aydınlatılmak zorundaydı

Burjuva Kamusal Alanının Oluşumu ve Kamusal-Özel Alan Ayrımı

Jürgen Habermas, “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” (1997) isimli eseriyle, “kamusal alan” kavramına dikkat çekmiştir. Bu kavramı, “burjuva kamusallığı” üzerinden tanımlamıştır. “Burjuva kamusallığı”, toplumun “genel yararını” belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanıdır. Her türlü özel çıkardan arınmış, devlet otoritesinin baskısı ve buyruklarından ve sermaye egemenliğinden bağımsız bir alan “burjuva kamusallığı”nı tanımlar. Habermas, klasikleşmiş eserinde, Avrupa’daki “burjuva kamusal alanı”nın 18. yüzyıldaki yükselişini ve 19. yüzyıldan sonraki çöküşünü tarihsel ve sosyolojik anlamda çözümlemiştir. Habermas’a (1997) göre, 18. yüzyılın sonlarıyla birlikte, “temsili kamu”nun bağlı olduğu “feodal güçler” eşdeyişle, “krallık”, “kilise” ve “feodal beyler” ayrışma sürecine girmiştir. Özetle, “burjuva kamusal alanı”, sivil toplum ile devlet arasında konumlanan bir tür kamusal foruma karşılık gelmektedir. Böylece, yaşamın “kamusal” ve “özel” alan ayrımları, 17. yüzyıldan günümüze Batı Avrupa siyasal düşüncesinde merkezi bir önem kazanmıştır. Herkese açık, katılımcı, rasyonel, aydınlanmacı, eleştirel ve özgür tartışma platformu olarak tasarımlanan “burjuva kamusal alanı”, 18. yüzyıl Avrupa’sının uygun tarihsel koşullarında bile tam anlamıyla gerçekleşememiştir. 19. ve 20. yüzyıllarda ise, radikal bir dönüşüme uğramıştır.

Karşıt Kamusal Alanlar ve Burjuva Kamusal Alanı Eleştirileri

Kamusal-özel alan ayrımına ilk büyük eleştiri, Marksist yaklaşımdan gelmiştir. Marksist düşünce, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkilerin analizini yaparak, bu ayrımın politik anlamını irdelemiştir. Bora’ya (1997) göre demokrasinin gerçekleşmesi, “kamusal alan” olarak görülen devlet alanında siyasette olup bitecek bir iş değildir. Ayrıca, ekonomik mekanizmalar da hesaba katılması gereken bir süreç olarak anlaşılmalıdır. Bu büyük eleştiri dalgası, 19. yüzyıl siyasal düşüncesine damga vurmuştur. Bu bağlamda, ekonomik girişim, sermaye yapılanması ve çalışanların sosyal hakları özel alanın mı yoksa, kamusal alanın mı tartışma konusudur sorusu önem kazanmıştır.

Nancy Fraser (2004), “burjuva kamusal alanı”nın idealize edildiğini ve “karşıt kamusal alanlar”ın ise yok sayıldığını öne sürmektedir. Fraser, burjuva kamusal alanıyla eşdönemde şekillenen “karşıt kamuları” şöyle sınıflandırmıştır:

  1. Ulusalcı kamular,
  2. Popüler köylü kamuları,
  3. Seçkin kadınların kamuları,
  4. İşçi kamuları.

“Hegemonya”, toplumsal iktidarı elinde bulunduran ya da toplumsal iktidara aday güçlerin, egemenliğini halkın çoğunluğunun onayını alarak sağlamasıdır. Burada onay, “rıza” anlamına gelmektedir. Ancak, “hegemonya”, rızanın dışında gerekirse “zor” ile de işler. Bu anlamda, bir toplumsal sınıfın ya da sınıfların, toplumun geri kalanı üzerinde egemenliğini güven altına almaya çalışmasından söz edilebilir. Kaldı ki, “resmi kamusal alan”, her zaman “toplumsal rıza”nın üretilmesi yönünde çaba harcar.

“Burjuvazi”, toplumsal üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran ve ücretli emeğin artık birikiminden yararlanan modern kapitalist sınıfı ifade eder. “Proletarya” ise, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfını tanımlar. Habermas’ın burjuva kamusal alanı tasarımına yöneltilen önemli eleştirilerden biri de “proleter kamusal alan” kavramsallaştırmasını tartışmaya açan Oskar Negt ve Alexander Kluge’den (2004) gelmiştir.

