MİMARLIK TARİHİ - Ünite 4: 1950 Sonrası Türkiye’de Mimarlık Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: 1950 Sonrası Türkiye’de Mimarlık

Giriş

Bu ünitede Türkiye Cumhuriyeti Mimarlık Tarihinin “1950 sonrası dönemi”, “1950-1980 arası dönem” ve “1980 sonrası dönem” olmak üzere iki ana başlık altında ele alınmıştır.

“1950-1980 arası dönem”, kendi içinde 1960 öncesi ve sonrası olarak değerlendirilmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonundan 1960’lara kadar olan dönem bir toparlanma ve geçiş dönemidir. Batı mimarlığında farklı biçim arayışları gündemi oluşturmamış, ekonomik ve rasyonel çözümler ön plana çıkmıştır. Savaş döneminde Avrupa’daki totaliter rejimlerin modern mimarlığa karşı tavır içine girmesi sonucu ABD’ye göç eden modern mimarlık öncüleri, Avrupa modern mimarlık anlayışının ABD koşullarında yeniden yorumlanmasına ortam hazırlamış ve böylelikle “Uluslararası Üslup” ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise, 1950’lerde yeni ekonomik model ve dışa açılma politikasının bir sonucu olarak, dönemin Batı mimarlığını oluşturan katı rasyonel anlayıştaki Uluslararası Üslup geçerli olmuştur.

1960 sonrası dönem, mimari arayışların ve tasarım çeşitliliğinin yoğun olduğu, Batı’nın ekonomik açıdan refaha kavuştuğu, farklı arayış ve taleplerin oluştuğu, teknolojik gelişmelerin hız kazandığı, çoğulcu bir dönemdir. Uluslararası Üslubun kimliksiz ve tekdüze çevreler oluşturmasına yönelik eleştiriler, bu dönemde Batılı mimarların kavramsal tartışmaları ve ayırt edilebilir olma yönünde biçim arayışlarını gündeme getirmiştir. Modern mimarlık kendi içinde dönüşerek geç modern mimarlık dönemine girmiş, Batı’da Post-modern mimarlık ortaya çıkmıştır. Post-modern yaklaşım dışında bu yaklaşımların Türkiye’deki mimarlık ortamını belli ölçülerde etkilediği görülmektedir. Türkiye’de, yeni anayasanın getirdiği özgürlükçü ortam, Batı’daki bu çoğulculuk anlayışı ile etkileşim içinde olmuştur. Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinin ortaya çıkardığı toplumsal gelişmeler ile ekonomik, teknolojik ve yasal yetersizlikler, bu etkileşimin olumlu yönde gelişmesini engellemiştir.

1980’li yıllar Dünyada küreselleşme dönemi, Türkiye’de ise dünyadaki ekonomik etkilerle materyalist bakış açısının ve tüketim kültürünün hâkim olduğu, değerlerin aşınıma uğradığı dönemdir. Bu dönemin mimarlığa yansıması da her şeyin bir arada bulunduğu bir anlayış olarak gerçekleşmiştir. Günümüz mimarlığı da bu dönemin uzantısı olarak devam etmektedir.

Savaş Sonrası Yeni Dönem ve 1950’ler Modernizmi

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Türkiye, Batı dünyasının yeni oluşturulan uluslararası organizasyonlarında yerini almış, ekonomik açıdan da Batı dünyasının düzeninin bir parçası haline gelmiştir. ABD’den Marshall Yardımı(1948-51) adı altında ekonomik kalkınma yardımı alınmıştır. Bu dönemde çok partili sisteme geçilerek demokrasinin kurulması modern Türkiye tarihindeki siyasi açıdan en önemli dönüm noktasıdır. 1950’lerden itibaren liberal ekonomi politikaları benimsenmiştir. Önceki dönemlerde endüstriyel kalkınmaya verilen öncelik bu dönemde tarıma yöneltilmiş, demiryolları yerine karayollarının, devlet yerine özel sektörün geliştirilmesine önem verilmiştir. Uluslararası sisteme açılış ve benimsenen modelin Türkiye’nin mimarlık geleneğinde oluşturduğu değişiklikler şöyle sıralanabilir:

