MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR - Ünite 3: Kitle İletişimi, Kitle Kültürü ve Eleştirel Yaklaşımlar: Gramsci ve ‘Hegemonya’, Frankfurt Okulu, Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Kitle İletişimi, Kitle Kültürü ve Eleştirel Yaklaşımlar: Gramsci ve ‘Hegemonya’, Frankfurt Okulu, Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları

Giriş

Marx ve Engels (1976: s. 50) Alman İdeolojisinde, egemen güçleri tanımlarken maddi gücü olan sınıfların aynı zamanda egemen zihinsel güç olduğunu, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfların zihinsel üretim araçlarını da elinde bulunduracağını belirtirler ve egemen düşüncelerin aslında egemen maddi ilişkilerin fikir olarak ifade edilmiş biçimi olduğunu ileri sürerler. Maddi üretim araçlarına sahip olan veya üretimi denetleyen sınıfın, düşünsel üretimi de denetleyeceğini, egemen düşüncenin maddi ilişkilerin ifadesinden ibaret olduğunu söyler. Toplum mülkiyet sahipleri ve işçiler şeklinde iki sınıftan oluşur. Kültür ve ideoloji ekonomik altyapının üzerine inşa edilmiş üstyapılardır. Kültür, egemen ideoloji olarak işler ve temelde burjuvazinin yani yönetici, mülkiyet sahibi kapitalist sınıfın çıkarlarını ve görüşlerini yansıtır, onların otoritesini meşrulaştırmaya hizmet eder.

Marx’a göre ekonomik belirlenim, kapitalist toplumda üretim araçlarına sahip olanlar ya da bu araçları kontrol edenler, aynı zamanda düşünce üretimini de kontrol ederler. Bu nedenle egemen düşünce maddi ilişkilerin ifadesinden ibarettir. Marx, ideolojiyi temelde yönetici sınıfın fikirlerinin toplumda doğal ve normal görünmesini sağlayan bir araç olarak değerlendirmiştir. İşçi sınıfı, kendilerini, kendilerine ait olmayan fikirler aracılığıyla anlamaya yönlendirilir. Bu fikirler yöneten sınıfların yanlış bilinç üreten burjuva ideolojisinin ürünüdür. İnsanların kim oldukları, toplumla nasıl ilişkilendirildikleri ve toplumsal deneyimlerini nasıl anlamlandırdıklarına ilişkin bilinçleri doğa ya da biyoloji tarafından değil, toplum tarafından üretilir. Batı Marksizmi olarak adlandırılan yaklaşımlarda ideoloji, kültür ve genel olarak altyapı üstyapı ilişki konusunda ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Marx’ın materyalist düşüncesinde kültürün, ideolojinin, politikanın önemsiz görülmesi ve ekonomik altyapıya bağlı, bu yapı tarafından belirlenen üstyapı unsurları olarak ele alınması Batı Marksizmi adını alan yaklaşımlar tarafından eleştirilmiştir. Batı Marksizmi Marx’ın eserlerinin yeniden ele alınması ve yorumlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Devrimin şartlar oluştuğu halde Avrupa ülkelerinde bir türlü gerçekleşmemesinin nedeni araştırılmış ve ekonomik altyapı yanında kültürün, ideolojinin ve devletin rolünün önemli olduğu saptanmıştır.

Antonio Gramscı: Kültür, Politika, Hegemonya

Antonio Gramsci, 1891’de İtalya Sardinya’da, Arnavut kökenli bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelmiştir. İtalyan Komünist Partisi’nin bir üyesi, yöneticisi ve milletvekili olarak aktif bir şekilde eylemlerin içinde yer almış, Sovyet Devrimi’nden sonra Moskova ile de yakın bağlantılar içinde olmuştur. Gramsci okul yıllarında sosyalist fikirlerle tanışmış ve 1910 yılında gazeteciliğe başlamıştır. Edebiyat fakültesinde okurken, aynı zamanda sosyalist faaliyetlerin de içinde yer alan Gramsci, sonrasında okulu yarım bırakarak, sosyalist basında yazılar yazmış, grev gibi etkinliklerde yer almıştır. İtalya’da 1922’de Mussoli’nin yönetime gelmesiyle birlikte, İtalyan Komünist Partisi’nin yeniden örgütlenmesi çabalarına katılan Gramsci 1924’te milletvekili seçilmiş ancak 1926’da tutuklanarak 20 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

