MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR - Ünite 1: Eleştiri Nedir? Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Eleştiri Nedir?

Günlük-Gündelik Dilde Eleştiri ve Eleştiri Kavramı

Eleştiri sözcüğünü günlük dilde tek başına kullandığımız gibi, bazen de “eleştirel bakış”, “eleştirel yaklaşım” ya da “eleştirel düşünce” gibi tamlamalar şeklinde de çok sık kullanırız ya da yine kullanıldığına tanık oluruz, duyarız. Bu tamlamalarda da eleştiriyi “sorgulama”, “fikir yürütme” ya da “yorum”la eş anlamlıymış gibi kullanırız.

Kavram olarak eleştiri; bir olgunun, bir durumun ya da nesnenin, onu o yapan özgün niteliklerinin, belli bir ölçüt esas alınarak saptanması ve ortaya konması demektir. Bu durumda bir eleştiri için şu üç koşulun bir arada, aynı anda bulunması gerekir:

  • Bir olgu, bir durum ya da bir nesne
  • Doğruluğu, geçerliliği denenmiş, sınanmış bir ölçüt
  • O şeyin (olgu, durum, nesne) niteliklerini bulup çıkarabilen, bir ölçütü tanıyıp kullanabilen ve bulgularını ifade edebilen bir özne (eleştireneleştirmen)

Bireysel Bağlamda Eleştiri

Bireysel bağlamda eleştiri, her şeyden önce (ya da eleştiri sözcüğüne yüklenen yermek, kusur bulmak, kötülemek vb. tüm yan anlamlardan önce) bir hak ve özgürlüktür. Kişinin kendisine sunulan şey ne olursa olsun ve hangi kaynak ya da otoriteden gelirse gelsin, o şeyi kendi aklının süzgecinden geçirmeden kabul etmeme hakkı, özgürlüğüdür. Bu özgürlük sadece kişinin kendi dışında olanları değil, kendini de eleştirmesi, eleştirebilmesiyle - ki buna “özeleştiri” diyoruz - bir sorumluluğa; kendisini sürekli sorgulayan, dolayısıyla geliştiren-yetkinleştiren bir bilince giden yolu da açacaktır.

Toplumsal Bağlamda Eleştiri ve Eleştirel Düşünce

Toplumsal bağlamda ya da boyutta eleştiri; eleştirel düşünme, düşünebilme ortamının yaratılması, korunması ve bireyin en doğal hakkı olan eleştiri hakkını sonuna kadar, özgürce kullanabilmesi anlamında modernmodernlik-modernite-modernizm kavramıyla doğrudan bağlantılı olarak görülebilir. Modern, modernite ve modernizm ele aldığımız konu açısından özel anlamlar içeren kavramlardır. Günlük yaşamımızda ve gündelik dilde modern sözcüğünü genellikle çağdaş, medeni anlamında kullanırız ya da böyle bir anlam yüklemeye çalışırız. Bunun nedeni, belki de biz farkında olmasak da modern sözcüğü ile “yeni - yenilik” arasında kurduğumuz bağ veya yakınlıktır. Ortaçağın ardından Rönesans ve daha sonra Aydınlanma hareketiyle birlikte modern sözcüğü farklı bağlamlarda (toplumsal, ekonomik, bireysel, kurumsal vb.) farklı anlamlar içerse de genel olarak bir eskiden kopuşu, köklü (radikal) bir değişimle birlikte eskiden yeniye geçişi ve güncelliği dile getirir. Modernite kavramı ise he ne kadar modernmodernlik ve modernizm kavramlarıyla ilişkili olsa ve ortak bir bağlama dayansa da, modern ve modernizmden farklı, kendine özgü anlamı olan bir kavramdır. Modernite de eski ile bir karşıtlığı ve geleneksel olandan kopuşu ifade eder ancak bu karşıtlık ve kopuş bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki köklü değişim ve dönüşümü kapsar. Modernizm ise modern ve modernite kavramlarıyla ilişkili olmakla beraber, kültür tarihi açısından özel bir anlam taşır ve XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan toplumsal (bilimsel, teknolojik, siyasi ve felsefi) değişim ile özellikle sanat alanındaki değişimi, dönüşümü vurgular.

