MODERN SOSYOLOJİ TARİHİ - Ünite 7: Frankfurt Okulu Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Frankfurt Okulu
Giriş
1960’lardan beri hem bir eğitim kurumu anlamına hem de bir akım anlamında Frankfurt Okulu olarak anılan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Üniversitesine bağlı olarak 1923’te kurulmuştur. Felix Weil enstitünün kurucusu kabul edilmesine karşın, kendisi o dönemde doktora öğrencisi olduğu için ve de diğer arkadaşları arasında da bir profesör bulunmadığı için davet üzerine Carl Grünberg enstitünün kuruculuğunu yapmıştır. Okul üyeleri 2. Dünya savaşından sonra faşizm, otorite, bürokrasi, sanat ve popüler kültür gibi konularda önemli çalışmalar yapmışlardır.
Frankfurt Okulu’nun önde gelen üç ismi, Theodor W. Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse’dir. Frankfurt Okulu kuramcıları temelde modern dünyanın sorunları ve insan özgürlüğünün modern toplumda nasıl kısıtlandırıldığıyla ilgilenerek, adil ve demokratik bir toplum için gerekli değişimleri anlamayı amaçlamışlardır. Kendilerini Marksist olarak nitelendirmelerine rağmen Marksizm’e katı bir öğreti olarak değil, eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmışlardır. Ortodoks Marksizm’e meydan okuyarak onun dışarıda bıraktığı kültür, bürokrasi, otorite gibi konulara yoğunlaşmışlardır. Frankfurt Okulu, Batı Marksizm’i olarak bilinen ve klasik Marksizm’e eleştirel yorum getirmeye çalışan akımlardan birisini oluşturur. Marksizm’in modernizmle bağlantılarını sorgulamışlardır. Marx’ın ekonomi-politiğe yaptığı katkının önemini teslim eden Frankfurt Okulu, klasik Marksizm’in günümüz toplumlarını anlamada yetersiz kalacağını vurgular. Okul temsilcileri, Altyapı ile üstyapının kenetlenmesi, kültür endüstrisi olgusunun yayılması otoriterliğin gelişmesi gibi konuların ekonomi-politikle ilişkilendirilmesi gerektiğini vurgularlar. Frankfurt Okulu veya diğer adıyla eleştirel teorinin önemli ölçüde Lukacs ve Gramsci gibi Hegelyan Marksistlerin çalışmalarından doğduğu kabul edilir.
Okul üyelerinin çalışmaları, her zaman birbirine bağlı ya da tamamlayıcı değildir. Bu anlamda bir bütün oluşturamadığı da söylenebilir. Okul temsilcilerinin isimleri arasında temel görüş farklılıkları da olabilmektedir.
Frankfurt Okulunun Tarihsel Gelişimi
Bottomore Frankfurt Okulu kitabında okul tarihini dört döneme ayırır.
- 1923-1933 yılları arasını kapsayan ilk dönemde, okul müdürü Carl Grünberg’in açıkladığı Marksizm’e bağlılık enstitü araştırmacıları tarafından da benimsenmiştir. Bu dönemde materyalist tarih kavramı öne çıkar.
- 1933-1950 yılları arası, enstitü üyelerinin zorunlu olarak Nazi Almanya’sından ayrılıp Kuzey Amerika’da geçirdikleri dönem enstitü tarihinde ikinci dönemi oluşturmaktadır. Horkheimer’ın enstitü müdürü olmasıyla enstitü çalışmaları yön değiştirerek felsefeye kaymış, psikanalize merak artmış ve de enstitü üyelerinin kuramsal görüşlerinin sistematik gelişimiyle de enstitü bir düşünce okulu haline gelmiştir.
- 1950 yılında enstitü üyelerinin Frankfurt’a dönmesiyle başlayan ve de 1970 yılına kadar olan süreci kapsayan enstitünün üçüncü dönemi, okulun düşünsel ve siyasal etkisinin hem Batı Avrupa’da hem de Amerika’da en güçlü olduğu dönemdir. Okulun bu etkisi, 1960’larda öğrenci hareketinin hızla büyümesiyle zirveye ulaşmıştır.