Kültür ve Politikanın Önemi

Gramsci, Marx’ın politika ve kültürü ihmal ettiğini savunur. Marx komünizmin geliştirilmesi için siyasal strateji oluşturmamış ve bunu gereksiz görmüştür. Aynı zamanda, devrimin gerçekleşmesi için, toplumsal hayatın değiştirilmesi, kapitalizmin dönüştürülmesi gibi süreçlerde devletin rolü üzerinde de durmamış ve bunları önemsememiştir. Marx, devrimin kaçınılmaz olduğunu, ekonomik koşullar olgunlaştığında engellenemeyeceğini düşünmüştür. Ona göre yapılması gereken tek şey ekonomik koşulların olgunlaşmasını beklemektir. Gramsci’nin Ortodoks Marksizm’den temel ayrışması da bu noktada ortaya çıkmıştır. Egemenliğin yalnızca ekonomik altyapıdan ibaret olmadığını, egemenliğin elde edilmesine ve sürdürülmesinde kültür ve politikanın da ekonomi kadar önemli etkenler olduğunu gören Gramsci, İtalya’da sözü edilen tüm şartlar olgunlaştığı halde devrimin neden bir türlü gerçekleşmediğini sorgulamış ve ekonomik altyapının yanında siyasal ve kültürel unsurların da önemli olduğunu ortaya atmıştır.

Hegemonya

Gramsci, “devletin ve yönetici sınıfın sivil toplum içindeki inançları düzenleme yetisi” olarak tanımladığı hegemonya kavramını Marksist terminolojiye sokmuştur. Hegemonya, bir toplumsal grubun entelektüel ve ahlâkî açıdan toplumu yönetme yetisi, yeni bir tarihsel blok kurma gücü olarak tanımlanır (Mattelart ve Mattelart, 1998:s.86). Hegemonya, belli güçlerin tahakkümünün ideolojik güç kullanılarak değil, kültürel liderliğin ele geçirilmesiyle sağlandığını ifade eder. Gramsci’ye göre hegemonya devletin veya yönetici sınıfın sivil toplumu düzenleme yetisidir. Hegemonya, yönetici sınıfın tahakkümünün güç kullanımına değil rıza üretimine bağlı olmasını açıklar. Demokratik sistemlerde ekonomik liderlik yeterli değildir. Aynı zamanda ahlâkî ve düşünsel boyutu da bulunan bir hegemonya kurulduğu takdirde iktidar sürdürülebilir. Çoğunluğun, içinde yaşadığı ikincil konuma ikna edilmesi için sürekli rıza üretilmesi ve bunun devamlı yenilenmesi sürecine denir. Hegemonya statik ya da sistematik değil, sürekli değişen, kesintisiz bir süreçtir.

Gramsci, siyasetin modern sınıf demokrasisinde farklı konumlar arasındaki bir mücadele olduğunu savunur. Sorun bir konumda bulunanların diğerlerini ne zaman yok edeceği değil, oyunun durumunun, güç dengelerinin ne olduğudur. Gramsci direnç ve istikrarsızlığa dikkat çeker. İdeolojik bir mücadele olarak konumlandırdığı hegemonya, çoğunluğu ikincil konumuna rıza göstermesi için sürekli olarak kurulmak zorundadır. Hegemonya bir süreliğine kazanıldığı gibi kaybedilebilir de. Bir başka ifadeyle sürekli bir hegemonya yoktur. Gramsci, Marksist kaderciliğe karşı çıkmış, kültürün içeriği yerine işlevi üzerinde durmuş, politik ideolojilerin işleyişine ve toplumdaki etkisine dikkat çekerek, Batı Marksizmi’ne ve takipçilerine önemli bir temel kazandırmıştır. Hall hegemonya kavramının, Alman İdeolojisi’ndeki basit ve mekanik formülleştirmelere göre çok daha derinlikli olduğunu belirtir. Gramsci, hegemonya kavramıyla ekonomik indirgemeciliğin uzağında konumlandırdığı iktidarın, zorlayıcı olmayan, rıza üretimi ile sürdürülebildiğini, toplumsal, zihinsel ve ahlâkî yönleri olduğunu saptamıştır.