  • Osmanlı’dan bu yana yapı talebinin kaynağı, kamu yapıları aracılığıyla daima devlet iken, 1950’lerden sonra mimarlığı yönlendirmede artık gelişmeye başlayan özel sektörün istekleri, beğenileri ve değer yargıları da egemen olmaya başlamıştır.
  • Türkiye mimarlığının tipolojik programına, yeni ekonominin ve genişleyen iş hacminin gereksinimleri doğrultusunda ofis-büro, market vb. gibi yeni yapı tipleri katılmıştır.
  • Marshall Yardım’ının tarımda makineleşmeye yöneltmesiyle, işgücü kırsal alandan kentlere göçe başlamış, bu durum kentlerin fizik yapısını ve mimarlığın geleceği dramatik biçimde etkilenmiştir.
  • 50’li yıllar Türkiye’sinde yapı sektörü hızla canlanmasıyla büyük miktarda lüks yapı malzemesi dışalımı gerçekleşmiştir. İthal edilen malzemeler bağlı oldukları kullanım, biçim ve bunların gerisindeki düşünce kalıplarını da beraberinde getirmişlerdir.

1954’te Mimarlar Odası’nın kurulması, bu dönemde mimarlar açısından ortaya çıkan diğer bir önemli gelişmedir. Mimari stillerin yönlendirilmesinde en önemli araç olan mimarlık yarışmalarının kontrolünün Mimarlar Odası’na bağlanmasıyla, kamu mimarlığının yaratılması artık sadece devlet tarafından kontrol edilmemeye başlanmıştır. Yapı etkinliğindeki artış ile birlikte mimarların sosyo-ekonomik statüsünün yükselirken, 1956 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin kurulması mimarlık eğitimi konusundaki tek gelişme olmuştur.

Savaşın bitiminden itibaren gerilemeye başlayan ulusalcı ideolojinin mimarlık alanında etkinliğini yitirmesi, 1950’lere doğru gerçekleşmiştir. 1960’ların başına kadar süren dönem, Türk mimarlığının dış yayınlarla ve dış etkilerle beslendiği, evrensel bir tutumun ifadesi olan bir dönemdir. Bu dönemde mimarların kendilerini Batı’nın bir parçası saymasıyla birlikte, Türkiye için Batı’nın anlamı İkinci Dünya Savaşı sonrasında değişmiş ve Batı’nın lideri olarak ortaya çıkan ABD, Türkiye açısından yeni bir model oluşturmuştur.

1950’li yıllarda, “Uluslararası Üslup”, “Rasyonalizm” ya da “Fonksiyonalizm” diye adlandırılan eğilimin, biçimlendirici olarak hakim olmasında, uluslararası sisteme açılış ve iletişim ortamının ve özellikle yabancı yayınların büyük rolü olmuştur. Uluslararası Üslubu uygulayan ünlü mimarların dünyanın çeşitli ülkelerinde yaptıkları tasarımlarından etkilenilirken, Türkiye koşullarına, çevrenin kültür ve fizik yapısına veya teknolojik düzeyine uygun olup olmadığına bakılmaksızın tasarlanan konuya uyarlanmıştır

Uluslararası Üslup, Türkiye’de genel olarak Ulusal Mimarlık Akımı ideolojisi ile yetiştirilmiş mimarlar tarafından uygulanmıştır. Türkiye’de 1950’li yıllarda mimarların gelişmiş ülkelerdeki mimarlık hareketlerini sadece yabancı dergilerdeki fotoğraflardan izleyerek tanımaları sonucu tasarımların çoğu proje aşamasında kalmış, uygulanabilenler ise Türkiye’deki yapı teknolojisinin az gelişmişliği nedeniyle yüksek maliyetli olmuş ya da yapım aşamasında değişikliğe uğramıştır. Mimarlık eğitimi bağlamında, Uluslararası Üslup ile tanışan öğrenciler, ilk tasarımlarını Batı’daki uygulamaları biçimsel olarak taklit ederek gerçekleştirseler de, sonraki dönemlerde mimarlık okullarının eğitim kadrolarının Batı ülkelerine giderek çalışma fırsatı bulmaları, Uluslararası Üslup’un ilkelerinin daha derinden anlaşılarak benimsenmesini sağlamıştır.

