MODERN FELSEFE I - Ünite 6: Fransız Aydınlanma Filozofları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Fransız Aydınlanma Filozofları

Aydınlanma Çağı ve Öncü Aydınlanma Düşünürleri

18. yüzyıl dar anlamda aydınlanma çağı olarak adlandırılır ve bu dönem felsefesine de “aydınlanma felsefesi” denir. Aydınlanma düşüncesi, din ve geleneksel düşünce ve uygulamaların baskısından kurtularak insanın her alanda kendi aklının ışığında davranma ve sorun çözme kararlılığını anlatmaktadır. Akıl ve aklı temsil eden bilimin yol göstericiliğine güvenmiş olarak bireyler, aydınlar ve düşünürler aynı ruh ve amaçlılık içinde düşünmeye başladılar. Bunun ana yurdu Fransa’ydı. Burada aydınlanmacı düşünceler aydınlar, gazeteciler vb. kişiler aracılığıyla kamuya açık merkezlerde üretilerek, tartışılarak halka ulaştırılmaya başlanmıştır. Bu kültür aydınlanmasının öncüleri aktivist yanları da ağır basan filozoflar grubudur. Bu kişilere Fransızca yazılımıyla le phlilosophe deniyordu.

Locke, onlar için hem kurumsal, hem pratik alanda gerçek bir filozoftur. Onlar için felsefede aklın kullanımı, doğuştan düşüncelerden ya da kendiliğinden açık ilk ilkelerden türeyen büyük felsefi sistemlerin kurulması anlamına gelmiyordu. Aydınlanma düşünürlerine göre aklın kullanımı, fenomenlerin kendilerine gitmek, gözlem yoluyla onların yasa ve nedenlerini öğrenmekti.

Dine karşı olan tutumları, daha çok dinsel kurumların yozlaşmış ve çağ dışı kalmış uygulamalarından kaynaklanıyordu. Tanrı kavramını tümüyle dışlayanların olmasına karşın, evrenin bir ilk ilkesi olarak inancı temsil eden deist bir yaklaşıma ya da bir akıl dinine inananlar da vardı. Dinsel dogmaların, batıl inanışların ve akıl dışılıkların insan yaşamından uzaklaştırılması, insana onurluca bir yaşam kapılarını açan temel hak ve özgürlükleri için mücadele sürecine girilmesi, aydınlanma döneminin en temel yönelimidir. Bu dönemin başlıca düşünürleri arasında Bayle, Montesquieu, Voltaire,Condillac, Helvetius, Diderot, d’Alambert, Lametrie, d’Holbach ve Cabanis adlarını sayabiliriz. Rosseau’nun da yerini bu dönemde göstermemiz gerekir.

Voltaire

Asıl adı Francois Marie Arouet (1694-1778) olan düşünür; filozof, tarihçi, oyun/roman yazarı ve şair kimliğiyle bilindi. Aydınlanmanın temel idelerini toplumdaki farklı insan gruplarına, farklı biçimler içindeki yazılarıyla kolayca ulaştırarak, aydınlanma tinini en iyi temsil eden düşünürlerden biri olmuştur. Felsefi Mektuplar ’ında açıkça görülebildiği gibi, İngiltere’deki göreli özgürlüğe hayran kaldı. Diğer bazı eserleri ise; Metafizik Üzerine İnceleme (1734), Candide (1759), Hoşgörü Üzerine İnceleme (1763), Felsefe Sözlüğü (1764), Bilgisiz Filozof (1766), Tanrıtanırcıların İnanç Bildirimleri (1768) ve İrene’dir (1778).

Voltaire, oldukça etkilendiği Locke’un deneyci görüşlerinin Fransa’da yayılmasına yardımcı olmuş, O’nun toplumsal ve politik görüşlerinin çoğunu benimseyerek bireysel özgürlük kazanımı için kilise ve devlet kurumuna karşı savaşmıştır. Kendisi gerçekte bir tanrıtanır idi.