Burjuva Kamusal Alanı-Basın İlişkisi: Habermas’a Yöneltilen Diğer Eleştiriler

Habermas’ın (1997) idealize ettiği burjuva kamusal alanının oluşmasında, yazılı basının eş dönemdeki gelişiminin irdelenmesi, bu ünitenin konusu açısından ayrı bir önem taşımaktadır. 15. yüzyılın haber bültenlerini, 16. yüzyılın olaydan olaya yayımlanan tek yapraklı yayımları izlemiştir. 17. yüzyılın başlarında haftalık olarak yayımlanmaya başlayan gazeteler ise bu yüzyılın ortalarından itibaren günlük olarak basılmaya başlamıştır. Bu gazeteler, tüccar sınıfını, özellikle uluslararası ticari dolaşım hakkında bilgilendirmiştir.

Habermas, 18. yüzyıl kamusal alanının merkezi ögesini, yüz yüze iletişim ve kamusal tartışma olarak tanımlamıştır. Bu nedenle de çeşitli kamusallıkların ortaya çıkışı ile kamusal mekânlar arasında doğrudan bir ilişki kurmuştur. Kamuoyu, toplumun çoğunluğunun kanaatleri olarak tanımlanmaktadır. Kamuoyunun ortaya çıkmasında, 18. yüzyıl basınının, kamusal otoriteden bağımsızlaşması için verdiği mücadelenin irdelenmesi önemlidir. Dönemin basınının oynadığı rolle ilgili olarak belirtilmesi gereken diğer bir önemli özellik de şudur: Gazeteler, enformasyon alışverişi dışında, kamusal alandaki siyasal etkinliklerin yeni bir biçim ve kurumsallık kazanmasını sağlamıştır.

Burjuva Kamusal Alanının Yapısal Dönüşümü

Sanayi burjuvazisi, 18. yüzyılın sonlarından başlayarak, bilimi ve teknolojiyi kendi amacı için kullanmıştır. Alt sınıfları tüketime özendirme politikasının, sömürgelerden ve dünya ticaretinden yararlanarak aktardığı “artık değer”in de yardımıyla sisteme yararlı olacağı anlaşılmıştır. Bu nedenle, 1850’li yıllardan itibaren sanayi burjuvazisi, bu yeni kültürü topluma yaymak için düzenlemelere girişmiştir. Bu düzenlemelerin başında, teknolojinin getirdiği yeniliklerin üretimde etkinliği arttırmak için kullanılması olmuştur.

“Ticarileşen basın”ın etkisiyle alt sınıflar, şu tür olanaklardan yararlanmıştır:

  • Boş zaman,
  • Aylaklık,
  • İyi konutlar,
  • Tatiller,
  • İyi eğitim olanakları,
  • Kültürel etkinliklere katılabilme,
  • İyi giyinme vb.

Kültür endüstrisi ”, kitap, gazete, dergi yayımcılığı, radyo, televizyon, sinema, internet, müzik ve reklam alanlarını kapsar. Ayrıca, eğlence endüstrileri ve ticari organizasyonlar çerçevesindeki sponsorluklar gibi kurumlar da kültür endüstrisi kapsamında değerlendirilir.

Kitle iletişiminin ticarileşmesi, giderek onun kamusal alanın bir aracı olma niteliğini geriletmiştir. Gazetelerin içerikleri tiraj kaygısıyla depolitize edilmiş, kişiselleştirilmiş ve sansasyonel hale getirilmiştir. Böylece, bir zamanlar akılcı-eleştirel tartışma platformu olan kamusal alan artık, sadece “kültür endüstrisi”nin ürünlerinin tüketildiği bir alana dönüşmüştür. Dolayısıyla, kamusal alan, bu endüstri tarafından kontrol edilip biçimlendirilen alanlardan biri haline dönüşmüştür.

Habermas (1997) kamusal alanın “yeniden feodalleşme”sini medya ile bağlantılı şu süreçlere dayandırmaktadır:

  1. Medyanın ticarileşip tekelleşmesi,
  2. Medyanın apolitikleşip, kitle kültürünün üretim aracı haline gelmesi,
  3. Medyanın reklam dünyasının bir parçası haline gelişi,
  4. Halkla ilişkilerin, kamuoyunu hedef kitle olarak gören bir tür reklamcılık faaliyeti olarak gelişimi,
  5. “Kanaat yönetimi”nin ayrı bir “bilim” haline gelişi.

Habermas (1997), 19. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak “kitleselleşen gazeteler”in ikili bir işlev üstlendiğini belirtmiştir.

  1. Gazeteler, yeni siyasal yapıya uygun biçimde özel alanın sorunlarını kamusal tartışma konusu haline getirerek politize olmuştur.
  2. “Sarı gazetecilik” örnekleri vererek bütünüyle apolitikleşmiştir. “ Sarı gazetecilik ”, kitlesel, yüksek tirajlı ve ucuz bir fiyatla satışa sunulan gazeteleri tanımlamaktadır.