Modern Amerikan mimarlığının etkisi altında Türkiye’de 1950’lerde ortaya çıkan modernizmin ikinci evresinde başlıca mimari özellikler şöyle sıralanabilir:

  • Kare veya dikdörtgen gibi asal geometrik biçimler kullanılmıştır.
  • Genellikle yatay konumda bir dikdörtgenler prizmasından oluşan kütle üzerinde yükselen tek bir prizmatik kütle en belirgin özelliktir.
  • Saçak yerine teras çatı kullanılmıştır.
  • Prizmatik kütleden oluşan yapıların teras çatılarında, Le Corbusier tasarımlarına benzer eğrisel biçimlerden oluşan plastik öğeler, parabolik veya tonozlu eğrisel örtülü hacimler düzenlemek oldukça yaygındır.
  • Cephelerde betonarme karkas strüktür sistemini ve pencere bölmelerini ızgara sistemde dik açılı kafes örgü biçiminde dışlaştıran cephe dokusu, tasarımın en önemli özellikleri arasındadır.
  • Dönemin en gözde cephe kaplama malzemesi, markasının adı (BeTeBe) ile anılan cam mozaiktir.
  • Sağladığı saydamlık, hafiflik gibi özellikler nedeniyle geniş cam yüzeylere önem verilmiştir.

1950’lerden sonra yeni yolların açılmasıyla meydana gelen yapısal değişikliklere ve kapsamlı dönüşümlere, kentin mimari görünümündeki değişiklikler de eklenmiş, özellikle 1955’ten sonra İstanbul’da büyük ölçekli planlama ve inşaat eylemleri başlatılmıştır. Bu dönemde kentin sorunu olmaya başlayan gecekondu yerleşimlerinin olumsuzlukları ise çözülmeye çalışılmamıştır. 1950’ler modernizminin Türkiye’deki ilk örnekleri de İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Emin Onat ve Sedad Hakkı Eldem’in tasarladığı İstanbul Adliye Sarayı (1948-1978), İkinci Ulusal Mimarlık üslubu ile Uluslararası üslup özelliklerini birlikte bünyesinde barındıran bir geçiş yapısıdır. Turgut Cansever ve Abdurrahman Hancı’nın Büyükada Anadolu Kulübü (1951-1957), ABD’li SOM’in Sedad Hakkı Eldem’in de katkısıyla tasarladıkları İstanbul Hilton Oteli (1953) ile Nevzat Erol’un tasarımı olan İstanbul Belediye Sarayı (1953) ise, bu yaklaşımın Türkiye’deki ilk uygulamalarıdır. Kızılay Emek İşhanı (Enver Tokay, İlhan Tayman, 1959), Türkiye’nin ticari ofis mekânı olarak tasarlanan ilk gökdelenidir ve ilk giydirme cepheli yapıdır.

İstanbul Sheraton Oteli (K. A. Aru, T. Aydın, H. Suher, Y. Emiroğlu, M. A. Handan, A. Erol, 1959), Türkiye’de katı rasyonel anlayıştaki Uluslararası Üslup’tan sonra yeni dönemin habercisi olan önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

1960-1980 Arası Çoğulculuk Döneminde Türkiye’de Mimarlık

1960’lı yıllar, dünyada ve Türkiye’de siyasi, ideolojik, toplumsal, ekonomik ve teknolojik açıdan yeni gelişmelerin olduğu, genel olarak davranış ve duygulardaki geleneksel sınırların terkedildiği, toplumsal tabuların sorgulanıp yıkıldığı yıllardır. Bu gelişmeler, 1960 sonrası Batı mimarisini karakterize eden biçimsel zenginleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