Voltaire’in Deist Tanrı Anlayışı: Metafizik Üzerine İncelemesi ’nde Tanrı’nın varoluşu üzerine iki uslamlama öne sürer. Birincisi nedensellikten oluşur yani; evrenin bilinçli bir planlamanın sonucu olarak oluşturulduğu, bu planlamayı yapan bir zekanın bulunduğu, bunun da Tanrı olduğudur. İkincisi ise olumsallıktan uslamlamadır. Ancak daha sonra Voltaire, bu uslamlamayı bir tarafa bırakarak kendini birincisiyle sınırlamıştır. Voltaire, Tanrı’nın varoluşuna duyduğu inancı sonuna dek sürdürmüştür ama O’nun dünyayla ilişkisi hakkındaki görüşleri zamanla değişmiştir.

İnsan ve İstenç Özgürlüğü: Voltaire, maddi olmayan bir tözsel varlık olarak ruh kavramını gereksiz bir varsayım olarak görüyordu. “Tinsel ruh” gibi terimlerin yalnızca bilgisizliğimizi örten sözcükler olduğunu ileri sürmüştür. Duygusal ruh diye bir şey olmadığını, onun yerine organların devinimlerinin bulunduğunu öne sürüyordu. Bunun yanında zihinsel ruhlar dediği şeyler için de iyi bir açıklama bulmuş değildir. Ancak inanç yoluyla bunların bilinebileceğini öne sürer. İstenç özgürlüğü ile ilgili olarak; eğer güdülerimiz varsa, istencimiz bu güdüler tarafından belirlenir, bu güdüler zihnin ya da içgüdünün son sözüdür. Locke özgürlük terimini kullanmayı göze almamıştır. O’na göre özgürlük terimi kuruntudur. İstencimiz değil ama eylemlerimiz özgürdür; davranma gücünü bulduğumuzda davranmakta özgürüzdür.

Nitekim Voltaire Bilgisiz Filozof ’ta “özgür istenç” kavramının anlamsız olduğunu ileri sürer. Şansa bağlı davranma diye bir şey de yoktur. Şans herhangi bir bilinmeyen nedenin, bilinen etkisini anlatmak için başvurulan bir sözcüktür. Özgürlük duygusu ise kişinin istenen eylemi yerine getirmeye gücü olduğu zaman, isteneni yapabilecek olduğundan daha çoğunu göstermez. Voltaire ahlaksal kanı ve kanaatlerin farklılık gösterdiğini, ahlaksal kuralların da dil ve görenekler gibi değişken olduklarını belirtmesine karşın, hiçbir zaman mutlak bir ahlaksal rölativist olmamıştır. Voltaire’in politik özgürlükten anladığı ilk elde bir düşünce ve ifade özgürlüğü idi. Bu açıdan öncelikle ilgilendiği grup filozofların özgürlük kazanımlarıydı. Halk egemenliğini geliştirme anlamında bir özgürlükçü ya da demokrat değildi. Kendisi baskıcı otoriteden nefret ediyor, bilimsel ve ekonomik ilerleme için zorunlu gördüğü hoşgörüyü savunuyor, filozofların etkisiyle aydınlanmış, iyiliksever bir tek erkin idaresini savunuyordu. Onun gerçek düşmanı kral değil, din sınıfı idi.

Montesquieu

1689-1755 yılları arasında yaşayan Montesquieu, siyaset ve hukuk felsefecisi ve toplumsal konularda etkili bir eleştirmen kimliği ile tanındı. İngiltere’de büyük devrimin (1688-1689) ardından parlamenter monarşiye geçilmesiyle oluşan göreli özgürlük ortamını yakından izleyerek hayranlık duydu. Kaleme aldığı ilk yapıtı İran Mektupları’ dır (1721). 1734’de Romalılar’ın Görkem ve Yozluklarının Nedenleri Üzerine İrdelemeler ve 1748’de başyapıtı niteliğindeki “Yasaların Ruhu” yayımlandı. Bu yapıt, karşılaştırmalı toplum, hukuk ve yönetim tarzları incelemesine girişir. O’na göre, toplumsal olguları yöneten bazı evrensel ilke ya da yasalar vardır ve tekil durumlar genelde bu ilke ve yasalara göre gelişir . Cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç yönetim biçimi olduğunu düşünen Montesquieu’ya göre, cumhuriyet yönetimi demokratik bir nitelikte olabilir. Bu durumda halkın istenci yönetim erkini elinde tutuyordur. Cumhuriyet bir aristokrasi şeklinde de olabilir. Monarşi yönetiminde prens, devleti belli yasalarla uyum içinde yönetir. Despotik bir devletteyse temel yasalar yoktur. Bu şekilde yönetilen ülkelerde dinin etkisi fazladır. Cumhuriyetçi hükümetin etik ilkesi yurttaşlık erdemi, monarşik hükümetinki onur, despotizminki ise korkudur. Yasaların belirlenmesinde iklimin ve ekonomik koşulların da önemli etkileri olduğu, Montesquieu’nun temel tezlerinden biridir. Montesquieu’ya göre insanı fiziksel varlığına dayanan doğal yasalar, her türlü pozitif yasayı önceler. Kendisi kutsal yasaları da kabul ederdi. Tanrı dünyanın yaratıcısı ve koruyucusu olarak fiziksel dünyayı yaratan yasaları belirlemiştir. Kendi ifadesine göre “Tüm pozitif yasalara öncü olan doğa yasalarıdır. Bunların kökeni insanın fiziksel varlığıdır.”

