MODERN SOSYOLOJİ TARİHİ - Ünite 3: İşlevselciliğe Karşı Eleştirel Gelişmeler: Çatışma Teorisi ve Sosyolojik İmgelem Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: İşlevselciliğe Karşı Eleştirel Gelişmeler: Çatışma Teorisi ve Sosyolojik İmgelem

Giriş

Amerikan sosyolojisinin ana akım yaklaşımı yapısal işlevselcilik, 1950’lerden sonra çok sayıda eleştiri almaya başlamıştır. Bu eleştiriler, işlevselciliğin siyasal olarak muhafazakâr olduğu ve statik yapılar üzerinde odaklandığı, toplumsal değişme ile başa çıkamadığı ve toplumsal çatışmayı yeterince analiz etmediği yönündedir. İşlevselciliğe en önemli eleştirilerden bazıları Amerikalı sosyolog C. Wright Mills’ten gelmiştir. Mills “Grand teori” geleneğine, özellikle Parsons’un kuramına ve aşırı ampirist ve nicelci Amerikan sosyolojisine yönelik sert eleştiriler getirmiştir. Mills toplumun çatışmalı bir doğaya sahip olduğunu, toplumda farklı gruplar arasında çıkar çatışmasının olduğunu savunmuştur. İşlevselciliğin göz ardı ettiği güç ve gücün etkisini analiz etmiştir. Amerika kapitalizmindeki karar merkezleri, tabakalaşma, üniversite sistemi gibi konulara üzerinde yoğunlaşmıştır. İşlevselciliğe yönelik eleştiriler; (Mills dışında da), konsensusa aşırı vurgu yapması çatışmaya hiç değinmemesi, çatışmayı önemsiz ve geçici görmesi yönünde olmuştur. Eleştiriler 1950’ler sonu ve 1960’lar başında Marksist çatışma teorisinden farklı olan Weber’in çalışmalarına dayanan başka bir çatışma teorisinin gelişmesine yol açmıştır. Literatürde farklılaşan çok sayıda çatışma yaklaşımından söz etmek mümkündür. Çatışma kuramcılarının temel tezi “toplumsal düzenin var olma nedeninin konsensustan ziyade bakı olduğudur”. Çatışma teorisi ile işlevselcilik arasında en önemli farklılıklar şunlardır:

  1. İşlevselciler için toplum statik veya hareket halinde bir denge iken çatışmacılar için her toplum, her zaman ve her aşamada değişim halindedir.
  2. İşlevselciler, toplumsal düzen ve düzenliliklere vurgu yaparken çatışmacılar her alanda var olan çatışmalara, anlaşmazlıklara ve uzlaşmazlıklara dikkat çekerler.
  3. İşlevselciler, toplumun ortak olarak paylaşılan normlar, değerler ve genel bir ahlak tarafından bir arada tutulduğunu savunurken; çatışmacı kuramcılar, toplumsal düzenin hiyerarşinin en üstündekilerin sahip oldukları otoritenin zorlayıcı gücüyle sağlandığını savunurlar.
  4. İşlevselciler paylaşılan toplumsal değerler tarafından üretilen birlik ve beraberlik üzerinde yoğunlaşırken, çatışmacılar düzenin korunmasında gücün önemini vurgular.