Batının yazdığı tüm bir kültür ve uygarlık tarihi eleştirel aklın yazdığı tarih olarak okunabilir. Eski Yunan filozofu Sokrates’in “Sorgulanmayan, üzerinde düşünülmeyen hayat yaşanmaya değmez” diyerek öncülüğünü yaptığı bu anlayış binlerce yıl öncesinden günümüze kadar uzanan eleştiri anlayışıdır ve modernizmin felsefi olduğu kadar toplumsal temelleri de aynı eleştirel bakış üzerine inşa edilmiştir. Söz konusu bu eleştiri anlayışının, doğrudan doğruya akıl ve akılcılıkla temellendirilmesini ise XVIII. yüzyıl Aydınlanma Felsefesine ve bu felsefenin önde gelen filozoflarından birisine; eleştirel felsefenin kurucusu olan Immanuel Kant’a (1724-1804) borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Ona göre, insanın acizliğine neden olan şey, kendi aklını bir başkasının yardımına ya da kılavuzluğuna başvurmadan kullanmaya cesaret edememesidir. Kant’tan önce söz konusu bu şüpheyi duyan ve nihayetinde “düşünüyorum, öyleyse varım” diyerek, insanın şüphe duymadan erişebileceği tek bilginin yine akıldan, akılcılıktan kaynaklanan bilgi olduğunu kanıtlayan René Descartes (1596-1650) dır. Bu açıdan baktığımızda, Descartes ve Kant ile birlikte, modernizm, insanın kendi aklını kullanma cesaretini göstermesi, hatta bununla da yetinmeyip, aklın kendi kendisini eleştirebilmesi ve sınırlarını keşfetmesi olarak tanımlanabilir.

XVIII. yüzyıl, daha önce yalnızca felsefenin sınırları içinde kalan akıl ve akılcılığın topluma, toplumsal yaşama ve bu yaşamı düzenleyen kurallara, kurumlara uygulanmasıyla yeni bir boyut, yeni bir anlam kazandığı yüzyıldır. XIX. Yüzyıl ise Aydınlanma Felsefesinin yaşama geçirilmesiyle birlikte bilim, teknoloji ve endüstri alanında baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı bir yüzyıl olarak karşımıza çıkar. Bu dönem, toplumsal ve tarihsel ilerleme düşüncesine; yani insanlığın daha iyi bir geleceğe doğru güçlü adımlarla yürüdüğüne inanılan, güven duyulan bir dönemdir. Tarihsel ve toplumsal ilerlemeye duyulan bu güvenin fikri temeli akılcılık ise, yöntemi olguculuk (pozitivizm), temel ilkesi de belirlenimcilik (determinizm) dir. Bir yöntem olduğu kadar bilim felsefesi olarak da tanınan pozitivizm olgu ile değeri birbirinden ayırır ve insan için olanaklı tek bilginin olgulara dayanan, gözlemlenip sınanabilen, ölçülebilen bilgi olduğunu söyler. Olgular arasında neden sonuç ilişkisi kurmamızı sağlayan ise determinizmdir ve determinizme göre aynı nedenler aynı koşullar altında zorunlu olarak aynı sonuçları doğurur.Modernizmin felsefi kaynakları ve temelleri paradoksal olarak hem akılcılık ve pozitivizmle hem de pozitivizme ve akılcılığa karşı çıkışla belirlenir. Sonuç olarak bireysel bağlamda da toplumsal bağlamda da eleştirinin, eleştirel düşüncenin temelinde “akıl” ve “akılcılık” olduğu söylenebilir.

Eylem Olarak Eleştiri: Değerlendirme

Eleştiri sözcüğünü en geniş anlamıyla tanımlamak istersek, gerçeği ortaya koymak amacıyla yapılan yargılayıcı inceleme ya da tartışma diyebiliriz. Sözcüğün bu geniş anlamıyla, yaşamın her alanında, her konuda, yöntemli yöntemsiz, araştırma, inceleme, yargılama yani eleştiri vardır ve sürüp gidiyor diyebiliriz. Öte yandan eleştirinin bir de yalnızca özünü içeren dar anlamı vardır. Bu özü tek bir sözcükle ifade etmek istersek, “değerlendirme”dir diyebiliriz. Değerlendirme uğraşı ya da eylemi ile “değerler” ve “değer” kavramı arasında da güçlü bir bağ vardır. Değer, yani herhangi bir varolanın, bir şeyin değeri, o şeyin kendisiyle aynı türden şeyler arasındaki özel yeridir. Sözgelimi, Amasya elmasının “değer”i, bu elmanın başka elma türleri arasındaki özel yerine ilişkindir. İnsanın değerinden farklı olarak “insanın değerleri” dediğimizde ise anlaşılması gereken şey, insana özgü olan başarılardır yani bilimdir, sanattır, felsefedir, bilgidir, tekniktir ya da kısaca kültürdür.