Frankfurt: Kitle Kültürü ve Kültür Endüstri

Batı Marksizmi’nin önemli okullarından biri Frankfurt Okulu’dur. 1923’te Almanya’da kurulan ancak Nazi rejimi nedeniyle sonraki yıllarda ABD’ye taşınan Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü ile bağlantılı, farklı ilgi alanlarına sahip araştırmacılar bu okulun üyelerini oluşturur. Frankfurt Okulu, revizyonist Marksist akımlardan biridir ve Batı Marksizmi’inin önemli bir temelidir. Ortodoks Marksistler ise onları Marksizm’in dışında kabul eder. Okul temsilcileri, işçi sınıfının kapitalizmle bütünleştiğini ve devrimci bir güç olmadığını savunmuşlardır. Çünkü kapitalizm, Marx’ın görüşlerini ortaya koyduğu zamanlardan sonra çok değişmiştir ve bu nedenle Marksizm’e ait temel yaklaşımlar yeni yapıya uyarlanmalıdır. Araştırmacıların ortak noktası kapitalist modern sistemleri ve Marksizm’i eleştirmeleridir. Theodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve ikinci kuşak olarak Jürgen Habermas, Frankfurt Okulu’nun önde gelen kuramcıları arasındadır.

Sonradan Frankfurt Okulu olarak anılacak olan Frankfurt Üniversitesine bağlı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü 1923’te kurulmuş olmakla birlikte, 1933’e kadar olan dönem, bir okul olarak adlandırılmamıştır. Frankfurt Okulu temel olarak dört döneme ayrılmaktadır. İlk dönem 1923-1933 yılları arasındaki Almanya dönemidir. 1933’te Enstitü üyeleri Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte görevden alınmıştır. İkinci dönem Amerika’ya sürgün edilmeleriyle başlayan ve 1950’ye kadar süren bu dönemdir. 1950-1970 arasındaki üçüncü dönem, yeni Almanya dönemidir. Enstitünün Frankfurt Okulu kimliğini kazandığı ve eleştirel teoriyi oluşturarak Batı Marksizmi’ne katkıda bulunduğu dönemdir. 1970’ten sonra ise ilk dönem üyelerinin hayatını kaybettiği ve Habermas’ın yeni yaklaşımlarla sürdürdüğü dördüncü dönemdir. Frankfurt Okulu üyelerinin kapitalizme olan temel itirazı, modern kapitalizmin tıpkı kendi yaşadıkları 1930’ların Almanya’sında olduğu gibi faşizme dönüşebilme ihtimali veya dönüştürülebilme potansiyelidir. Kapitalizm kendini tehlikeye gördüğü zaman faşizme dönüşebilir. Okul üyeleri, tıpkı Gramsci gibi bunu, ekonomi altyapı dışında belirleyiciler bulunmasına bağlamışlar dolayısıyla ekonomik belirlenimciliği reddetmişlerdir. Diğer yandan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist rejimlerdeki istikrar ve istikrarın ürettiği ideolojik değişimler de temel sorulardan birini oluşturmuştur.

Kültür Endüstrisi

Frankfurt Okulu üyelerinin en önemli çalışma alanlarından biri, kültürün üretimi, dönüşümü ve bu değişimin kitlelerin yönetilmesinde ne şekilde kullanıldığı olmuştur. Okulun temel üyelerinden Walter Benjamin, 1936’da verdiği “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı” başlıklı seminerde, sanayi kapitalizminin yükselişi ile birlikte kültürel ve sanatsal ürünlerin dönüşüme uğradığını, kapitalizm öncesindeki kültürel ürünlerin zengin anlam taşıdıklarını savunur. Bu anlamda el yapımı sanatsal ürünler gerçektir ve yeniden üretim ile değerleri düşer.