Charles Wright Mills ve Sosyolojik İmgelem

Amerikalı sosyolog Charles Mills’in yaşadığı dönemde Marksist geleneği sürdürmeye çalışması ve Amerikan sosyolojisinde o dönemin en baskın teorisi olan Parsons’m yapısal işlevselciliğine yönelttiği eleştiriler nedeniyle Amerikan sosyolojisi içinde radikal bir pozisyonda kalmasına ve dışlanmasına yol açmıştır. Mills’in Hans ve Gerth ile birlikte yazdığı “Karakter ve Toplumsal Yapı” eseri özel ve kamusal arasındaki ya da kişisel davranışları ile sosyo-tarihsel olgular arasındaki ilişkiyi ele alır. Mills'in 1959’da yayımladığı, Sociological Imagination eseri Türkçe ‘ye Sosyolojik imgelem, Toplumbilimsel Düşün, Sosyolojik Tasarım ya da Sosyolojik Tahayyül olarak çevrilebilmektedir. Eserde bireysel sorunlar ile kamusal meseleler ayrıştırılmaya çalışılmış ve ikisi birbiriyle ilişkilendirilmiştir. Ona göre insanın kendi dışındaki dünyada ve benliğinde olup bitenleri anlamasını sağlayacak düşünsel bir niteliğe ihtiyacı vardır. Mills bu düşünsel niteliği sosyolojik imgelem olarak adlandırır. Bu yeteneğe sahip insanlar yaşadıkları gündelik hayat içinde kendileri hakkında bilinçsizlik içinde olduklarını göz önünde tutarlar. Tarih ile biyografi arasında ilişkileri kavramak için sosyolojik imgeleme sahip olmak gerekir. Sosyolojik imgelem bireylerin kişisel yaşamlarındaki sorunlarla toplumsal düzeydeki sorunlar arasındaki ilişkiyi görebilecek bir bakış açısına veya yeteneğe sahip olmaları olarak tanımlanabilir. Sosyolojik imgelem, Mills’e göre makroskobik ve moleküler adını verdiği iki araştırma yolunun harmanlanmasıdır. Makroskobik yol total toplumsal yapılarla karşılaştırmalı olarak uğraşır. Moleküler yol ise küçük ölçekli problemler ve doğrulamada kullanılan istatistiki modelleri ifade eder. Toplum sorunlara yönelik makroskobik çözümler daha az özenli ve kesinliği daha az olan bilgiye dayanır. Moleküler olan ise mikro bilgiler toplamaya dayanır. Bu nedenle, Mills her iki yol arasında mekik dokumak gerektiğini ileri süren bir yöntem önerir.

Sosyolojik İmgelem eseriyle Amerika sosyolojisini bu çerçevede iki zıt kutba bölerek her iki tarafa da sert eleştirilerde bulunur. Mills çalışmasında öncelikle, toplumsal sorunlardan uzak ve sosyolojik imgelemden yoksun olduğunu düşündüğü ve adına ‘Grand Teori’ dediği büyük boy kuramları, özellikle de bu gelenekte yer alan Parsons’un Sosyal Sistem çalışmasını katı bir şekilde eleştirir. Grand Teoriyi çatışmayı ve değişmeyi ihmal ettiği için eleştirir. Parsons’un eserinin ideolojik bir anlam taşıdığını ve Parsons’un bu ideolojiyi meşrulaştırdığını ileri sürer. Ona göre Parsons, istikrarlı egemenlik biçimlerini haklılaştırmak ve bunları yasal gösterme eğilimindedir.

Mills, “Grand Teori”den sonra, soyutlanmış ampirizm/deneyimcilik adını verdiği ampirist yaklaşımı da eleştirir. Bu yaklaşımı, gündelik yaşamı toplumsal ve tarihsel bağlamlardan soyutladığı ve önemsiz ayrıntılara gömüldüğü gerekçesiyle eleştirir. Sosyolojik düşünmede, bu türden istatistiki analizlere ve sayısal verilere yer olduğunu ancak bunların sosyolojik analiz için yeterli olmadığını vurgular. Mills bu yaklaşımı “Soyutlanmış ampirizm” olarak niteler. Bu yaklaşımın ampirizmi bilimle eşitlediğinin ve kantitatif teknikleri fetişleştirdiğinin altını çizer.