- 1970’ler ve sonrası, okulun etkisinin azaldığı dördüncü ve son dönemidir. Enstitü bu dönemin başında Adorno ve Horkheimer’in ölümleriyle bir okul olmaktan uzaklaşmış ve bu süreçte büyük ölçüde temelini oluşturan Marksizm’den uzaklaşmıştır. Son dönemin belirleyici düşünürü Jurgen Habermas’tır.
Pozitivizm Eleştirisi
Pozitivizmin epistemolojik ve de metodolojik eleştirisi, teknolojik rasyonalite ve de kültür endüstrisi ile birlikte Frankfurt okulunun temel ilgi alanlarından biridir. Frankfurt Okulu pozitivizmi üç ayrı boyutta eleştirir.
- Pozitivizm, toplumsal gerçekliği doğal güçler tarafından belirlenen doğal bir gerçeklik olarak kabul eder. Gerçekliğin oluşmasında aktörlerin etkisini göz ardı eder. Frankfurt Okulu kuramcıları bunun yanlış yönlendirici bir yaklaşım olduğunu ve hayatın doğru bir şekilde anlaşılması engellediğini söyler.
- Pozitivizm gerçekliğin görünen yüzünden ötesini yok sayar ve görünen yüzünü mutlaklaştırır. Bu açıdan Frankfurt Okulu kuramcıları pozitivizmin var olan ekonomik ve siyasal düzeni ve statükoyu korumasını ve yapısal değişimi engellemesini eleştirir.
- Üçüncü olarak bütün bilim dallarında tek bir bilimsel yöntemin geçerli olduğunu savunan pozitivizmin teknokratik egemenliği desteklemesini eleştirir.
Literatürde hem pozitivist hem de yorumlayıcı sosyal bilim yaklaşımlarına alternatif üçüncü bir yaklaşım olarak adı geçen eleştirel sosyal bilim, önemli ölçüde Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisi ile bağlantılıdır.
Frankfurt Okulu’nun yaklaşımı öz-görünüş ayrımına dayanan ve sosyal bilimcinin amacının görünenin altındaki özü gerçeği ortaya çıkarması olarak gören eleştirel bir bilgi ve bilim kuramına dayalıdır. Kökü Marx’a dayanan Eleştirel sosyal bilim büyük ölçüde Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisi ile bağlantılı olarak gelişmiştir. Okulun ideoloji eleştirisi, eleştirel bilgi kuramının ideolojinin hakikati gizlediği ya da çarpıttığı düşüncesinin kaynağı olarak görülebilir.
Horkheimer’in Okulun başına geçmesiyle ilgi alanı felsefe kaymaya başlamıştır. Horkheimer’in felsefesi modern pozitivizmin ve ampirizmin eleştirisine dayanır ve şu üç noktada yoğunlaşır.
- Pozitivizm insan varlığına mekanik bir belirlenimcilikle yaklaşır.
- Pozitivizm dünyayı yalnızca deneyde dolaysız verilen haliyle algılar ve öz ile görünüş ayrımı yapmaz.
- Olgu ve değer arasında mutlak ayrım yaparak bilgiyi insan isteminden soyutlar.
Marcuse’de pozitivist düşünceye muhalefet etmiş ve diyalektik toplumsal düşünceyi benimsemiştir. Adorno ve horkheimer diyalektik ile Marx’ın kuramlarının çeliştiğini ileri sürerler. Adorno tez-antitez-sentez ilişkisinin sentez aşamasını reddederek negatif diyalektik görüşünü geliştirir. Hegel’in diyalektik yaklaşımının sonuçta olumlamaya dayandığını belirtir. Negatif diyalektik ise sürekli bir olumsuzlamaya dayanır.