Montesquieu’nun kuramında bir başka önemli nokta özgürlük kavramıdır: kendisi tam bir özgürlük yandaşıydı. Despotizme karşı olduğu için özgürlükçü anayasanın en iyisi olduğuna inanıyordu. Özgürlük, yasaların izin verdiği her şeyi yapma hakkıdır. O’na göre politik özgürlük, güçlerin ayrılığı ilkesini gerektirir. Buna göre yasama, yürütme ve yargı güçleri kesinlikle birbirinden ayrılmalıdır. Özgürlüğe ilişkin bu belirlemelerine İngiliz anayasasını incelemesi sonucu ulaşmıştır. O’nun bu görüşleri Amerika ve Fransa’da önemli etkiler yaratmış, özellikle 1791 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ’nde politik özgürlüğe ilişkin görüşleri önemli ölçüde belirleyici olmuştur.

Claude Adrien Helvetius

Helvetius’un (1715-1771) Anlık Üzerine adlı temel yapıtında Condillac’ın tüm ruhsal olguların dönüşmüş duyumlar olduklarını gösterme girişimini sürdürmüştür. O’na göre insanların duyu düzeyini aşan bağımsız bir yetileri yoktur. Herhangi bir yargıda bulunmak bireysel düşünceler arasındaki benzerlikleri ya da farklılıkları algılamaktan ibarettir. Yargıda bulunmak salt bir algılamaktır. O’na göre insanın fiziksel ve zihinsel tüm edimleri doğa yasaları tarafından yönetilmektedir. Bu çerçevede ahlaksal eylemlerimiz de doğal yasaların zorunlu bir ürünü olarak gerçekleşir. Kendisi etik alanda da indirgemeci bir yol tutarak tüm ahlaksal eylemlerimizi, kişinin ben-sevgisine indirger. Bu durumda güç istemi gibi olgular ikincil düzeyde kalır. Cömertlik ve iyilikseverlik gibi erdemler de insanın ben sevgisine yani haz sevgisine indirgenebilir. Bu durum etik yönden yararcı bir kuramla uyuşum içinde olacaktır. Erdem sözcüğü kamuya yararlı ve genel çıkar ile uyumlu türden eylemlere verilmelidir.

Buna göre kişinin öz çıkarı, temel ve evrensel davranış güdüsü olmasına karşın, kamu çıkarı ya da yararı evrensel ahlak ilkesidir. En temelde ben sevgisi yatıyor olsa da iyilikseverlik de ruhbilimsel olarak adlandırılır. Yararcı ahlak kuramcısı olmasının yanı sıra eğitimin gücü üzerinde de önemle durmuştur. Eğitim her şeyi yapabilir ve bizi biz yapan eğitimdir. O’na göre iyi bir eğitim sisteminin kurulmasındaki en büyük engel; din adamları sınıfı ve hükümetlerin çoğunun yetersiz oluşlarıdır. Helvetius’a göre ahlakın en temel ilkesi “kamu iyiliği en yüksek yasadır” şeklinde dile getirilebilir. O’nun politik despotizme karşı olan eleştirileri ise şöyledir: monarşik despotizm, hem erdemi hem de deha-yaratıcılığı öldürmektedir. Görüldüğü gibi Helvetius, tüm aydınlanmacı idelerin inançlı bir sözcüsü olarak dikkati çekmekte ve bu nedenle dönemin bu anlamdaki temsilcisidir.