Mikro bakışlı soyutlanmış ampirik çalışmaların küçük kum taneciklerle tepeler inşa etmeye çalıştığını ve bu yaklaşımın grand teori ile birlikte sosyal bilimlerden beklenen görevi yerine getirmemekle eleştirir. Makromikro bakışlı yaklaşımlar yerine bu iki yol arasında toplumsal ve tarihsel bağlamdan kopmadan mekik dokuyan değerlendirici bir sosyoloji önerir. Parsons’un büyük boy teorisi ile Amerikan sosyolojisinde yaygın olan küçük ölçekli ampirik araştırmalar arasında köprü kurmaya çalışır. Bu haliyle Merton’un çalışmalarını andırır ancak aslında Merton gibi arabulucu rolünü üstlenmez, her iki geleneğe de muhalif bir eleştirmen rolü benimser.

Mills’in eserleri içinde radikal bakış açısını yansıtan iki eseri: “Beyaz Yakalılar” (1951) ve “İktidar Seçkinleri” (1956).

Beyaz Yakalılar eseri, 1950’lerde Amerika’da giderek büyüyen bir sınıf olan beyaz yakalı orta sınıfın statüsü ile ilgilidir. Mills’e göre, 20. yüzyılda daha çok küçük çaplı girişimcilerden ve küçük mülk sahiplerinden oluşan “Eski ve bağımsız durumdaki orta sınıfın yanı sıra, şirketleşme çatısı altında toplanan Amerikan toplumunda beyaz yakalılardan oluşan yeni ve bağımlı bir orta sınıf daha ortaya çıkmıştır. 19. yy.’ın ilk dönemlerinde çalışanların beşte dördünün kendi hesabına çalışan eski orta sınıf içinde bulunduğunu ancak 1940’larda eski orta sınıfın çalışanlar arasında beşte birlik bir nüfusu oluşturduğunu belirtir. Beyaz yakalı yeni orta sınıfın ne proleteryanın ne de burjuvazinin özellikleriyle özdeşleşmediğini vurgular. Bu sınıf, ağırlıkla, işletmeciler, serbest meslek sahipleri, satıcılar ve büro çalışanlarından oluşur. Bu sınıfı Marx’ın yabancılaşma kuramıyla ele alır. Bu yeni orta sınıfın, kendini ücretli çalışan işçilerden üstün görmesine rağmen ücret olarak işçilerden daha düşük ücret almakta olduğunu ve yönetici sınıflara daha bağımlı olduğunu vurgulamakta ve çok daha büyük bir yabancılaşma içinde olduklarını vurgulamaktadır. Yeni orta sınıfın kendi yaşamlarını kontrol edebilecek güce sahip olmadığını ve acınası bir durum içinde olduklarını belirtir. Bu yabancılaşmayı Amerikan toplumunun kamu toplumundan kitle toplumuna dönüşümüyle ilişkilendirir. Artık kamuya dayanan bir toplumdan çok kitle iletişim araçlarıyla şekillendirilen ve kontrol edilen ve iktidar seçkinlerince pasifleştirilen bir toplumun var olduğunu ileri sürer. Eski orta sınıf, bağımsız bir iktidar tabanı olabilmişken yeni orta sınıf bunu gösterememiştir. Eski orta sınıf, bağımsız bir mülkiyete sahip olduğundan az çok siyasal açıdan özgür ve ekonomik açıdan güvence sahibiydi. Yeni orta sınıf ise bu güvence ve özgürlükten yoksundur. Mills’e göre beyaz yakalılar, “bağımsız bir siyasal görünümü olmayan ve olacağa da benzemeyen” bir yeni orta sınıf oluşturmaktadırlar.

İktidar Seçkinleri eserinde Mills, İşlevselcilerin aksine Mills Amerikan toplumsal yapısını çözümlerken güç/iktidar analizi üzerinde odaklanır ve toplumun küçük bir seçkin grup tarafından nasıl yönetildiğini analiz eder. “İktidar Seçkinleri, orta sınıfın aksine, önemli kararlar verebilecek pozisyonlara sahiptir. Sınıf teriminin ekonomik, yönetici terimin siyasi olmasından dolayı seçkin terimini tercih eder. Liberal ve Marksistlerden farklı olarak iktidarı hem siyasal üst yapı hem de ekonomik altyapı ile ilişkilendirir. Pareto ve Mosca’nın aksine elit yönetimini tüm toplumlar için değil Amerika özelinde ele alır.