Türkiye’de 27 Mayıs askeri müdahalesi ile açılan bu dönemde, çoğulcu demokrasi ve sosyal gerçekçilik kavramları ön plana çıkmış, mimarlık yeniden siyasal söylem ile etkileşim içine girmiş, O güne kadar “estetik” içeriği toplumsal içeriğinden çok daha ağır basan mimarlık ürünü artık diğer boyutlarıyla da tartışılır olmuştur. Konut sorunu ile bize özgü bir mimarlığın biçimsel araştırmaları bu dönemin ana ilgi alanlarını oluşturmuştur. Tasarım ve uygulamada toplumsal belirleyicilerin rolü; mimarlığın toplum bilimleri ve diğer disiplinlerle ilişkileri; Dünya’daki akımların, üslupların ve biçimlerin yanında onların gerisindeki düşünce ve yaklaşımlar önem kazanmış; mimarların, birbiriyle çelişen yönelimleri ortaya çıkmıştır.

1960’lı yıllarla birlikte, Malzemenin iç pazardan sağlanabilir olması, yapım faaliyetlerinin istikrar kazanmasını ve yapıların teknik düzeyinin yükselmesini sağlamıştır. 1970’li yıllarda prefabrikasyon yapı sektörünün gündemine girerken, sanayi yapıları, yönetim yapıları, sosyal nitelikli kamu yapıları, eğitim ve kültür yapıları, turizm yapıları, dinsel yapılar, restorasyon uygulamaları ve konutlar, bu dönemde mimarlık etkinliğinde ağırlık kazanan alanlar olmuştur.

Bu dönemde, yeni çevrenin oluşumunda egemen olan başlıca iki yapım süreci, gecekondu ve yapsatçılık olmuştur. Gecekondu yapımı, mimar ve kent plancıların öngörülerini bozan, dengeleri değiştiren, altyapı ve görünüm olarak kentsel çevreyi denetlenemez kılan bir olgu olurken, mimar, yapsatçı adına tasarım yaparak, kullanıcıyı büyük ölçüde tasarım sürecinin dışında tutan bir düzen içinde yer almıştır.

Bu dönemde niteliği açısından mimarlar iki farklı grupta değerlendirilirse; birinci grup, uluslararası akımları kuramsal bir bilgi ve deney birikimiyle izleyen, etik ve estetik düzeyde tartışan mimarlardır. İkinci grupta, büyük bölümü yapsatçılık sistemi içinde yer alan, uluslararası piyasada yarışabilecek düzeyde olmayıp iç piyasa koşullarının ölçütleriyle çalışmak durumunda olan mimarlar yer almaktadır.

Bu dönemde, Bayındırlık Bakanlığı ya da çeşitli resmi kurumlar tarafından açılan yarışmalar, mimari etkinlikler içinde önemli bir yer tutsa da, yarışma yönetmeliklerindeki kısıtlamaların yenilikçi tasarımlara engel olması nedeniyle, çoğunlukla yarışmalardan kayda değer sonuçlar alınamamıştır.

Bu yirmi yıllık dönemde, mimarlık eğitiminde Uluslararası Üslup’a karşı çıkan derslerin, 1960’ların ilk yıllarındaki mimarlık ürünlerinde etkilerini göstermesiyle ve genç eğitim kadrolarının mimarlığa daha bilimsel yaklaşmaya başlamasıyla yeni nesil, toplumsal açıdan daha bilinçli bir mimarlığa duyulan gereksinimin en büyük savunucusu olmuştur.