Aydınlanmanın Diyalektiği
Eleştirel kuramın temsilcileri kültürü özerk bir alan olarak görmeyip, kültür, ideoloji ve iletişim araçlarına dair birlikte çözümlemeler yapmıştır. Kültürün ve maddi varoluşun zıt konumda olduğunu savunan anlayışa karşı çıkmışlardır. Bunlarla birlikte kültürel ve siyasal süreçlerin üretim alanından özerk bir varoluşa sahip olduğunu savunarak ekonomik determinizmi reddetmişlerdir. Frankfurt Okulu kuramcıları, Marksist bir gelenekten gelmelerine rağmen ekonomik determinizmi reddederek düşünce ve felsefenin özerkliğine vurguyla araçsal rasyonalite eleştirilerini biçimlendirmişlerdir. Geliştirdikleri eleştirel teori Marksist teorinin yanı sıra Werberyan teoriden de etkilenmiştir. Çalışmalarında rasyonelleşme olgusunu modern toplumdaki en önemli gelişme olarak belirtmeleri Werberyan teorinin etkisini kanıtlar niteliktedir. Modern toplumda, rasyonalite tarafından üretilen baskının, ekonomik sömürünün yerini alarak en önemli soruna dönüşmesine yönelik görüşleri Weber’in etkisinin göstergesidir. Ayrıca eleştirel teori üzerinde Weber’in formel ve tözsel rasyonelite ayrımı da önemli etkiye sahiptir. Formel rasyonalite, amaca ulaşmak için en etkili araçları insani değerleri düşünmeksizin araştıran akıl türüdür. Okul kuramcıları, Formel rasyonalitenin insanları egemenlikten kurtarmak yerine egemenlik kurmak için kurulduğunu ileri sürerler. Bu bakımdan formel rasyonalite adalet barış gibi değerleri içeren tözsel rasyonalite ile çelişik teknokratik düşünce biçimi olarak ele alınır. Okul araçsal rasyonalitenin eleştirisinde yalnızca kapitalizme değil aynı zamanda Aydınlanma projesine de yönelir.
Okulun kültür kuramı, okul üyelerinin aydınlanmanın diyalektiğine ilişkin çözümlemeleriyle ilgilidir. Adorno ve Horkheimer’in yazdığı “Aydınlanmanın Diyalektiği” eserinin ismi dahi aydınlanmanın belirsizlikleri ve modernliğin problemlerini kavradıklarını gösterir. Aydınlanma ile öne çıkan “akıl” süreç içerisinde kendine yönelik eleştiriyi bırakmış, eleştirdiği diğer mitler gibi kendisi de bir mite dönüşmüş bireyleri her yönüyle düzenlenmiş sistemin köleleri haline getirmiştir. Okul kuramcıları otoriterliğin yayıldığı ve özgürlüğün kısıtlandığı, doğuda Stalin batıda Hitler gibi diktatörlerin kıyımlar gerçekleştirdiği, totaliter yönetimlerin yükselişte olduğu bir dönemde yaşamışlardır. Frankfurt Okulu kuramcılarına göre, aydınlanmanın bilim ve ilerleme arasında kurduğu kaçınılmaz ilişki konusundaki varsayımları, karşılıklılık, mutluluk, özerklik ve demokrasi imkânlarını engelleyen araçsal rasyonalitenin saltanatını getirmiştir. Frankfurt Okulu kuramcılarına göre modern dünyanın problemi sadece kapitalist sistemin adaletsizlikleri değildir. Esas sorun Weber’in araçsal akıl dediği olguya göre bütün modern toplumların ve toplumsal kurumların düzenlenmesidir. Toplumsal yaşamın rasyonelleşmesiyle birlikte birey özerkliğini kaybeder ve kendine yabancılaşmaya başlar. Araçsal akılcılık ya da rasyonelliğin yeni bir tahakküm aracı olarak toplumun rasyonelleşmesiyle birlikte daha fazla tahakküme hatta köleliğe yol açma tehlikesi oluşturmaktadır. Weber de toplumsal rasyonelleşme sürecinin sonunda özgürlük yitimine yol açacağını ileri sürüyordu. Weber, yaşamın tüm alanlarındaki rasyonelleşmenin, özgürlüğü “demir kafes” içerisine hapsedeceğini belirtiyordu. Aydınlanma projesinin “rasyonalite” ilkesi sonunda her sorunun araçsal rasyonellik mantığına göre çözülmesine çalışıldığı bir ortam hazırlamıştır. Marcuse “Tek Boyutlu İnsan” eserinde doğanın bilim ve teknoloji yoluyla egemenlik altına alınmasının insan üzerinde de yeni bir egemenlik biçiminin oluşmasına yol açtığını ileri sürer.