Adorno ve Horkheimer 1940’lı yıllar boyunca ABD’de geliştirdikleri kültür endüstrisi kuramında, şirket kapitalizminin kitle kültürüne egemen oluşunu ortaya koymuşlardır. Kültür endüstrisinin etkisi, aldatıcı bir ideoloji aracılığıyla değil, kapitalizm karşısında başka bir alternatifin kitlelerin bilincinden silinmesiyle korunmaktadır. Kültür Endüstrisi kültürel ürünlerin, kapitalist sistemlerde ucuz, derinliği olmayan, ideoloji içeren bir yapıda endüstri şeklinde üretilmesini niteler. Kültür endüstrisinin amacı kârı azamileştirmektir. Bunu yaparken eleştirel olmayan, halinden memnun tüketicilerden oluşan bir kitle meydana getirir. Böylece kapitalizmin sürekliliği de sağlanmış olur. Kapitalizmdeki kültür, kitlelerde bir aydınlanma yanılsaması yaratsa da yönetici otoritereler kendi kurallarından, tüketiciler hakkındaki kendi düşüncelerinden ve kendilerinden farklı olan herhangi bir şeyi üretmezler, farklı olanı da engellerler. Kültür endüstrisi tekelleri, diğer tekeller kadar güçlü olmadığından, medya kuruluşlarının bankalara, enerji kuruluşlarına bağımlılığı örneğindeki gibi onlara bağımlıdır. rankfurt Okulu, kapitalist kültür endüstrisinin gücünün bütün direnmeleri kıran, tüm alanları işgal eden, direnişi imkansız kılan olduğunu savunmuştur. Marksist bir temele dayanmasına rağmen sınıfın ortadan kalktığını, yerini kültür endüstrisinin oluşturduğu tek boyutlu insanın aldığını ileri sürmüştür. Özellikle 1970’lere kadar kapitalizme karşı kültür endüstrisi eleştirisi oldukça güçlü bir şekilde sürdürülmüştür.

Frankfurt Okulu’nun İkinci Dönemi: Jürgen Habermas

Frankfurt Okulu’nun ikinci kuşağının en önemli ismi Jürgen Habermas’tır. 1929 yılında doğan Habermas, gençliğinde Frankfurt Okulu’nun ilk kuşak üyelerinin öğrencisi olmuştur. 1959’da Adorno’nun asistanı olarak Frankfurt Okulu’na dahil olmuştur. Habermas, ilk kuşak üyelerden bazı farklı görüşlere ve yönelimlere sahip olsa da, temelde Marx’ın kapitalizm ve tarihe ilişkin görüşlerinin yeniden yorumlanması, dönüşen kapitalist sisteme, devrimci yapısını yitiren işçi sınıfının yeni rolüne ilişkin yaklaşımlar ortaya koyması bakımından aynı çizgiyi sürdürmektedir. Ortodoks Marksist çevreler Frankfurt Okulu’nun ilk kuşağı gibi Habermas’ı da Marksist olarak görmezler. Oysa Habermas, günümüzün kapitalizmine uygun bir Marksizm yorumu üretmeyi ve tarihsel materyalizmi yeniden inşa etmeyi amaçlamaktadır. Habermas, 20. yüzyıl dünyasında, kuram ile pratik arasındaki boşluğu yeniden birleştirmek istediğini belirtir. Çünkü Marx’ın 19. yüzyıldaki öngörüleri gerçekleşmemiştir ve 20. yüzyılda gerçekleşmesi de mümkün görünmemektedir.

Habermas’a göre, Marx’ın kapitalizmin egemen ve proletarya sınıflarından oluştuğuna ilişkin görüşü temel alınabilir. Ancak proletaryanın devrim yapmasının mümkün olmadığı gibi, sınıf mücadelesi de kapitalizmin sürekliliğini tehdit edecek ya da toplumu dönüştürebilecek bir güç olabilecek durumda değildir.

Kamusal Alanın Dönüşümü

Habermas, felsefenin pek çok alanıyla ilgili üreten bir düşünürdür. Temel alanı Marksizm’in yeni kapitalist yapıya uygun bir formunu oluşturmak olmakla birlikte, çalışma alanı oldukça geniştir. Habermas’ın idealize ettiği burjuva kamusal alanı, açık kamusal tartışmayı reddeden feodal sistem içinde gelişmiştir. Antik Yunan’da benzer bir sistem kurulmuşsa da, Habermas’ın temel aldığı kamusal alan 1680 ila 1730 yılları arasında Avrupa ülkelerinde var olandır. Habermas’a göre 17. ve 18. yüzyılda Avrupa’da kafelerde bir araya gelen erkek, soylu ve entelektüel topluluk, birbirleriyle temel konuları tartışır ve görüşlerini diğerleriyle paylaşabilirdi. Bu kamusal alan, gazetelerin çıkışıyla birlikte genişlemişti. Ancak sonraki yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte kamusal alan belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirildi. Her ne kadar, kafelerde görüşlerini paylaşabilenler, erkek, mülk sahibi vs. gibi kısıtlayıcı özelliklerle sınırlı kalsa da, Habermas’a göre, bu kamusal alan yapısı, kamu için bir sözcülük görevini yerine getirebilmekteydi. En azından kamusallık ilkesi yaygınlaşmış, aklın özel kullanımı yerine kamusal kullanımının üstünlüğü öğrenilmişti. itle iletişim araçlarının etkisi ve siyasetin toplumsal hayattan kurumsal olarak farklılaşması nedeniyle çağdaş dönemde kamusal alan tamamen yok olmuştur. Çağdaş medya kültürlerinde kamusal ilgi ve faydaya ilişkin sorunlar basitleştirilmiş ve yüzeyselleştirilmiştir. Böylece yurttaşlar tüketicilere, politikacılar da sorgulanmayan medya starlarına dönüşmüştür. Habermas’ın kamusal alan yaklaşımından kaynaklanan bazı görüşler, ticari medya yerine kamu yayıncılığının yeniden ele alınmasını savunmuştur. Buna göre, kamu yayıncılığı, en azından hem devletten hem de ekonomiden görece bağımsızdır.