1960-1980 döneminde mimari eğilimlere bakıldığında, Dünya mimarlığı 1960’lardan itibaren, modern mimarlığın tamamen karşıtı olarak ortaya çıkan “Post-modern” akım ve modern mimarlığın kendi içinde dönüşüm geçirmesiyle ortaya çıkan “Geç modern” akım olmak üzere iki ana kolda devam etmiştir. Geç modern anlayış içinde yer alan çeşitli yaklaşımlar Türkiye’de uygulama alanı bulurken, Post-modern akımın örneklerinin Türkiye’de uygulanmaya başlaması, 1980 sonrasında gerçekleşmiştir. Bir yandan Uluslararası Üslup uygulamaları devam ederken, diğer yandan parçalı prizmaların kompozisyonuna dayanan yaklaşım, Yeni Brütalizm, Organımsı Mimarlık ve Ekspresyonizm ile Yeni Rejyonalizm hâkim eğilimler olmuştur.

Parçalı prizmaların kompozisyonuna dayanan yaklaşım , prizmanın kendi geometrisini korurken onu işlevsel biçimde parçalayan ve tekdüzelikten uzaklaştırarak sürprizli hacim ve mekân etkilerinin elde edilmesini amaçlayan bir tasarlama yöntemine dayanmaktadır. Araziye yayılarak daha alçak yapılarla çözümlenen, daha uyumlu ve insancıl ölçeğin söz konusu olduğu, koridorlar yerine iç ve dış avlular kullanan bir yapı programı önermektedir. Cephelerde, Uluslararası Üslub’un bilinen biçimleri hâkim olmuştur.

Yeni Brütalizm , Türkiye’de parçalı prizmaların kompozisyonuna dayanan yaklaşımı tamamlayan ve geliştiren bir eğilim olarak, Le Corbusier’nin ortaya attığı Brütalizm’den kaynaklanmakta, malzemenin doğal doku ve rengiyle bırakılması ve yapının içinde yer alan işlevlerin estetik amaçlı olarak dışa yansıtılması ilkelerine dayanmaktadır. Bu özelliklerin geleneksel konut mimarlığında sıkça rastlanan bir tutum olması ve gelişmiş tekniklere gereksinme duyulmayan bir yaklaşım olması nedeniyle Türkiye’de hızla yaygınlaşmış ve gelişmiş ülkelerle neredeyse eş zamanlı uygulanmaya başlamıştır.

Organımsı Mimarlık (Organhaft) ve Ekspresyonizmin, Türkiye’de bağımsız biçim arayışları içinde ortaya çıkan iki eğilim olarak ortak özelliği, her ikisinin de dik açıyı yadsıyan serbest bir anlayışla tasarım yapılmasını esas almasıdır. İkisi arasındaki en belirgin fark ise, Organımsı mimarlıkta işlevden yola çıkan içten dışa, yani tümevarımcı bir tasarım anlayışının; Ekspresyonizm’de ise formdan yola çıkan dıştan içe, tümdengelimci bir tasarım anlayışının söz konusu olmasıdır. Türkiye’de Organımsı mimarlık örneklerinin sayıca az olmasının nedenleri, Türkiye’de uygulamada gerekli olan yüksek performanslı yapı sanatının gelişmemiş olması, teknolojik ve ekonomik yetersizlikler ile özgün Organımsı tasarımların sahip olması gereken irrasyonel felsefenin bulunmaması olarak açıklanmaktadır. Bunu yanında Türkiye’deki Ekspresyonist uygulamaların Batı’daki örneklerden farklı olarak, daha rasyonel çözümlere yöneldiği görülmektedir.

Yeni Rejyonalizm (Yeni Bölgeselcilik) eğiliminde, geleneksel mimarlık değerlerinin yeniden yorumlanması söz konusudur. Bu dönemde beliren “geçmişe özlem” eğilimi ile birlikte, bazı mimarlar “gelenek” konusuna odaklanırken, diğerleri “çevre” bileşenini öne çıkarmışlardır. Her iki durumda da mimarlıkta Rejyonalizm’in kilit terimleri, “kentsel doku ve biçimler”, “ölçek” ve “tarihselliğe ilişkin kavramlar”dır. Bu yaklaşımın yeni teknikleri ve yeni gelişmeleri göz ardı etmemesi, yerellik arayışlarının çoğu kez Brütalizm ile bağlantılı olarak ele alınmasına; hem geleneksel tasarımın içe dönüklüğünü, hem de çevresine uyumun, malzeme ve biçimlenmenin başarılı çözümlerini sergileyen örnekler verilmesine imkan sağlamıştır.

