ÖRGÜT KURAMI - Ünite 3: Kaynak Bağımlılığı Kuramı Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Kaynak Bağımlılığı Kuramı

Kaynak Bağımlılığı Kuramına Giriş

Örgütler de birçok açıdan insanlara benzetilebilirler. Örgütlerin ekonomik, sosyal ve politik yönleri ile ortaya çıkan bir varlıkları, daha da önemlisi varlık sürdürme mücadeleleri vardır. Kaynak bağımlılığı kuramı temelde, örgütlerin varlıklarını nasıl sürdürdükleri sorusuna cevap aramaktadır. Kuram, 1070’lerin sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Kaynak bağımlılığı kuramı, iki temel kavram etrafında örgütlerin davranışlarını açıklayarak özgün kimliğini geliştirmiştir: güç ve denge.

Kuram, hem örgütlerin içyapılarında hem de dış çevreleri ile ilişkilerinde ne olup bittiğini anlamak için güç ve bağımlılık kavramlarını kullanmakta ve örgütlerin dış çevreleri ile ilişkilerini nasıl yönettiklerini açıklamaya çalışmaktadır. Bunların ilki, örgütlerin ancak etkin olabildikleri sürece hayatta kalabilecekleridir. İkincisi ise örgütlerin etkinliğinin yani başarılı olmalarının, içinde bulundukları çevrenin koşullarına bağlı olduğudur.

Özetle kaynak bağımlılığı kuramı, örgütlerin ihtiyaç duydukları kaynakları dış çevrelerinden elde edebilmek ve çevreden gelebilecek baskı ve tehditlere karşı koyabilmek için hangi davranışlara neden ve nasıl giriştiğini açıklamaya çalışmaktadır.

Kaynak bağımlılığı kuramını tanıyabilmek için üç ana konunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunlardan ilki, kuramın örgütleri ve örgüt-çevre ilişkilerini nasıl gördüğüdür. İkinci olarak güç ve bağımlılık kavramları, hem örgütlerin içinde hem de örgütler arasında ne olup bittiğini açıklamak konusunda kullanılan temel araçları oluşturmaktadır. Kaynak bağımlılığı kuramının sacayağının üçüncüsünü, örgütlerin söz konusu hayati bağımlılık ilişkilerini kendi lehlerine yönetmek için giriştikleri eylemler oluşturmaktadır.

Kaynak Bağımlılığı Kuramının Temel Varsayımları

Kaynak bağımlılığı kuramının esasını iki tez oluşturmaktadır. Bunlardan biri, örgütlerin genel olarak ne yaptıklarının, yani hangi davranışları sergilediklerini sadece kendi amaçlarına ve yöneticilerine değil, çevrenin yarattığı baskılara ve getirdiği kısıtlara bağlı olduğudur. İkinci iddia ise örgütlerin kendi bünyeleri içinde de gücün önemli bir rol oynadığı, dolayısıyla karar alma süreçlerinin siyasi bir nitelik taşıdığıdır. Örgütlerin davranışını anlayabilmek için o davranışın içinde gerçekleştiği ortamı anlamak gerekmektedir. Bu çerçevede kuram, örgütler arası ilişkilere dair 5 temel argüman ortaya koymaktadır

  • Toplumu ve içindeki karşılıklı ilişkileri an
  • lamak için incelenmesi gereken temel birim örgütlerdir.
  • Örgütler bağımsız veya yalıtık varlıklar değildirler. Aksine diğer örgütlerle girdikleri karşılıklı bağımlılık ilişkileri ağı tarafından sınırlandırılmaktadırlar.
  • Bu bağımlılık ilişkisi, bağımlı olan tarafın davranışlarına ilişkin belirsizlikle birlikte ortaya çıktığında, örgütün varlığını sürdürmesi ve başarılı olması bir sorunsal hâline gelmektedir.
  • Bütünüyle başarılı sonuçlar vermese de yeni bağımlılık ilişkileri yaratılmasına sebep olsa da örgütler, mevcut bağımlılık ilişkilerini yönetmelerini sağlayacak eylemlere girişmektedirler.
  • Bu bağımlılık ilişkileri hem örgütler arasında hem de örgüt içinde yaratılan gücün kaynağıdır. Bu güç de örgütün davranış seçeneklerini belirleyen bir etkiye sah
  • iptir.

Kaynak bağımlılığı perspektifinden örgütler, belirli amaçlara ulaşmak için akılcı biçimde ve bilinçli olarak tasarlanmış yapılardır. Bu yaklaşımda ikinci olarak, örgütsel faaliyetlere katılan tüm aktörlerin örneğin hissedarlar, yöneticiler, çalışanlar, örgütsel amaçlar ve faaliyetler üzerinde uzlaştığını ve iş birliği yapmaya hazır olduklarını varsaymaktadır.