Değer Yakıştırma (Atfetme), Değer Biçme ve Değerlendirme

Bir şeyi değerlendirmek için ya da değerlendirmek adına doğru ölçüt bulunmadığı durumda, onun yerini tutabilecek bir başka ölçütün bilinçli olarak kullanılması durumunda elde edilen değere, değer yakıştırma diyebiliriz. Değer biçme ise değerlendirilecek şey ne ise o şeyin kendi değerini göstermek, bulmak, belirlemek yerine geçerli bir kurala, kurama (teori), norma, çoğu zaman da moda olan genel geçer bir ilkeye, ölçüte dayanarak o şeyi nitelendirmek, değerlendirmektir. Değer yakıştırmadan ve değer biçmeden ayrı olarak, “değerlendirme” ya da doğru değerlendirme (değerini bulma) dediğimiz şey ise doğru ölçüt kullanarak, ölçüt verilerini doğru okuyarak ve ifade edilerek yapılan değerlendirmedir diyebiliriz. Değerlendirme, değerlendirilecek nesnesine (objesine) göre farklı şekillerde anlamlandırılıp, sınıflandırılabilir. Buna göre;

  • Olayların ve durumların değerlendirilmesi
  • İnsan başarılarının (Sanat, teknik-teknoloji, bilim, felsefe vb.) değerlendirilmesi
  • Tek tek yapıtların değerlendirilmesi
  • Bir insanın değerlendirilmesi
  • Kişi değerlerinin ve kişilerarası ilişkilerde değerlerin değerlendirilmesinden söz edilebilir.

Birbirinden ayrı, farklı olan bu değerlendirmelerin tümü için geçerli bir doğru değerlendirme yapabilmek demek, değerlendirme nesnesinin (olay durum, yapıt, insan, insan başarıları, kişi değerleri ve kişilerarası ilişkilerdeki değerler) onu o yapan kendine özgü niteliklerin, değerinin saptanması, ortaya konması ve ifade edilmesidir diyebiliriz.

Sanat ve Eleştiri

İnsan başarılarının tümünü «kültür» başlığı altında toplayabiliriz. Kültür, en genel anlamı-tanımı ile, insan için, insanlık için, insanlar tarafından hatta kimi insanların karşı çıkmalarına rağmen, yapılmış, yaratılmış, bulunmuş, kurulmuş olan her şeydir. Bu tanıma göre kültürün saç ayağını oluşturan üç temel öğeyi de bilim, sanat ve felsefe olarak sıralayabilir; bilimsel bilgi, felsefi bilgi ve sanattan elde edilen bilgi arasında benzerlikler ve farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin yansız gözlem ve sistemli deneye dayalı nedensel ilişkileri araştıran zihinsel etkinliklerin ortak adına “bilim” diyebiliriz. Bilimsel bilgi akıl yoluyla elde edilen, neden-sonuç ilişkisine dayanan, deneyi dolayısıyla deneme yanılma yöntemini kullanan, ardardalık ilkesiyle (kendinden önceki bilgiye dayanan) hareket eden, süreklilik içeren, karşıtı kanıtlanmadığı sürece doğru kabul edilen, dolaylı yoldan edinilebilen ve genellenebilen bilgidir. Felsefe ise adından hareketle (philosophy: iki sözcüğün birleşmesi ile oluşmuş bir sözcüktür. Philo, yani sevgi ve sophy, yani bilgi, bilgelik) bilgi-bilgelik sevgisi ya da bilgi ile, bilgelikle dostluk olarak tanımlanabilir. Felsefi bilgi “kavram” düzeyinde elde edilen bilgidir ve felsefenin en önemli görevlerinden birisi de kavramlara açıklık getirmek, anlaşılır kılmaktır. Kavram dediğimiz şey ise “anlam çatısı” olarak nitelendirilebilir.