Uluslararası Üslup , 1960’larda yeni biçimler geliştirilirken süreklilik gösteren anlayış olmuştur. Bu anlayışın genel yaklaşımı korunurken, onu yeni kavramlarla birlikte kullanan örnekler de olmuştur. 1970’li yıllarda yeniden ele alınarak ülke teknolojisinin olanaklarına uyarlanmış, düz çatılar aktığı için eğimli çatıya dönülmüş, enerji tasarrufu nedeniyle pencereler küçülmüş, ekonomi ucuz malzeme seçimini gerektirmiş ve böylece bir “Bayındırlık mimarisi” ortaya çıkmıştır.

1970’lerde Türk mimarlar arasında sosyal konulara olan ilginin artmasıyla, Uluslararası üslubun dışında mimarlık dili arama çabaları yoğunlaşmıştır.

1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Mimarlık

1980 sonrası, dünyada küreselleşme dönemidir. Türk mimarlığı açısından bir dönüm noktası oluşturan 1980 sonrası dönemde, diğer tüm alanlardaki depolitize olma durumuna paralel olarak, mimarlığın da siyasal ideolojilerle olan bağı kopmuştur. İthalatın serbest bırakılması ile Türkiye pazarının yapı malzemesi açısından zengin bir çeşitliliğe kavuşması sonucu Hareketlenen tüketim ekonomisi rekabet ortamının oluşmasına ve yerli malzeme üretiminde de standartların yükselmesine neden olmuştur. Türkiye mimarlığının bir ölçüde prestij kazanmasında; uluslararası ortamda yer alma, uluslararası yarışmalara katılma ve ödüllerin sayıca artması etkili olmuştur.

Önceki dönemlerde büyük projeler devlet eliyle ve genellikle ulusal ölçekte yarışmalar yoluyla elde edilirken, 1980 sonrası dönemde özel sektörün ekonomi içindeki payının önemli ölçüde artmasıyla büyük projeler artık, özel sektörün davetli / sınırlı yarışma veya doğrudan sipariş düzeni yoluyla elde edilmeye başlanmıştır. Özel sektörün prestij ve imge gereksinmesi, tasarımlarda kalite ve düzeyi ön plana çıkarmış, bu da farklılaşma, buluculuk ve teknolojik gösteri alanını genişletmiştir.

1980 sonrası mimari yaklaşımlara bakıldığında, farklı yaklaşımların ayrı ayrı kullanımının yanısıra, bir yapının birden fazla anlayışı bünyesinde barındıracak şekilde tasarlanmasının da yaygın bir tutum olduğu görülmektedir. Dönemin mimarisi üç başlık altında sınıflanabilir: piyasa mimarisi, resmi mimari, seçkin (elitist) mimari.

Piyasa mimarisinin büyük bölümü yapsatçılık sistemi içinde yer alan, uluslararası piyasada yarışabilecek düzeyde olmayıp iç piyasa koşullarının ölçütleriyle çalışmak durumunda olan mimarların oluşturduğu tasarımları içermektedir. Resmi mimaride belediyelere ve bağlı kuruluşlara ait yapı talepleri zaman zaman yöresellik ve yerellik arayışlarının biçimlerine sahip olsalar da, genellikle modernist tasarımlar ağırlığını korumuştur. Mimari nitelik açısından üzerinde durulması gereken, “seçkin mimari” içinde yer alan birkaç temel eğilim: “geç modernizm”, “post-modernizm” ve “tarihselci-ulusalcıyerel mimari” arayışları olarak sınıflandırılabilir.