İşletmelerin faaliyetlerini etkileyen, onların faaliyetlerinden etkilenen tüm kişi ve kuruluşlar; örneğin hissedarlar, yöneticiler, tedarikçiler, satıcı ve aracı kuruluşlar, müşteriler, devlet kurumları, sivil toplum kuruluşları, düzenleyici örgütler, banka ve finans kuruluşları vb. örgütler için karşılıklı etkileşim içinde oldukları birer aktördür olarak kabul edilmektedir. Kurama göre rasyonel ve araçsal örgüt fikri örgütlerin içerdikleri ilişkiler açısından gerçekçi değildir. Çünkü örgütü oluşturan ya da çevresinde yer alan aktörler, örgütteki faaliyetlere desteklerini, karşılığında elde ettikleri kazanımlara göre değerlendirip sürdürmekte ya da örgütten ayrılarak desteklerini çekebilmektedirler. Bu yönüyle geleneksel düşünceden ayrılmaktadır.

Kaynak bağımlılığı kuramının bu yaklaşımı, örgütü oluşturan tüm birey ve grupların, amaçların ne olduğu ve bu amaçların nasıl gerçekleştirileceği konusunda uzlaşı içinde olduğu fikrini sorgulayan politik yaklaşıma dayanmaktadır. Politik perspektif, koşul bağımlılık kuramının aksine örgütleri, farklı çıkarlara sahip alt grupların koalisyonu olarak görmekte, söz konusu bireyler ve gruplar arasında uzlaşı değil çatışmanın var olduğunu öne sürmektedir.

Politik bakış açısıyla örgütler, farklı ve değişen çıkar ve tercihlere sahip kişilerin ya da grupların bir araya geldiği ve bir mübadele ilişkisi içinde oldukları yapıyı/kurguyu ifade etmektedir. Yani örgütler çıkarları, amaçları, beklentileri birbirinden farklı olabilen birçok kişi ve grubun oluşturduğu bir koalisyon olarak kabul edilmektedir. İşletmeyi oluşturan farklı birimler, örneğin pazarlama, üretim, finans, ar-ge departmanları, birbirinden farklı çıkar ve beklentilere sahip olabilir. Ya da ürün geliştirmeden sorumlu mühendisler, satıştan sorumlu ekipler, hukuksal işlemlerden sorumlu avukatlar vb. birçok farklı grubun varlığından söz edilebilir. İşletmeler aslında bu farklı gruplar arasında oluşan koalisyonlardan ibarettir. Diğer bir yaklaşım göre örgütleri çevresel koşullarından yalıtılmış biçimde düşünmek mümkün değildir. Örgütler, varlıklarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları sermaye, ham madde, malzeme, ara ürün, enerji, işçilik, bilgi gibi girdileri elde etmek için bunları sağlayan kıt kaynaklar üzerinde bir mücadeleye girişmektedirler. Örgütlerin faaliyetleri için gerekli tüm kaynakları kontrol altında tutabildikleri bir ortamda, söz konusu kaynak kullanımı basit bir işlem olabilir. Fakat hiçbir örgüt, faaliyeti için gerekli ortamı ve koşulları tümüyle kendisi belirleyebilir durumda değildir. Çünkü örgütler, başka örgütler ya da aktörlerden oluşan bir çevre içinde hareket etmektedirler.

Kurama göre sorunun kaynağı, örgütün gerekli girdileri temin ettiği çevrenin bağlanılabilir ya da bağımlı kalınabilir nitelikte olmamasıdır. Çevrede yer alan diğer aktörler ve bunlarla kurulan ilişkilerin niteliği sürekli değişebilmektedir. Kaynak bağımlılığı kuramı, çevrenin örgütü etkilediği ve değiştirdiği düşüncesine nasıl sorusu ile yaklaşmaktadır. Çevre örgütü nasıl etkilemekte ya da değiştirmektedir? Bu etkileme sürecinin mekanizmaları nelerdir? Biçimindeki sorular, kuramın varsayımları çerçevesinde tartışılmaktadır. Bu yönüyle popülasyon ekolojisi ve koşul bağımlılık kuramından ayrılmaktadır. Çevresel koşulların tamamıyla örgütlerin faaliyetlerini ve yapısal özelliklerini belirleyeceği fikri yerine, örgüt ve çevresinin daha gevşek bir ilişki içinde oldukları dolayısıyla güç kavramının örgüt ile çevresi arasındaki ilişkiye müdahale edebilecek önemli bir değişken olduğu fikri kabul ettiğidir. Kaynak mücadelesi içindeki örgütler, çevre ile karşılıklı etkileşim içinde olan aktörlerdir. İşletmeler, başka işletmelerle birleşerek ya da onları satın alarak federasyonlar, birlikler kurarak, ortak projeler geliştirerek, lobi faaliyetleri yürüterek, sosyal-yasal araçlar yoluyla çevreleri ile olan ilişkilerini kontrol etmeye ve ilişkiyi kendi lehlerine sınırlandırmaya çalışmaktadırlar. İşletmelerin davranışları incelenirken asıl dikkate alınması gereken, yöneticilerin algıladıkları çevresel koşullardır. Algılanan çevre, örgütün davranışlarını belirleyen yönetsel kararları etkilemektedir. Örgütlerin karşılıklı etkileşim içine girebildikleri ve onların davranışlarını açıklamak konusunda incelenmesi gereken çevre fikri üç düzeyde düşünülmektedir. İlk düzeyde, bir sektörü oluşturan ya da sektörle ilgili faaliyetler yürüten tüm aktörler yer almaktadır. İkinci düzeyde örgütün doğrudan işlem gerçekleştirdiği, yüz yüze olduğu tüm kişi ve kuruluşlar yer almaktadır. Yani işletmenin rakipleri, alış veriş ilişkisi içinde olduğu tedarikçi firmalar ve müşteriler, aracı kuruluşlar, işletmenin çalışanlarının bağlı olduğu sendikalar gibi. Üçüncü düzeyde kavramsallaştırılan çevre de bir sosyal aktör olarak örgüt tarafından algılanan, yorumlanan yani yeniden inşa edilen çevreyi tasvir etmektedir.