Louis Althusser: Üst Yapı ve İdeolojinin İşlevi

Louis Althusser 1918 yılında, o tarihte Fransa’nın toprağı olan Cezayir’de doğmuştur. Paris’te iyi okullarda felsefe eğitimi almıştır. rında kalmıştır. Bu dönemde komünizme yönelen Althusser, 1948’de Fransız Komünist Partisi’ne girmiştir. Önemli bir akademisyen, düşünür ve Marksizm’e getirdiği yorumlar ile 1960 sonrasının düşünce ortamını etkileyen biri olmuştur. Althusser, 1960’larda, Marksizm üzerine yazdığı eserlerde ve verdiği konferanslarda, Marx’ın tamamen yanlış anlaşıldığı, yeterince değerlendirilmediği gibi bir radikal iddia ile ortaya çıkmıştır. Althusser’e göre Marx kendi içinde epistemolojik bir kopuş yaşamıştır. Marx, erken dönem yazılarında örneğin Ekonomik ve Felsefe El Yazmaları eserindeki yaklaşımlarında felsefesinin düşük ve olgunlaşmamış bir boyutunu ortaya koyar. Bu eserlerde kültür ve politikaya bağımsız bir işlev veren yaklaşımlar arayan Althusser, üretim araçlarından ve üretim tarzından oluşan bir ekonomik temelin bulunduğu kabul eder. Ancak bu ekonomik temelin yanında, devlet ve hukuk sisteminden oluşan bir politik yapı ve kilise, siyasal inançlar vs.’den oluşan bir ideolojik yapının bulunduğunu savunur.

Üstyapının Göreli Özerkliği ve Altyapının Belirleyiciliği

Althusser, yapısalcı bir yaklaşımla hareket ettiği için, başta altyapı üstyapı ilişkisi olmak üzere, kültür, ideoloji, toplumsal ve siyasal yapı arasındaki işleyişi ele alır. Toplum ekonomik, siyasal ve ideolojik pratiklerden oluşur. Ekonomik pratik, üretim tarzını, insan emeği ve üretim araçlarını kullanarak bitmiş ürün elde etme sürecidir. Siyasal pratik de benzer sürecin sosyal ilişkilerdeki adıdır. Althusser’e göre kapitalizm üretim koşullarını yeniden üretir. Yeniden üretim, emeğin, sermaye sınıfının kurallarına uymasını sağlamayı amaçlar. Althusser üstyapıya geleneksel Marksizm’den daha fazla güç atfetmiş ve üstyapının temelden göreli bir özerkliği olduğunu savunmuştur. Ancak yine de son tahlilde ekonomi belirleyicidir. Altyapı ya da ekonomik temel, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği, temeli oluşturur. Hukuki, siyasal yapı yani hukuk ve devlet ile ahlâkî, dini, siyasi, hukuki inanışlardan ve çeşitli ideolojilerden oluşan ideolojik yapı ise üstyapının iki “kerte”sini oluşturur.

İdeoloji: Gerçek Koşullarla Hayali İlişkiler

Althusser, ideoloji konusunda da geleneksel Marksizm’den farklı görüşler ortaya koymuştur. İdeolojinin yapısı ve işleyişini açıklamak için ilk tezi, “İdeoloji, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkileri temsil eder” şeklindedir. Althusser’in ideolojiyle ilgili ikinci tezi ideolojinin maddi oluşudur. İnsan bir özne olarak doğar. İçinde yaşadığı, görünen/aşikâr ideolojide özne olarak konumlanır. İdeolojiler insanları özneler olarak konumlandırır. Bu durumda birey kendisini işçi sınıfının üyesi olarak tanımlamak yerine, örneğin dini inancı ya da etnik kökenine göre tanımlar.