Geç modern bağlamında, modern ilkelere sahip olmakla birlikte, parçalı, eğrisel, köşeleri kırık geometrilerden oluşan yapılar, Le Corbusier’nin beş ilkesini ve beyaz mimarisini yeniden yorumlayan modernist yaklaşım ile Brütalizm ve Ekspresyonizm, bu dönemde uygulanan yaklaşımlar olmuştur.

Tarihselci-ulusalcı-yerel mimaride , kültürel kimlik arayışları, ya tarihsel mirasın korunması, ya da söz konusu mirasa ait biçimlerin mimari yorum çeşitlemeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle Sedad Hakkı Eldem’in 1950’lerdeki yorumlarına yakın olan tarihsel-yerel geleneklerin beslediği eğilimin yanısıra; yerel ve bölgesel özellikleri dikkate alarak yerleşim, yapım tekniği ve malzeme gibi verileri tasarıma katan örnekler de bulunmaktadır.

Post-Modern hareket, Modern Mimari’nin tekdüze, sıkıcı, soyut, sıradan insanla iletişim kurmayan seçkinci tavrına karşılık bir tepki hareketi olarak ortaya çıkmıştır. ABD’li mimar Robert Venturi’nin 1966’da yayınlanan “Complexity and Contradiction in Architecture” (Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki) adlı kitabı ile gündeme gelmiştir.

1980’lerin sonuna doğru Post-modernizm, dünyada saygınlığını yitirmeye başlamıştır. “Kolay tüketilebilir” değerlere açılmaya başladığı eleştirisi ile öne çıkan Postmodern mimarlık, Türkiye’de ortaya çıkmasına uygun sosyo-kültürel ortamı 1980 sonrasında bulmuştur ve halen de uygulanmaktadır.

Yapı programı ve örneklere bakıldığında, 1980 sonrası mimarlık etkinliğinde öncelik ve ağırlık kazanan yapı programları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Resmi yapılar, hemen hemen her yapı türünde geniş bir programı kapsamakta, tip proje olarak üretilenlerin dışında yarışmalar yoluyla da elde edilmektedir.

Hizmet yapıları , 1980 sonrası dönemde mimari nitelik açısından ağırlık kazanan, genel merkez, yönetim ve büro binaları olarak prestij amacıyla tasarımcıdan yüksek düzeyde yaratıcılık beklentisi içinde olan ve mimara bu konuda geniş özgürlük tanıyan yapılardır.

Sanayi yapıları bu dönemde önceki yıllara göre, biçim denemeleriyle daha ilgi çekici ve prestij amaçlı tasarlanmıştır.

İş ve alışveriş merkezleri sadece büyük kent merkezlerinde yer alırken, tüketim kültürünün öne geçmesiyle birlikte, tüm ülkeye yayılmıştır.

Turizm yapıları, 1983 yılında çıkarılan Turizm Teşvik Yasası bağlamında artış göstermiştir. Bu dönemde özellikle tatil köyü tasarımları içinde doğal çevre ile uyumlu tasarlanan olumlu örneklerler yer alırken, biçimsellikten kurtulamamış örneklere de rastlanmaktadır.

Eğitim ve kültür yapılarında prestij gerektiren tasarımlara talep artmış, 1980 sonrasında nitelikli yapılar inşa edilmiştir.

Dinsel yapılarda cami yapımı, 1980’den sonra hızla artan bir yapı etkinliği olmuştur. Genellikle Osmanlı camilerinin betonarme tekniğinde yapılmış kötü kopyaları olarak tekrar edilmişler, güncel teknolojilerin ve tasarım anlayışlarının dışında kalmışlardır. Osmanlı camileri kendi dönemlerinin yapım tekniklerini en ileri düzeyde kullanarak etkileyici mekânsal arayışlar ile tasarlanırken, Cumhuriyet dönemi boyunca tarihselci anlayışın dışına çıkarak mekânsal ve teknik arayış içinde olan cami tasarımı çok azdır.