Mills, önceki elit kuramcıların aksine elit yönetimi kaçınılmaz bir yönetim biçimi olarak görmediği gibi “seçkinlerin doğuştan seçkin bir karakterle dünyaya geldikleri” görüşüne itibar etmez. Bazı seçkinler iddia edilen niteliklere sahipse de bu nitelikler doğuştan değil sahip olunan ayrıcalıklı yaşam koşullarından kaynaklanmaktadır görüşünü benimsemiştir. Slattery, Mills’in iktidar seçkinleri yorumunda iki noktaya işaret eder. Birincisi; Mills’in seçkinler iktidarını bireylerden ziyade kurumlar temelinde analiz etmesidir. İkincisi ise 20. yy’da demokrasi, mutluluk, özgürlük müsaadesi veriyor görünen Amerika’nın demokrasi iddiasını sorgulamasıdır.

Seçkinlerin gücünün arkasında kurumların bulunduğunu ileri sürerek seçkinlerin bireysel ve psikolojik açıdan üstün olmadığını belirtmekte ve böylece Paretocu elit tezini reddetmektedir. Devlet hiyerarşisi, şirketler hiyerarşisi ve ordu hiyerarşisinden oluşan üç büyük kurum en önemli iktidar aracını meydana getirmektedir. Bu kurumların en üst yerlerinde sosyolojik anahtar rolündeki komuta mevkileri bulunur.

Mills'e göre iktidar seçkinleri üç önemli kurumun komuta yerlerinde yer alan seçkinlerden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla: i)Büyük şirketlerin, özellikle savaş endüstrisini elinde bulunduran büyük şirketlerin yöneticileri, ii)Ordunun üst rütbeli subayları iii)Federal hükümetin başındaki siyasal yöneticilerdir.

Mills, toplumun halk tarafından değil de iktidar seçkinleri yani şirketler, ordu ve hükümet tarafından yönetildiğini ileri sürer. Kararlar alınırken, aile, din, eğitim ve üniversite gibi kurumlar karar alma süreçlerinden dışlanmaktadır. Mills aynı zamanda elitler ile halk arasında uçurum düzeyinde boşluk olduğunu da ileri sürer. Halk kitlelerinin, iktidar seçkinleri denetimindeki iktidar seçkinleri aracılığıyla kontrol edildiklerini, karar mekanizmalarından dışlandıklarını, kamu işleriyle ve sorunlarıyla ilgilenmekten uzaklaştırılıp tüketime ve aile sorumluluklarına yönlendirildiklerini vurgular.

Lewis. A. Coser ve Çatışmacı Yapısalcılık

Coser, yapısal işlevselci kurama bağlı olmakla birlikte, bu kuramın toplumsal çatışmayı incelemeyi ihmal etmesini her zaman eleştirmiş ve bir bakıma yapısal işlevselciliği çatışmacı kuramla birleştirmeye çalışmıştır. Amerikan sosyologlarının çatışmayı neredeyse tamamen ihmal ettiğini ileri sürer. Özellikle “Parsons’un ‘statik’ denge modelini eleştirmiş ve çatışmanın yıkıcı ve parçalayıcı olmaktan ziyade toplumun varlığını sonsuza kadar koruyacak bir denge sağlama aracı olabileceğini savunmuştur. Çatışmanın çok önemli olmakla birlikte uzlaşma ve konsensüs kadar önemli olamayacağını vurgular. Coser çatışma kuramı içinde ele alınmakla birlikte çalışmaları işlevselciliğe oldukça bağımlı özellikler gösterir.