Devletin Baskı Aygıtları ve İdeolojik Aygıtları

Alhusser’in yaklaşımında devlet, öncelikle ve Marksist yaklaşımın pek çok kuramcısına göre açıkça baskı aracıdır. Marx’ta ve Lenin’de devlet, artık değerlerin zorla elde edilmesine yani kapitalist sömürüye boyun eğmesi için, burjuva sınıfının işçi sınıfına baskı yapabilmesini sağlayan aygıt olarak değerlendirilir. Althusser, bu anlamda devleti Marksizm’deki klasik devlet aygıtı olarak ele almaktadır. Devlet, hukuki pratiklerin gereği olarak varlığını ve zorunluluğunu kabul ettiğimiz özelleşmiş aygıttır. Yalnızca polis, mahkemeler, hapishaneler değil, gerektiğinde proletaryaya müdahale edebilen ordu ve bütün bunları yöneten hükümetler, devlet başkanları ve tüm yönetimden oluşur. Devletin İdeolojik Aygıtları Althusser’e göre, devlet, baskı aygıtları yanında, zor kullanmak yerine ideoloji kullanarak işleyen ideolojik aygıtları da kullanır. Sivil yapıda olmalarına rağmen devlet kurumu gibi işleyen bu ideolojik aygıtların başlıcaları; kilise, okullar, hukuk sistemi, siyasi sistem, sendikalar, kitle iletişim araçları, edebiyat, güzel sanatlar, spor gibi kültürel kurumlardır.

Althusser DİA’lar ile baskı aygıtlarının arasında sürekli, görülen ya da görünmeyen bir işbirliği ve birbirini tamamlayan işleyiş olduğunu belirtir. Yönetici sınıf, devlet iktidarını elinde tutuyorsa, devletin baskı aygıtlarına da yön veriyor demektir. Bu sınıf aynı zamanda ideolojik aygıtlarda da belirleyicidir. Tabii ki, yöneticiler baskı aygıtlarını doğrudan kullanırken, ideolojik aygıtları kendi ideolojilerine göre yönlendirmek için başka yollar izlerler. Althusser’e göre, hiçbir sınıf, devletin ideolojik aygıtları üzerinde ve içinde kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz. İdeolojik egemenlik yani iktidardaki bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenlik kurması ancak ideolojik aygıtların kullanımı ile mümkündür. Sonuç olarak, ideoloji Althusser’de maddi pratiğin ayrılmaz parçasıdır. Dönemine olan büyük etkisi ve Marksizm’deki ideoloji açıklaması sorununa getirdiği yeni açılıma rağmen Althusser’in teorisinin bazı yetersiz ve anlaşılmaz yönleri de bulunmaktadır. Örneğin Althusser, yapısal işlevselci yaklaşımı nedeniyle sınıf mücadelesini açıklayamadığı yönünde eleştirilmektedir. Çalışmaları fazlasıyla soyuttur ve bunları gerçek insanların gerçek mücadeleleri ile ilişkilendirememiştir. İnsanların kendi özgürlüklerini kurma ve tarihlerini yaratmada etkin olmadıkları yönündeki değerlendirmesi eleştirilmiştir. Althusser, insanların toplumsal koşulları değiştirmek için çaba göstereceklerini göz ardı etmiştir.

Althusser proleter devrimin gerçekleşmesi konusundaki kötümserliği nedeniyle de Ortodoks Marksistler ve Gramsci’nin takipçileri tarafından eleştirilmiştir. Devrim, Marx’a ve geleneksel Marksistlere göre, koşulları olgunlaştığında kendiliğinden gerçekleşecektir. Gramsci ise devrimin organik aydınların dönüştürülmesi, sosyalist aydınların oluşturulması, sınıflar arasında ittifakların kurulmasıyla oluşacak dayanışmacı blok tarafından gerçekleştirilmesi ihtimali bulunduğunu belirtir. Althusser daha umutsuzdur. Ona göre devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının sarmaladığı ve özneler olarak çağırdığı, mutlu bireylerden oluşan sınıfların devrimi gerçekleştirmesi mümkün değildir.