Ansiklopedistler

Denis Diderot

Fransız aydınlanmasının yazınsal simgesi durumunda olan ve aydınlanma sürecinin temel düşünce ve ideallerini yansıtan büyük kültür hazinesi Ansiklopedi’nin değişmez editörü olarak kendisine özgün bir yer yapan Diderot (1713-1784), felsefi görüşleriyle de aydınlanmanın önde gelen düşünürlerinden biri olmuştur. Diderot ve d’Alembert editörlüğünde 1751-1780 tarihleri arasında 35 cilt olarak yayımlanan Ansiklopedi, yeni felsefi ve bilimsel düşünce ve bilgileri Avrupa’ya yayma amacını gütmüş ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Katkı verenler içinde Voltaire, Holbach, Helvetius, Montesquieu ve ekonomist Turgot da bulunuyordu.

Diderot düşünceleri bakımından dinamik bir görünüm sergilemekteydi. Diderot doğal dinlerin belli bir tarihte ortaya çıkıp belli bir zamanda yok olacaklarını, oysa bunların tümünün temeli olan doğal dinin her zaman varlığını sürdüreceğini savunmaktaydı. Dinler ölümlü insanların tanıklığına dayanırken, doğal din Tanrı’nın içimize yazdığı tanıklığa dayanır. Bunları söyleyen Diderot bir zaman sonra bu görüşü bırakıp insanlara her türlü dinin boyunduruğundan kurtulmaları gerektiğini söylüyordu. En sonunda doğanın tüm parçaları tek bir bireyi, bütünü ya da tümü oluştururlar diyordu. Belki bu yaklaşımların geleneksel dinlerle hiçbir ilişkisi olmadığını söylemek, onun bu alandaki görüşüne bir tutarlılık getirmektedir. İnsanların ve hayvanların aynı doğada olduklarını bilişsel ve kavrayışsal yetilerindeki farklılıkların sadece değişik fiziksel düzenlenişlerin sonucu olduğunu da dile getirdi. Diderot Doğanın Yorumu Üzerine adlı yapıtında, matematik biliminin yeterli olamayacağını, deneysel yönteme başvurulması gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre doğa düzeni durağan bir yapıda değildir. Sürekli bir değişim içindedir. Bu nedenle kavramsal şemalarımız ve sınıflandırmalarımız, doğanın sürekli bir yorumu için yeterli değildir. Şu halde düşünme biçimimiz yeni bakış açılarına karşı kendini daima açık tutmalıdır. Diderot metafizik açıdan maddeci, etik açıdansa idealistti. Etik idealler ile tinsel bir ruha inanç arasında hiçbir özsel ilişki olmadığını öne sürmüştür. Diderot doğal ahlak yasalarının temelinin aklın “a priori” buyrukları değil, insan doğası olduğunu savunmaktaydı.

Jean le Rond d’Alambert

D’Alambert (1717-1783), Ansiklopedi’nin önsözünü yazdı. Bu yapıtın matematiksel nitelikli makalelerinin büyük bölümünü kaleme aldı. Matematikçi ve bilim adamı olması nedeniyle diğer Ansiklopedi yazarlarına göre daha az kuşku ve saldırı altında kaldı. 1759’da Felsefe’ nin Öğeleri’ ni yayımladı. Bu yapıtında 18. yüzyılın özel bir anlamda felsefe yüzyılı olduğunu ilan etti. D’Alambert’in metafizik konularla hiçbir ilgisi yoktur. O’na göre metafiziksel anlamda şeylerin özüyle ilgilenmek bize hiçbir şey sağlamaz. Şeylerin niçinlerini ve nedenlerini bilemeyiz. Bilimsel felsefe açısında, şeylerin özüne nüfuz edebilme yeteneğinde olup olmadığımız bütünüyle ilgisiz bir sorundur. Bilimsel felsefenin görevi fenomenleri metafizik anlamda değil, sistematik anlamda betimlemek ve ilişkilendirmektir. Bu görüşleriyle d’Alambert pozitivizmin öncülerinden biridir. O’na göre ahlak öteki insanlara karşı ödevimizin bilincinde olmaktır. Ahlak ilkelerinin tümü gerçek çıkarımız ve toplumsal ödevlerimizi yerine getirme arasındaki doğru ilişki ve dengeyi kurmaya yöneliktir.