Coser “Toplumsal çatışmanın İşlevleri adlı çalışmasında çatışmanın toplumda her zaman var olduğunu ve sadece parçalayıcı ve negatif bir faktör olmadığını vurgular ve çatışmanın yapısal işlevselci bakış açısından işlevlerine odaklanır. Çatışmanın grup birliği ve kimliğinin oluşması, korunması ve sürdürülmesindeki rolüne eğilir. Coser çatışmayı çözümlerken George Simmel'in çatışma üzerine olan görüşlerinden oldukça etkilenmiş ve çatışmanın toplumsal yarar sağlayabileceği yönündeki düşünceyi büyük ölçüde George Simmel'in Çatışma adlı klasik eserini yeniden formüle ederek geliştirmiştir. Simmel’in çatışmayı karşılıklı bir etkileşim sürecinde sosyalleşme biçimi olarak gören yaklaşımından etkilenir. Bu açıdan grup tam bir uyum halinde olamaz. Grup oluşumu konsensusun olduğu kadar çatışmanın da ürünüdür.

Coser'a göre çatışma grup kimliğinin oluşumu ve sürdürülmesi üzerinde olumlu işlevsel bir etkiye sahiptir. Çatışma gruplar arasındaki sınırların çizilmesini sağlayarak grubun oluşmasını, korunmasını ve de sürdürülmesini sağlar. Gruplar arası çatışma, grup içindekilerin birliğini dayanışmasını ve de grup kimliğini güçlendirir. Coser'a göre çatışma düşmanlıkların serbestçe dile getirilmesini ve böylece “havanın temizlenmesini” sağlar. Coser çatışmanın bütün toplumlarda var olduğunu ve de toplumların çatışmadan kurtulmak için gerginlikleri ve düşmanlıkları kanalize edecek mekanizmalar oluşturma yoluna gittiklerini belirtir. Bu mekanizmalar genellikle düşmanca duyguların ve saldırgan eğilimlerin yapıyı parçalamadan dışarıya atılmasını sağlayan “emniyet süpabı” kurumları aracılığıyla işlerler. Bu kurumlar aracılığıyla sorunlar, güç ve otoritenin dengesiz dağılımından kaynaklanan ve çözücü etkiler yaratan eşitsizlikler dile getirilir, ortaya çıkarılır. Böylece gerginlikler ve düşmanlıklar yapıyı parçalamadan dışarı atılır. Bu bakımdan emniyet süpabları havayı temizler. Süpablar yapıda yeni düzenlemeler yapacak ve kalıcı çözümler olmaktan çok gerilimin boşalmasını sağlayan geçici çözümler sunar. Kısmi bir rahatlama sağlarlar.

Coser çatışmayı çözümlerken gerçekçi olan ve olmayan çatışmalardan da söz eder. Buna göre gerçekçi çatışmalarda kişilerin tepkisi belirli taleplerinin ve kazanımlarının engellenmesine yol açan nesnenin kendisine yöneliktir. Gerçekçi olmayan çatışma ise kişiler tepkilerini gerilime yol açan kaynağa değil de onu ikame edecek başka bir kaynağa kaydırırlar. Bu çatışmalar kişilerin gerçek amaçlarından çok gerilimden kurtulma ihtiyaçlarına hizmet eder.

Coser, çatışmaların her zaman düşmanca nitelikler taşımadığını belirtir. Toplumsal yapıdaki ilişkilerin önemli bir bölümünde çatışma saldırganlığa dönüşmeden ortaya çıkabilir. İlişkilerin yakınlık derecesi arttıkça çatışmanın yoğunluk derecesinin artacağını belirtir. Aile gibi sıkıca kaynaşmış ilişkilerin hâkim olduğu gruplarda çatışmaların grubu koruyacağını ileri sürer. Bireylerin ilişkilere kişiliklerinin sadece bir bölümüyle katıldıkları gruplarda çatışmanın yıkıcılığının azaldığını belirtir. Çünkü bu tür gruplar çok sayıda çatışmayı daha az yoğunlukta deneyimler. Çatışmaların çokluğu yoğunluklarıyla ters orantılıdır.