Eleştirel kuramcıların “kültür endüstrisi” kavramını önemli ölçüde modern kültür kontrol edip denetleyen rasyonel örgütlü bürokratik yapılara gönderme yapmak için kullanmıştır.
Eleştirel kuramcılara göre hem kapitalist toplumlar hem de sosyalist toplumlar kitle toplumu özelliği gösterirler. Sovyet sosyalizmi kitleleri Marksist ideoloji ve fiziksel güç aracılığı ile Batı kapitalizmi tüketicilik ve bireycilik gibi daha gizli ideolojiler kullanmıştır. Kitle toplumunu köklerini modern sınıflı toplumların doğuşunu hazırlayan Batı Avrupa kapitalizminin 19. yy’daki gelişme süreciyle ilişkilendirmişlerdir.
Kültür Endüstrisi ve Kitle Kültürü Eleştirisi
Adorno ve Horkheimer kitle kültürünü ve kültür endüstrisini endoktrinasyon (beyin yıkama) aracı olarak yukarıdan dayatılan ve yönetilen bir kültür olarak görür ve bu nedenle kitle kültürünün kitlelerden kaynaklanan bir kültür olarak yorumlanmasına engel olmak için kitle kültürü yerine kültür endüstrisi terimini kullanmayı tercih eder. Kültür endüstrisinde insanileştirme ve özgürleştirme yoktur. Tüketici kültür endüstrisinin ikna etmeye çalıştığı bir özne değil aksine kültür endüstrisinin nesnesidir. Kültür endüstrisi sadece bir kültür kuramı ya da endüstri kuramı değildir, Kültür endüstrisi kavramı Marx’ın fabrika içinde yani üretim sürecinde “somut emeğin” nasıl sömürüldüğünü anlattığını gibi üretim süreci dışındaki “soyut bilincin” nasıl sömürüldüğünün ya da biçimlendirildiğinin de analizini içerir. Adorno ve Horkheimer’i Marx’tan ayıran ve birleştiren nokta burasıdır. Keskin bir altyapı üstyapı ayrımı ortadan kalkmıştır. Kültür endüstrisi insanileştirme ve özgürleştirmeden yoksun ideolojik bir tahakküm biçimidir. Kültür endüstrisinin temel dinamiği piyasadır ve kültür endüstrisi ürünleri de sonradan metalaşan ürünler değil, en başından bu piyasa için kısa sürede maksimum kar elde etmek ve de kitlelerin de ideolojik olarak sistemi olumlamalarını sağlamak için üretilmiş metalardır. Kültür endüstrisinin ürünleri daha en başından bu endüstri için üretilmiş metalardır. Kültür endüstrisini harekete geçiren dinamik piyasadır. Kültüre damgasını vuran en fazla satışı ve en yüksek karı elde etme güdüsüdür. Kültür endüstrisi iki sürece dayanır:
- Kültür ürünlerinin standartlaşması ve dağıtımın rasyonelleşmesi
- Tüketimin değişim değerine göre düzenlenmesinde reklamın özel bir yere sahip olması. Reklam kültür endüstrisinin yaşam iksiridir.