John B. Thompson’a (1997) göre, çağdaş Batı toplumlarında “özel alan” şu unsurları kapsamaktadır.

  1. Kişisel mülkiyet konusu olan ve pazar ekonomisi içinde kâr elde etmek amacıyla çalışan ekonomik örgütler,
  2. Kişisel ilişkiler,
  3. Resmi ya da resmi olmayan aile ilişkileri.

Bununla birlikte, bir dizi devlet ya da yarı-devlet kurumunu içine alan “kamusal alan”, şu ögelerden oluşmaktadır:

  1. Ulusal endüstri kuruluşları ya da kamu yararına çalışan örgütler gibi doğrudan devletin sahibi olduğu kurumlar,
  2. Parlamenter kurumlar,
  3. Memurlar ve kolluk güçleri,
  4. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra, sayıları hızla artan çeşitli sosyal refah örgütleri.

Aracılık etme işlevine sahip bu kurumlar, yasal statüleri açısından devletin dışında, özel niteliğe sahiptir. Ancak, aynı zamanda yine yasal statüleri ve işleyişleri açısından kâr elde etme amaçlı özel örgütlerden de farklılık göstermektedir. Kamusal ve özel alanın doğası ve bu iki alan arasındaki sınırlar, kitle iletişiminin gelişmesiyle belli bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşüm, siyasal iktidarın ele geçirilip kullanıldığı, sürdürülmeye çalışıldığı modern toplumların devlet kurumları düzeyinde de etkilerini göstermiştir.

Günümüz Kamusal Alanı ve Medya Modelleri

Habermas’ın kamusal alan kavramsallaştırmasının temellendiği bazı özellikleri ve öngördüğü medya yapılanmasını özetle şu şekilde tanımlamak mümkündür:

  • Kamusal alan ”, olabildiğince çok sayıda insanın erişimine açıktır.
  • İçinde çok çeşitli toplumsal deneyimlerin ifade edilebildiği ve paylaşılabildiği bir forumu gerekli kılmaktadır.
  • Kamusal alanda, farklı tezler ve görüşler, rasyonel tartışma içinde mücadele etmektedir.

Medya ve Kamusal Alan ” (1986) makalesiyle Nicholas Garnham, “kamusal alan” tartışmalarının medya çalışmalarına girmesinin öncülüğünü yapmıştır. Garnham, bu çalışmasında, liberal basın kuramındaki siyasal olan ile ekonomik olan arasındaki çelişkiden yola çıkmıştır. Ona göre;

  • Liberal gelenek ekonomiyi,
  • Marksist gelenek ise siyaseti öncelemektedir.

Garnham, bu iki alan arasındaki etkileşimi incelemek üzere ilgisini medya alanına yöneltmiştir. Çünkü, bir medya kanalı hem ticari hem de siyasal bir kurumdur. Medya, “kamu yararı”na ulaşmak üzere eyleme geçen rasyonel yurttaşlara seslenmektedir. Ayrıca, yurttaşlar, devletin yönlendirdiği alışveriş pratiğiyle kendi çıkarları için özel hak ve özgürlüklerini kullanır. Bu yüzden, medya tüketicilerini de hedef kitle olarak tanımlamaktadır.

Garnham (1986), bir ulus devletin sınırları içinde yurttaşlığın belirli hak ve özgürlüklerle tanımlandığını belirtir. Demokrasilerde yurttaşlar, oy kullandıktan ya da bir kez karar verdikten sonra bunun sonuçlarına katlanmaktadır. Bu yüzden de yurttaşların kendilerini ilgilendiren konularda, ulusal düzeyde gerçekleştirilecek tartışmalara katılımının sağlanması gerekmektedir. Kamusal alan kavramı aracılığıyla, ideal bir “kamusal yayıncılık modeli” geliştirmeye çalışan bir diğer İngiliz düşünür de James Curran’dır.

Curran’ın (1991) “Medya Örgütlenme Modeli”nin çekirdeğini, kamu hizmeti ilkesine bağlı “televizyon kurumları” oluşturmaktadır. Bunu ise farklı ilkelere göre örgütlenmiş medya kurumlarının bulunduğu “dört sektör” çevrelemektedir:

  1. Ticari medya kurumlarının yer aldığı özel girişim sektörü,
  2. Gazeteciliğin bağımsızlığını ve yaratma özgürlüğünü teşvik edecek profesyonel sektör,
  3. Örgütlü çıkarlara bağlı medyanın başat olduğu;
    1. Parti gazeteleri,
    2. Alt kültür gruplarının dergileri,
    3. Ulusal bir sendika dergisi ya da yerel birliklerin bülteni şeklinde üç kattan oluşan sektör,
  4. Yenilikçi medya formlarının kurulabileceği sosyal pazar sektörü.