Jean Jaques Rousseau

Yaşamı ve Yapıtları

Rousseau (1712-1778) Cenova’da doğdu. 1731 yılında Fransa’ya geldi. Sanatlar ve Bilimler Üzerine Söylev’i ile ödül kazandı. Burada bilim ve sanat alanındaki ilerlemenin ahlak üzerindeki yozlaştırıcı etkilerini savunduğu için filozofların güçlü bir muhalefeti ile karşılaştı. Kendisinin Politik Ekonomi Üzerine Söylev başlıklı makalesi Ansiklopedi’de yayımlanmıştır (1758). Burada ilk kez “genel istenç” adlı düşüncesini dile getirmiştir. 1762’de en ünlü çalışması olarak kabul edilen Toplum Sözleşmesi ve Emile başlıklı eğitim üzerine kitabı çıktı.

Kültür Eleştirisi

Rousseau, sanatların ve bilimlerin insanları çok daha kötü yapmak için dikkate değer değişiklikler ürettiğine inanmaktadır. Modern yaşam biçimi herkesi konuşmada, giyimde, tutumda moda olanı izlemeye zorladı, kendi doğamızı izlemeye izin vermedi ve çok geçmeden olduğumuz olarak görünmeye cesaret edemez bir duruma geldik. İnsan sürüsünde herkes bütünüyle birbirine benzer davranır, bu nedenle gerçek dostumuzun kim olduğunu bile asla bilemeyiz. İnsan ilişkileri tam bir aldatmacadır.

Rousseau, eleştiri oklarını insanların lüks düşkünlüğüne ve politikanın ekonomik görünümlerine vurgu yapan yöneticilere de yöneltir. Çünkü para her şeyi satın almasına karşın, ahlakı ve yurttaş olmayı satın alamamaktadır.

Rousseau, sanatta ve bilimde ilerlemenin daima ahlakta bir düşüşe ve toplumu da sonunda çöküşe götürdüğünü, tarihten seçtiği birtakım örneklerle desteklemeye çalışır. O’na göre istikrarlı bir toplum, çoğunluğun kendi düşünce ve davranışları için kural olarak kabul ettikleri bir fikirler ya da değerler dizisi üstünde yükselir. Rousseau’ya göre toplumları bir arada tutan bilgi değil, inançtır. Oysa bilginin peşinde olan bilim insanı da filozof da inançtan kaçınır. İnançtan uzun süreli kaçınmanın belirli sayıda kişiyle sınırlı kaldığı sürece çok fazla bir zararı yoktur. Ama kuşkuculuk akımında kuşkucu ruhun halk arasındaki yayılımı tarafından verilen zararı gidermek hiç de kolay olmaz; kuşkuculuk böylece kamusal erdemin zayıflamasına neden olacaktır. Kendisi kamusal erdem derken, başlıca yurtseverlik erdemini düşünmektedir. O’na göre bilimin ruhu, yurtseverliğin de aleyhinedir. Çünkü bilim kişisi genelde bir dünya yurttaşı olmaya doğru yönelir. Oysaki yurtsever kendi toplumu ile çok güçlü ilişki içindedir. Rousseau bilim ve felsefe ile ilgili bu tartışmaları daha ileri götürmeyerek Bacon, Descartes ve Newton’a derin bir saygı duyduğunu ifade eder. Ona göre erdem basit zihinlerin yüce bilimidir. Gerçek felsefede vicdanın sesini dinlemektir.