Bilimi ve bilimsel bilgiyi, felsefeyi ve felsefi bilgiyi ortak bir paydada buluşturanın ise “insan” olduğu, insanı anlamaya ve açıklamaya çalışmaları olduğu söylenebilir. Tıpkı bilim ve felsefe gibi sanatın da öncelikli işlevi dünyayı, insanı, insanın anlam dünyasını anlamaya ve anlatmaya çalışmasıdır. Sanatın öncelikli işlevi, dünyayı, yaşamı, insanı ve insan yaşamını yeni bir açıdan görme, idrak etme, yorumlama ve değerlendirme biçimi sunmasıdır da denebilir. Ülkemizin değerli düşünürlerinden biri olan Nermi Uygur’un (1925-2005) deyişiyle “sanat, insana kendisini öğretendir.” Ya da ünlü Fransız filozofu ve sanatçı Jean Paul Sartre’ın (1905- 1980) deyişiyle “sanat, dünyayı, özellikle de insanı öteki insanlara gösterendir. Dil içindeki her dil (beden dili, kimya-matematik dili, spor dili vb.) belli bir “bilgi” alanını bulgular, betimlerken, sanatın dili de sürekli değişen “insanlık durumu”nu dile getirir. “İnsanla ilişkisi dışında bir dünya bilmiyoruz; bu ilişkinin izinden başka bir şey olan bir sanat da istemiyoruz.” diyen Goethe’nin dile getirmek istediği şey de aynı “insanlık durumu”dur.

Felsefede insan ve insana ait anlam dünyası ancak kavram olarak, kavram düzeyinde yer alır. Sanattan farklı olarak bilim de mevcut nesnenin sınırlandırılmış belirli bir alanını kendisine nesne yapar. Fizik mevcut nesnenin fiziksel yönüyle, kimya kimyasıyla ilgilenir. Sosyoloji, insanı toplumsal bir varlık olarak ele alır ve inceler. Psikoloji, insan davranışları ve bu davranışın ardındaki psişik süreçlerle kendini sınırlar. Sanatçı ise mevcut nesnenin şu ya da bu bölümünün sınırları içinde kalmak zorunda değildir. Sanatçı kendisine konu olarak neyi seçerse seçsin (canlı ya da cansız doğa), odağa insanı, insanın anlam dünyasını alır, insan ile arada bir bağ kurar ve bir yaşantıya ya da yaşantı olanağına işaret eder, gösterir, duyumsatır. Ayrıca sanatçı zaman ve mekânda gerçekleşmesi olanaksız olanı da araç olarak kullanabilir. Sanatın ve bilimin gerçeklikteki mevcut nesne ile kurduğu bağ da farklıdır. Bilim adamı mevcut nesne ile arasında bağ kurup onu kendi zihinsel nesnesine dönüştürürken nesneyi ne ise o olarak algılayıp, kavramaya çalışır. Nesneyi ne ise o olarak algılayıp kavramasını engelleyecek şeyleri ise (inanç, kanı, kişisel tutum, kimi özel istekleri vb.) parantez içine alması ya da dışarıda bırakması gerekir. Sanatçının ise mevcut nesnesine yaklaşımı ve onu kendi zihinsel nesnesine dönüştürmesi öznel dünyasından (yani dünyagörüşü, yaşamı ve insanı algılayışı, anlamlandırışı vb.) ayrı düşünülemez. Sanatçı için mevcut nesne “ne ise o” değil, bir olanaktır.

Eleştirel Düşünce ve Aydın Kimliği

Rönesans’tan itibaren, yaklaşık 19. yüzyıla kadar Avrupa’da entelektüeller, aralarında başta filozof ve bilim insanları olmak üzere, yüksek kültür ürünlerini ve değerlerini yaratan, tarihin akışını değiştirebilen saygın insanlar olarak görülmüştür. Ancak özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kitle kültürünün yükselişiyle birlikte entelektüellerin toplum içindeki saygın konumu sarsılmaya başlamış, nihayet 20. yüzyıla geçildiğinde toplumun kültürel gelişimine öncülük eden, düşünceleriyle, yapıtlarıyla topluma değer katan insanlar olmaktan çıkarak kamusal alanın veya yönetim kurumlarının maaşlı çalışanları haline gelmiş ya da getirilmişlerdir. Bu açıdan baktığımızda herhangi bir konuda derinlemesine, kapsamlı bilgi sahibi olana ya da uzmana aydın denilemeyeceği gibi, her bilim insanına, filozof ya da akademisyene de aydın denilemeyeceği söylenebilir.