Curran, bu dört sektördeki medya kurumlarının, yarışan seslerin çoğulluğunu üretmek ve merkezdeki kamu hizmeti televizyonlarını besleyip canlandırmak üzere tasarlandıklarını belirtir. Murdock, iletişim ve yurttaşlık arasındaki ilişkileri birbirinden ayırmakta ve “kamu hizmeti yayıncılığı”na şu rolleri yüklemektedir:

  1. Yurttaşların gerekli enformasyon ve tartışmaya erişebilmeleri,
  2. Yurttaşların medyadaki temsillerinde, kendilerini ayırt edebilmeleri ve bunları eleştirebilmeleri,
  3. Yurttaşların medyadaki tartışmalara doğrudan katılabilmeleri,
  4. Yurttaşların, medyada kendi temsillerini üretebilmeleri ve geliştirebilmeleri.

Garnham (1995), ulus devlet odaklı medyayı ve bütüncül bir kamusal alan anlayışını savunur. Özel alanın korunması konusunda ise, klasik liberalizmin haklı olduğuna ilişkin ısrarını sürdürür. Garnham’a göre sorun, iktidara ilişkin kamusal karşıtlıkların nerede ve nasıl ortaya çıktıkları değildir. Bunların, şiddete dayanmadan nasıl çözüleceği ve politik eyleme nasıl aktarılacağıdır. Dolayısıyla, mikro alanlar ancak, makro kamusal alanla eklemlendiklerinde “gerçek kamusal alanlar” haline gelecektir. Garnham, kamu hizmeti yayıncılığı konusunda, sadece var olan duruma bakarak; kamu hizmetini, piyasa yaklaşımına tercih ettiğini söyler.

Piyasa temelli medyanın, bir kamusal alan rolü üstlenemeyeceğini iddia etmez. Bunun, piyasa yapısına ve devlet düzenlemelerinin özelliğine bağlı olduğunu belirtir.

Keane, kamusal alanın yeniden feodalleştiğini belirtir. Ona göre sivil soplumda farklı büyüklüklerde birbirleriyle bağlantılı karmaşık bir kamusal alanlar çokluğunun gelişmesi anlamı taşır. Seslendiği kitlelerin büyüklüğüne göre kamusal alanları şu şekilde tanımlanır:

  • Mikro (küçük) kamusal alanlar- düzinelerce, yüzlerce ya da binlerce tartışmacının yerel düzeyde etkileşime girdiği alanlardır.
  • Mezo (orta) kamusal alanlar- milyonlarca insanın etkileşime girdiği ulus devlet düzeyinde, kimi zaman da komşu ülkelere de taşan alanlardır.
  • Makro (büyük) kamusal alanlar- küresel ve örneğin, Avrupa Birliği gibi ‘bölgesel düzeyde artan kamulardır

Kamusal alanlar sivil toplumun ve devlet kurumlarının çeşitli dallarında, hatta pazarların ve ulus devletlerin ulaşamayacakları yerlerde de gelişebilir. Keane (2002) iktidar ilişkileriyle ilgili kamusal çatışmalara karşı, doğrudan korunan özel alanların kalmadığından söz eder.

Garnham (1995), ulus devlet odaklı medyayı ve bütüncül bir kamusal anlayışı savunur. Keane’in, Garnham’a yanıtı ise, biraz keskin bir biçemde gelmiştir. Keane, Garnham’ın muhafazakâr karamsarlığına gönderme yaparak, demokrasi anlayışının geleneksel kaldığını söylemektedir. Felsefi bir eleştiri niteliğindeki yanıtta Keane, Garnham’ın dayandığı formüllerin soyutluğu ve rasyonelliğinden söz eder. Ayrıca, büyük ideallerden kuşku duymak gerektiğini belirtir.

Curran ise merkezdeki kamu hizmeti televizyon kurumlarında birleşen birkaç katmanlı ulusal bir medya örgütlenme modeli geliştirmiştir. Garnham da benzer şekilde, ancak, şemalaşmaya gitmeden kamu hizmeti anlayışının beslediği “tek bir kamusal alan olması gerektiği”ni savunmuştur.

Kamusal alan-medya ilişkisini, gazete, radyo, televizyon vb. geleneksel medyanın yanı sıra özellikle internet yayıncılığı üzerinden de incelemek önemli açılımlar sağlayacaktır. Daha da önemlisi, çağdaş demokrasi kuramı açısından, kamusal alan ve medya konusunda farklı tezleri tartışmak gerekmektedir. Gerçekten de günümüzde dünyada ve Türkiye’de farklılıkları tanıyan, anlaşmazlık ve çatışmaları hoş gören yeni bir kamusal alanın ve iletişimin geliştirilmesi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.