Eleştirel kuramcılara göre kültür endüstrisi aracılığıyla kitle kültürüne indirgenen kültür ürünleri, rasyonel tekniklerle standartlaştırılıp dağıtılmakta, reklam endüstrisi aracılığıyla da bireylerin satın alma güdüleri harekete geçirilip bireyler tüketime yönlendirilmektedir. Kültür endüstrisinin mutluluk kaynağı olan haz alma kültürel mallara ve eğlence anlayışına hapsedilmiştir. Hakim eğlence biçimi avutucu eğlencedir. Modern özne sadece çalışırken değil eğlenirken de teslim olmaktadır. Eleştirel kuramcılara göre kültür bir zamanlar bireyi direnmeyi ve eleştirelliğe yönlendirirken kitle kültüründe eleştirellik ortadan kalkmış ve her türlü kültür biçimi eleştirellikten uzak tutulmuş ve eğlence biçimine indirgenmiştir. Kitle kültürü ürünleri bireyleri nesne konumuna sokan estetik bir yoksullaşma yaratmıştır. Kitle kültüründe, sanatın var olandan başkasını görme ve gördürebilme yetisi kaybolmuş, her türlü baskıya ve yabancılaşmaya karşı direnmeye, eleştirelliğe sevk eden yönü ortadan kalkmıştır. Hâlbuki Adorno’ya göre sanatçının yapıtı hemen tüketilmeye yönelik olmadığı ve de kendini toplumun karşısına koyduğu zaman bir anlam ifade edecektir. Kitle kültürü yarattığı yanlış ihtiyaçlar ve de estettik birer yoksullaşma olan ürünleri ile insanları manipüle etmektedir. Adorno ve Horkheimer’ a göre kültür endüstrisi aydınlanma maskesi altında bir kitle aldatmacasıdır. Kültür endüstrisi mutluluk kaynağı olan haz almayı belirli kültürel mallarla ve de belirli bir eğlence anlayışıyla kısıtlamıştır. Kişinin boş zamanı ve de eğlence metaları o kadar belirli ve kısıtlıdır ki modern insan çalışma sürecinde olduğundan daha çok eğlenme süresince teslim olmaktadır. Kültür endüstrisi insanı geçmiş dönemlerdeki tahakküm yöntemlerinden ve pratiklerinden çok daha ince ve etkin yöntem ve pratiklerle tahakküm altında tutmaktadır. Adorno ve Horkeheimer’in Kitle kültürüne yönelik son derece olumsuz yaklaşımının arka planında, endüstrileşme ve kentleşmeyle birlikte gelişen kitle iletişim araçlarının geleneksel bağları çözmesinin sonucu, yalıtılmış, yabancılaşmış ve pasifleşmiş insanlardan oluşan bir toplum yani, kitle toplumu yaratması endişesi vardır. Bu olumsuz yaklaşımın arka planındaki bir diğer görüş ise Alman faşizmine özgü gelişmenin bir bütün olarak kapitalizme genellenmesi ve bu nedenle de Amerikan kültür endüstrisinin faşist devlet ile aynı işleve sahip olduğunun düşünülmesidir.
Kültürü tek başına fetişleştirmemişlerse de Frankfurt Okulu kuramcılarının hiyerarşik bir kültür nosyonuna ve seçkinci bir kültür anlayışına sahip oldukları iddia edilmektedir. Adorno ve Horkheimer’in tüketicilerin manipüle edilmesi, onlara sahte ihtiyaçlar ve sahte arzular dayatılması böylece bireylerin kendi çıkarlarını unutması iddialarının sorunlu olduğu da ileri sürülmektedir. Fakat bu eleştirilere rağmen kültür endüstrisi bugün için de hala önemli ve güncel bir kavramdır.
Meşruiyet Krizi, İletişimsel Eylem, YaşantıDünyası ve Sistem
Habermas postmodernistler gibi aydınlanmacı akıl projesi ile moderniteye ağır eleştiriler getirir. Ancak onlardan farklı olarak Aydınlanma projesini ve moderniteyi tamamen reddetmeden geliştirmeye çalışır. Frankfurt Okulu’nun son dönem kuramcılarından Jürgen Habermas hem Marksizm’in hem de Aydınlanma projesinin belirli yönlerini ciddi şekilde eleştirmesine rağmen her ikisini de bütünüyle reddetmez. Rasyonelleşmenin getirdiği tahakküme Aydınlanma projesini tamamen reddetmeden çözüm bulmaya çalışır. Habermas Marx’ın emeğe merkezi önem atfederek iletişimsel eylemi göz ardı etmesini eleştirmiştir. Tüm çalışmaları insan etkinliğinin iki ayrı bileşeni arasında yaptığı ayrıma dayanır:
- İş veya emek (amaçsal-akılcı eylem)
- Sosyal veya sembolik etkileşim (iletişimsel eylem)
Ona göre sosyokültürel hayatın temelini oluşturan amaçsal akılcı eylem (iş veya emek) değil, sosyal veya sembolik etkileşim yani iletişimsel eylemdir.