Coser yakın toplumsal ilişkilerde hoşnutsuzlukların dile getirilmesinin ilişkilerin sürdürülmesini sağlama ve grubun çözülmesini engelleme gibi bazı olumlu işlevlere sahip olduğunu öne sürer. Coser’a göre grup içi çatışma grup birliğinin ve bağlılığının kurulmasına yardımcı olur. Grup içi çatışma özellikle grup üyelerinin grup birliğine karşı düşmanca duygularına karşı grup birliğinin yeniden kurulmasına da yardımcı olabilir. Grup içi çatışma, mevcut normları canlandırır veya yeni normlara kaynaklık eder. Ancak her çatışmanın grup yapısı açısından olumlu olmayabileceğini de belirtir. Çatışmanın işlevsel olup olmayacağı çatışmaya konu olan sorun tipi ve çatışmanın ortaya çıktığı toplumsal yapı tipiyle ile ilgili olduğunu ileri sürer. Çatışma ilişkinin kurulu olduğu temel varsayımlar ya da kabullerle ilişkili değil ise yapı açısından olumlu yönde işlevseldir. Ancak grup içi çatışma, sisteme meşruluk kazandıran değerler ve varsayımları sorguluyorsa tehdide dönüşebilir. Yani bu tür çatışma olumsuz işleve sahiptir. Katı toplumsal yapılarda ve hoşnutsuzlukları dile getirilmesine izin verilmeyen yapılarda çatışmanın parçalayıcı ve bölücü olacağını belirtir. Gevşek yapılanmış açık toplumlarda ise çatışma dengeleyici ve bütünleştirici role sahiptir. Bütün toplumsal yapı tiplerinde, bireyler ve alt gruplar arasında toplumsal kaynakların dağılımı üzerine çekişme ve çatışma durumları ortaya çıkar. Ancak toplumsal yapılar, karşıt iddiaların ifade edilmesine imkan tanıma konusunda farklılaşırlar. Bazıları çatışmanın ortaya çıkmasına diğerlerinden daha büyük bir tolerans gösterirken bazıları çatışmaları bastırma yoluna gider.

Coser’a göre dış gruplarla çatışma grup yapısı üzerinde her zaman güçlendirici bir etki yaratmayabilir. Bu noktada Coser dış gruplarla çatışmanın, grup içi bağlılığın artırılması ve grup yapısının korunması açısından işlevsel olup olmamasının anlaşılmasında, çatışma öncesinde grup içindeki anlaşma ve uzlaşmanın derecesinin önemli olduğunu vurgular. Dış gruplarla çatışma öncesi grup içi birlik zayıf ise çatışma grup içinde parçalayıcı yani olumsuz ve bozuk işlevsel etki yaratabilir.

Coser’a göre, özellikle dinsel tarikatlar gibi sıkıca kaynaşmış gruplar, dışarıya karşı sürekli bir mücadele hâlinde olduklarından (bir çeşit düşman arayışı ) üyelerin tüm kişilikleri ile gruba bağlanmalarını talep ederler. Bu nedenle, Coser bu tür gruplarda iç çatışmanın bireylerin tüm enerjilerini harekete geçirdiğini ve bireyleri etkilediğini savunur. Bu gruplarda üyelerin ayrılmalarına pek izin verilmez. Bu gruplarda çatışmayı bastırma eğilimi vardır. Coser, bu gruplarda çatışmanın gerçekçi olmayan temele dayandığını ve gerilimi boşaltmak maksadıyla yaşandığını belirtir. Dışarıyla sürekli mücadele halinde olmayan gruplar ise üyelerini tüm kişilikleriyle gruba bağlamaya çalışmazlar ve daha esnek bir yapıya sahiptirler. Çoklu çatışmalar içerdiklerinden tek boyutlu keskin bölünmeleri engellerler. Coser’in çalışması yapısal İşlevselciliğe alternatiften çok onu tamamlar niteliktedir.