Fransız yazar, filozof Jean Paul Sartre’a göre aydın, kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan, küresel insan ve toplum kavramı adına kabullenilmiş gerçeklerin ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan kişidir. ydın kimdir sorusunun Batıdaki, Avrupa’daki en yetkin karşılıklarından biri olarak modern edebiyatın, roman sanatının tanınmış ismi Emile Zola ve onun Dreyfus Olayı (ya da Dreyfus Davası) adlı yapıtı gösterilir.

Dreyfus Olayı, adaletin siyasete kurban edilişinin ve tarihte haksız suçlamaların simgesi haline gelmiş bir davadır. Fransız ordusundan görev yapan Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Yahudi kökenlidir ve Yahudi düşmanlığı yalnızca Almanya’da değil, Fransa’da da yaygınlık kazanmaya başlamış, giderek güçlenir hale gelmiştir. Elde yeterli bir delil, kanıt olmamasına rağmen, uydurmadüzmece-sahte delillerle, Almanlara bilgi sızdırmakla, dolayısıyla casusluk ve vatan hainliği ile suçlananYüzbaşı Dreyfus›un daha yargılanmasına başlanılmadan, medya (gazeteler) aracılığıyla kamuoyu oluşturulur ve suçlu ilan edilir. Dava 1984’de görülmeye başlanır. Sanığın savunma hakkını ve muhakeme usulünü hiçe sayan bir “gizli dosya” hazırlanır ve düzmece bir mahkeme kurulur. Dreyfus yedi yargıcın oybirliği ile müebbet hapse mahkûm edilir. Temyiz başvurusu kabul edilmez ve rütbeleri sökülerek, cezasını çekmek üzere Şeytan Adası›na gönderilir. Yüzbaşı Dreyfus›un casuslukla suçlanmasının ardında yatan asıl neden Yahudi olması ve toplumda etkinliği giderek artan Yahudi düşmanlığıdır, ırkçılık ve bağnazlıktır. Fransız Genel Kurmaylığı adil bir yargılamadan yana değildir çünkü sanığın aklanması demek genelkurmaylığın saygınlığını kaybetmesi demektir. Bakanlık, dolayısıyla siyaset de kendi siyasi geleceğini tehlike atmamaktan yanadır. Basın ise yine kendi çıkarları uğruna toplumdaki bağnazlığı, ırkçılığı kışkırtır ve uydurma-yalan haberlerle Dreyfus’un mahkûm edilmesi için elinden gelen her şeyi yapar. Sonuç olarak Dreyfus Davası sıradan bir casusluk davası olmaktan çıkarak, ordunun, meclisin, hükümetin, basının, sanatçıların, aydınların ve tüm bir toplumun taraf ya da karşı taraf olduğu; tek bir kişinin suçlu ya da suçsuz olmasının ötesinde daha başka anlam, önem ve boyut kazanan bir mücadeleye dönüşür. Söz konusu bu mücadele, bu dava 12 yıl sürer ve 1906’da Yüzbaşı Dreyfus’un beraatı ile sonuçlanır.

Emile Zola, sanatçı, roman yazarı kimliğinin yanısıra “aydın” kimliği ile haksız yere suçlanan Dreyfus’un yanında durur, onu savunur. Doğalcı (natüralist) ve gerçekçi (realist) bir yazar olarak bir bilim insanı, bir hukukçu titizliğiyle, olabildiğince nesnel olarak bu davayı inceler, gerekli bilgileri toplar ve suçlamanın ardında yatan asıl nedeni, yani topluma ve toplumun tüm kurumlarına salgın bir hastalık gibi yayılan bağnazlığıırkçılığı görür. Eşine yazdığı bir mektupta, gece uyku tutmadığını, bu haksızlığa, adaletsizliğe karşı sessiz, suskun kalamayacağını, başına gelebilecek her türlü kötülüğe, zarara-ziyana rağmen gerçeği haykıracağını ifade eder.