Eşitsizliğin Kökeni ve Sözleşme Gereksinimi

İnsanlığın kendisinden uzaklaşmış olduğu doğal durum, doğa durumu nedir? Bu soru Rousseau tarafından İnsanlığın Eşitsizliğinin Kökeni ve Temeli Üzerine Söylev’ de tartışılır. Rousseau’nun bu konudaki tüm öne sürümleri varsayımsaldır. O’na göre hayvan ve insan arasındaki türsel ayrımı oluşturan şey akıldan çok özgürlüktür. İnsan bu özgürlük bilinciyle ruhunun tinselliğini de sergilemiş olur. Çünkü duyusallığı, mekaniği, algı temelinde düşünce edimini az çok açıklayabilir. Ama seçme ediminde seçimin bilincinde olmak, sadece tinsel olan ve mekanik yasalarla açıklanamayan bir özsel ayrımdır. Rousseau, salt maddeci ve mekanikçi bir insan doğası açıklamasını kabul etmez. İnsanı hayvandan ayıran bir başka nitelik, insanın kendisini geliştirme ve yetkinleştirme yetisidir. O’na göre ilkel doğa durumundaki insan iyidir. Dinsel sisteme bir karşı çıkış olarak da insanın doğal olarak iyi olduğunu ve insan doğasında hiçbir günahın ya da sapkınlığın bulunmadığını vurgulamıştır. Doğa durumunda insanın giderek gelişmesini, dili olmasının da katkı yaptığını belirtir. Bu nedenle insanın zihinsel yaşamının gelişimini, dilin gelişiminden ayrı düşünmek olanaksızdır. Rousseau, Eşitsizlik Üzerine Söylev’ in ikinci bölümünde doğa durumundan örgütlü topluma geçişi ele alır. Bu olgu önce toprağa yerleşme biçiminde olmuştur. O’na göre, bir parça toprağı çitle çevirdikten sonra “burası benimdir” diyen ve kendisine kolayca inanan bireyleri bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu olmuştur. Bu gelişmenin sonucunda mülkiyet ortaya çıkmış, eşitlik yok olmuş, ormanlar tarlalara dönüşmüş, tahıl üretimine koşul olarak kölelik ve sefalet ortaya çıkmıştır. Ayrıca, adalet ve adaletsizlik arasındaki ahlaksal ayrımlar belirginleşmiştir; artık insanlar doğa durumunda olduklarından daha iyi değildirler.

İnsanlar güvenliklerini ve özgürlüklerini garanti altına alabilmek için birbirleriyle sözleşme yapma yoluna gittiler. Böylece hükümet ve hukuk sistemi kurulmuş oldu. Politik toplumun kuruluşu da gerçek bir çözüm olmadı. Yoksullara yine zincirler vururken, zenginlerin gücüne yeni güçler kattı, özgürlük de yok oldu. Rousseau, politik toplumun kuruluşunu “halk ve onlar tarafından seçilen şefler arasındaki gerçek bir sözleşme” olarak görmekle yetindiğini bildirir. Rousseau bu şekilde başlayan politik toplumun öncelikle başına buyruk bir güç ve despotizmin başlamadığını, tersine bunun daha sonraki bir gelişim olduğunu vurgular. Bu durum hükümetin bozuluşu ve onun aşırı ucu olarak görülebilir. Söylev’de ise politik ve ahlaksal eşitsizlik ele alınır. Bu eşitsizlik doğal ya da fiziksel eşitsizlik ile orantısını kaybettiği zaman, doğal hak ile çatışmaya girer. Bir yanda ilkel halkın doğal iyiliği ve yalınlığı, öte yandan uygar insanın ve örgütlü toplumun kötülükleri tam bir karşıtlık oluşturmaktadır. O’na göre doğa durumuna geri dönülemez. Çünkü artık o koşullar yok olmuştur. Toplumun yeniden biçimlendirilmesi, daha olumlu bir politik toplum öğretisi için düşünmek gereklidir.

Genel İstenç Düşüncesi

Rousseau’nun özgün düşüncelerinden biri de genel istenç düşüncesidir. Bu kavram ilk kez Ekonomi Politik Üzerine Söylev ’de karşımıza çıkar. Rousseau devlet ve aile arasında ayrım yaparak işe başlar. Aile “bir istenci olan ahlaksal bir varlık” olarak betimlenir. “Bu genel istenç her zaman bütünün ve her bir parçanın iyiliğine yönelik olduğuna göre yasaların da kaynağıdır; devletin bütün üyeleri için, birbirleriyle ve onun ilişkilerinde haklı ya da haksız olanın kuralını oluşturur”.

Sonuç olarak en genel istenç, her zaman o denli de en haklı olandır: Devletin genel istenci, içerisindeki herhangi bir topluluğun genel istencinden daha genel olarak, egemen olmalıdır; çünkü daha haklıdır ve evrensel bir iyiye yöneliktir. Halka dayalı hükümetin en önemli kuralı her şeyden önce genel istenci izlemektir. Erdemlilik, tüm tikel istençleri genel istenç ile uyumlu kılmaktan başka bir şey değildir.