Ralf Dahrendorf: Postkapitalist Toplum ve Çatışma Teorisi

Dahrendorf da diğer tüm çatışma kuramcıları gibi toplumu uzlaşılmış değerler birliği üzerinde duran statik bir denge kuramı üzerinden açıklamaya çalışan işlevselciliğe, toplumsal değişme ve çatışmayı yeterince açıklamadığı düşüncesiyle eleştirel yaklaşmıştır. Toplumu bir yüzü çatışma bir yüzü konsensüs olan iki yüzlü madalyona benzetir. Toplum hem uyumlu hem de çatışmalı bir doğaya sahiptir. Biri olmadan diğeri de olmaz. Teorisi postkapitalist toplum teorisi olarak da anılır. Çatışma ve konsensüs teorilerinin bir bütünün ayrı yönlerini aydınlattığını ileri sürer. Ancak çatışmayı toplumun anlaşılmasında konsensüs kavramından daha önemli görür. Türkçeye baskı veya zorlama olarak çevrilen coercion, Dahrendorf'un çalışmalarında zorlayıcı ve sınırlandırıcı meşru bir güç olan otorite konumundakilerin kitleleri itaat ettirme güçleri anlamında kullanılmaktadır. Çatışma teorisi otortienin zorlayıcı gücünü incelmelidir. Dahrendorf işlevselciliğin yanı sıra Marx ve Weber’den de oldukça etkilenir. Çatışma teorisini hem işlevselciliğe hem de Marksizme eleştirel olarak geliştirmiş ve bu noktada her iki yaklaşıma da etkili eleştiriler getirmiştir.

Dahrendorf için kapitalizm endüstriyel toplumun sadece bir formudur. Endüstriyel toplumun büyük değişimler geçirdiğini ve Marx’ın analizlerini zayıflattığını ileri sürer. Bu değişiklikler, Marx’ın öngöremediği, postkapitalist olarak adlandırdığı yeni endüstriyel toplum tipini oluşturmuştur. Marx’ın analizlerinin bu yeni toplum tipine göre değiştirilmesini savunur. Literatürde büyük ölçüde aynı anlamda kullanılan postkapitalist ve postendüstriyel toplum, “özel mülkiyetin, sınıfsal çıkarların ve sınıf çatışmasının ‘eksen ilkeler' olarak merkezî önemlerini kaybettiği bir toplumsal formasyonu oluşturmaktadır. Dahrendorf Marx’tan beri endüstriyel kapitalist toplumda meydana gelen ve postkapitalist toplumsal formasyona dönüşümde rol oynayan önemli değişimlerden bazılarını şöyle sınıflar: Sermayenin ayrışması, emeğin ayrışması, yeni orta sınıfın gelişmesi, toplumsal hareketliliğin artması, eşitliğin artması. Marx’ın yaşadığı dönemde üretim araçlarının hem mülkiyeti hem de kontrolü aynı kişilerdeydi (burjuvazideydi). Proleterya ise emek gücünü satmakta olan bir sınıftı. 20. yy’da ise teknolojinin gelişmesi ve dev şirketlerin ortaya çıkması üretim araçlarının mülkiyeti ve kontrolünü birbirinden ayırmıştır. Büyük şirketler ücretli yöneticilerce yönetilmeye başlamıştır. şirket sahipleri ile yöneticiler ayrışmıştır. Dahrendorf bu süreci sermayenin ayrışması olarak niteler. 20. yy’da emeğin de ayrıştığını ve parçalandığını ileri sürer. Makineleşme ve uzmanlaşma ile farklı emek düzeyleri, farklı ücret düzeyi, statü ve beceri düzeyi ile temsil edilmeye başlamıştır. İşçi sınıfı kendi içinde (kalifiye, yarı kalifiye gibi) ayrışmaya başlamıştır. Artık bir işçi sınıfından söz etmek kuşkulu hale gelmiştir. Dahrendorf’a göre endüstri ve endüstri dışında, Marx’ın öngöremediği biçimde yeni bir kesim yani yeni bir orta sınıf (hemşire, muhasebeci, memur gibi beyaz yakalı ve bürokratlar) yükselmiştir. Endüstriyel toplumlarda, eğitimde fırsat eşitliğinin yaygınlaşması ile toplumsal hareketliliğin de arttığını belirtmiştir. Vatandaşlık haklarında gelişmeler, yaşlılık maaşı, sağlık sigortası, adli yardımlar asgari ücret gibi uygulamalar da eşitsizlikleri önemli ölçüde azaltmıştır. Ayrıca çatışmaların kurumsallaşma aracılığıyla düzenlenmesi işçi-işveren ilişkilerinde sendikaların etkisi de Dahrendorf’a göre göz ardı edilmemelidir. Kısacası Marksist nitelikte devrimci dönüşüm imkânsız hale gelmiştir.