Habermas, Weber’in de Frankfurt Okulu’nun da rasyonalite kavramlarının dar olduğunu ileri sürer. Habermas rasyonalite konusunda daha iyimserdir. Rasyonelleşmenin ahlaki kavrayış kazanmayı ve ahlaki değerlerin evrenselleşmesini gerektirdiğini ileri sürer. Modern dünyada sorunlu rasyonelleşmenin araçsal rasyonalite olduğunu belirtir. İletişimsel rasyonalitenin iletişimi baskılardan kurtaracağını ve özgür, açık bir iletişim ortamını sağlayacağını ve toplumu özgürleştireceğini savunur.
Habermas, insanların yaptırım, haz, güç, para gibi faktörlere dayalı araçsal ya da stratejik eylemler yerine, aklın rehberliğindeki paylaşılan anlamlar temelinde birlikte hareket ettikleri iletişimsel eylemin önemini vurgular. Habermas, araçsal ve iletişimsel rasyonaliteyi iki farklı toplumsal gerçeklik alanında sistem ve yaşantıdünyası düzeyinde temellendirir. Sistem modern hayatın daha çok araçsal rasyonalite ve onun etkililik ve hesaplanabilirlik ölçütlerinin biçimlendirdiği, toplumun maddi yeniden üretiminden sorumlu olan ekonomik ve bürokratik alanına karşılık gelir. Yaşantı-dünyası ise kültür, toplum ve kişilikten oluşan; aile, arkadaşlar ve gönüllü birlikler gibi, iletişimsel eyleme ve paylaşılan değerlerin geliştirilmesine yönelik etkileşim alanlarını içerir. Yaşantı dünyası fenomenolojik sosyolojiden özellikle Alfred Schutz’un teorilerinden üretilmiştir. Habermas sembolik etkileşimciliğin kurucusu G. H. Mead’den de etkilenmiştir. Bunlarla birlikte Parsons’un eylem sisteminden etkilenen Habermas yaşantı dünyasının temel bileşenlerini kültür toplum ve kişilik olarak tanımlar. Sistem köklerini yaşantı dünyasından almakla birlikte kendi yapısını geliştiren ekonomi devlet gibi yapılardan oluşur. Sistem modern hayatın ekonomik ve siyasal/bürokratik alanına karşılık gelir. Toplumun maddi yeni üretiminden oluşan hesaplanabilirliğin, araçsal rasyonalitenin biçimlendirdiği alandır. Kamusal hayatın karakteristiklerinin, yaşantı dünyasının sömürgeleştirme eğiliminde ve tehdidi altında olduğunu iddia eder. Sömürgeleştirme araçsal akılla gündelik hayatın parçası haline gelmekte, şirketler insanların boş zamanlarını biçimlendirmekte, devlet yaşantı dünyasına daha fazla müdahale edebilmektedir. Umut işareti ise kadın ve çevre hareketleri gibi yeni sosyal hareketlerin gelişimindedir.
Habermas geç kapitalizm olarak tanımladığı dönemde ekonomik krizlerin yanı sıra meşruiyet krizlerinin de önemini savunur. Bu dönemde devlet müdahalelerle ekonomik krizleri çözebilmekte ancak bu müdahaleler esnasında tüm talepleri uzlaştırılabilme imkanı olmamaktadır. Bu durumda düşünsel bakımdan meşruiyet krizi ortaya çıkabilmektedir. Farklı çıkarlar uzlaştırıldığında ise çalışma etiği ve rekabet dürtüsü zayıflayabilmektedir.