Rousseau egemenlik ve hükümet arasında bir ayrım yapar. Egemen, yaşama hakkına sahip olan güçtür. Hükümetin işlevi devleti yasalara uygun olarak yönetmektir. Yasa koyucunun birincil görevi, yasaları genel istence uygun olarak çıkarmaktır. Genel istenç kamu yararına en haklı olan yandadır. Rousseau’nun sonul düşüncesi, insanların yüreklerine kazınmış ve ona uygun davranıldığında insanlara mutluluk ve esenlik getiren bir doğal ahlak yasası kavramı bulunduğudur.

Duygu Eğitimi

Rousseau’ya göre insandaki ben sevgisi onun en temel duygusudur. Bu duygu ilkeldir, içgüdüseldir, tüm geri kalanlar bu duygunun türleridir. Bu duygu bencillikle karıştırılmamalıdır. Ben sevgisi kendi içinde düşünüldüğünde her zaman iyi, her zaman doğa düzeniyle uyum içindedir. Şefkat duygusu her bireydeki ben sevgisinin şiddetini yumuşatarak türün sürdürülmesine katkıda bulunur ve doğa durumunda şefkat yasaları ahlak ve erdemliliğin yerine geçer. Şefkat ben sevgisinin türevidir. Acıma ya da şefkat ilk göreli duygudur. Rousseau, ben sevgisinin yalın bir sevgi olmadığını da belirtir. Çünkü insan hem düşünme hem de duyu yeteneği olan bileşik bir varlıktır. Duyusallığın istemi bedenin iyiliğine eğilimliyken, düşünme yetisinin isteği düzen sevgisi tarzında ruhun iyiliğine ve gelişimine eğilimlidir. Bu yönden olan gelişime Rousseau duyunç adını vermektedir. Ahlaksal kavramlar daha çok duyucun gelişimine bağlı olarak oluşurlar. Bu arada ben sevgisi üzerinde gelişen en önemli kavramlardan biri de adalettir. Adalet kavramı, hakkımız olandan kaynaklanır. Yine doğal şefkat duygusundan cömertlik, affedicilik ya da insanlık gibi toplumsal erdemler doğar. Ahlaksal gelişim temel öz sevgi tutkusunun doğru yönetiminden ve genişlemesinden oluşur. Erdemsizlik insan için doğal değildir. Sade insanlar doğaya en yakın duranlar, uygarlığın yapay duygu ve tutkularıyla bozulmamış olanlar, duyuncun sesine en açık olanlardır. Aydınlanma ruhuna uygun çok önemli idelerde bulunan, Toplum Sözleşmesi yapıtında temel hak ve özgürlüklere yer vermesi ile bilinen Rousseau’yu aydınlanmanın bir parçası olarak görmek kaçınılmazdır.

Toplum Sözleşmesi

Rousseau kendi toplumsal reform ilkelerini Toplum Sözleşmesi adlı ünlü yapıtında açımlamıştır. Burada insanlığın uygar yaşama geçişin kötü sonucu olarak kaybettiği özgürlüğünü ve etik değerlerini yeniden kazanabileceği bir hükümet biçimi olarak demokratik yönetim biçimi üzerinde düşünmekte ve irdelemeler yapmaktadır. O’na göre devlet, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür. Bireylerin özgür olma hakkı sadece toplumun ahlak istenci ile sınırlanabilir. Rousseau’nun genel istenç kuramı, demokrasi düşüncesinin temelidir. Egemenlik sadece halkındır, kararlar oylama yoluyla demokratik bir biçimde alınmalıdır. Ancak kişi bencil çıkarları için değil, yarar için oy vermelidir. Ancak o zaman genel istenç gerçekleşir. Eğitime ilişkin görüşleri Basedow, Pestalozi ve Froebel gibi büyük eğitim kuramcıları tarafından kabul görmüştür. Politik kurama ilişkin görüşleri 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirgesinde ifadesini bulmuştur. Düşünceleriyle Kant, Schiller, Herder ve Goethe gibi büyük Alman düşünürleri de etkilenmiştir. Kant halk kitlelerine duyarlı olmayı Rousseau’dan öğrendiğini belirtmektedir.