Dahrendorf’un geliştirdiği yeni çatışma kuramında çatışma ne Marx’ın daha önce iki temel sınıf olarak tanımladığı emek ile sermaye arasındadır ne de üretim araçlarının mülkiyeti üzerine dayalıdır. Artık otorite sahibi olmak daha önemlidir. Postkapitalist toplumda çatışma otorite temeli üzerinden gelişmektedir. Dahrendorf'a göre otorite normlar tarafından belirlenmiş belirli toplumsal rol ve mevkilere iliştirilmiş meşru güçtür. Güç ile otorite arasındaki fark; güç bireylerin kişiliğine bağlı iken, otorite her zaman rollerle ya da toplumsal konumlarla ilişkilidir. Otorite kişisel bir güç değildir konumdan elde edilen yetkidir. Otorite konumunda olanlar otorite konumunda olmayanlar üzerinde yaptırım gücü kullanırlar. Ona göre toplumu bölen güç üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak değil otoritedir. Otorite sahibi olan egemen konumdakilerle, egemenliğe tabi olanlar farklı çıkarlara sahiptir. Bu ayrım çatışma üretmektedir.

Dahrendorf otorite dağılımından kaynaklanan karmaşık çıkar ilişkilerini üç tip çıkar gruba ayırır:

  1. Yarı gruplar,
  2. Çıkar grupları
  3. Çatışma grupları

Otoriteye sahip olanlar otoritesini sürdürmek isterken, otoriteye tabi olanlar yapıyı değiştirmeye ve otoriteden pay almaya çalışarak çıkarlarda farklılaşma ve meydana gelir ve bu durum gerilime, çatışmaya yol açabilir. Çıkar çatışması gizli ya da açık olabilir. Grup çıkarları açık (manifest) ya da gizil (latent) olabilir. gizil çıkarlar, açık amaçlar şeklinde gelişirse açık çıkarlara dönüşebilir. Gizil çıkarlar açık amaçlara dönüşmezse çıkarlar yarı grup çıkarları olarak kalır. Gizil çıkarlar bilinçli amaçlara dönüşürse, yarı gruplar, çıkar gruplarına dönüşür. Dahrendorf, çıkar gruplarından çatışma gruplarının doğduğunu ileri sürer. Çatışma grupları çatışma halindedir. Emek sermaye grupları çatışma gruplarının örneğidir. Toplum modeli ikili olsa da bireyler aynı anda çok sayıda yarı grup çıkar grubu ve çatışma grubuna üyedirler. Otorite konumda olanlarla bundan dışlananlar arasında “zorunlu olarak eşgüdümlenmiş birlikler” aracılığıyla sürdürülen bir çatışma her zaman vardır ve bu çatışma Marx’in kuramında sözü geçen sınıf çatışmasının yerini almıştır. Dahrendorf’un aldığı eleştirilerin başında kuramının güç ve otorite yarışı dışında kalan toplumsal çatışmaların temellerine ilişkin ayrıntılı bir analiz geliştirmediği yönündeki eleştiri gelmektedir.