Yöneticilerin zihninde canlanan bu çevre, işletmenin davranışları üzerinde etkili olan çevredir. Kaynak bağımlılığı kuramında örgütün davranışları üzerinde etkili olan çevre, üç özelliği açısından incelenmektedir. Bunlar yoğunluk, kaynak kıtlığı ve iç ilişkililik durumudur. Yoğunluk, bir sektördeki toplam üretim hacminin, satışların, istihdamın, yaratılan katma değerin veya varlıkların ağırlıklı olarak kaç işletme tarafından kontrol edildiğini ifade etmektedir. Başka bir ifadeye belli bir sektörde pazar payı ne kadar az örgüt tarafından paylaşılıyorsa o sektörde yoğunluk o kadar yüksek demektir. Bir sektördeki yüksek yoğunluğun tersi, çatışma durumudur. Çatışma, yoğunluğun düşük olması olarak ifade edilebilir. Belli bir sektörde pazar payı ne kadar çok örgüt tarafından paylaşılıyorsa o sektörde yoğunluk o kadar düşük demektir. Çok sayıda örgütün faaliyette bulunduğu düşük yoğunluklu sektörlerde çatışmanın en önemli nedenlerinden biri de kaynak kıtlığıdır. Kaynak kıtlığı, rakiplerle aynı kaynaklara bağımlı olma durumudur.

İşletme davranışı üzerinde belirleyici olabilen bir diğer karakteristik ise çevrenin iç ilişkililiğidir. İç ilişkililik, bir sektördeki aktörler arasında var olan ilişki, iletişim, iş birliği kurma biçimlerini ifade etmektedir.

Kaynak Bağımlılığı Kuramının Temel Kavramları

Örgütlerin faaliyetlerini sürdürmek için ihtiyaç duyduğu tüm girdiler anlamında kaynaklar, çeşitli çevresel aktörler tarafından kontrol edilmektedir. Kaynaklar, örgüte faaliyeti için gerekli sermaye, ham madde, malzeme, enerji, insan kaynağı ve bilgiyi sağlayan tüm çevresel birimler, aynı zamanda işletmenin beslendiği yaşamsal kaynakları kontrol etmektedirler.

Kaynak bağımlılığı kuramı çerçevesinde, örgütlerin dış çevredeki diğer aktörlerle kaynakların elde edilmesi temelinde mücadele ettiği düşüncesi bir başka temel kavramı da beraberinde getirmektedir: Bağımlılık. Bağımlılık, sosyal ilişkilerde, bir aktörün eylemini/faaliyetini gerçekleştirmek ile ilgili tüm koşulları ya da etkenleri tam olarak kontrol edememesi durumunda ortaya çıkmaktadır. Kaynak bağımlılığı perspektifi ile örgütler, çevreden yalıtık ya da bütünüyle çevresel belirlenime açık değil, özerklik sahibi ve bu özerkliği korumaya çalışan sosyal aktörler olarak kabul edilmektedirler. Özerklikle ifade edilen örgütlerin yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğu kaynakları istikrarlı bir şekilde temin edebilme durumudur. Örgütün bağımlılık ilişkilerinin yönetimi, ihtiyaç duyulan desteğin ve kaynak kullanımının sürekliliğini sağlamak için ilişki içinde bulunulan diğer grup ve örgütlerin beklentilerini ya da taleplerini karşılamayı gerektirmektedir. Bağımlılık ilişkilerinin yönetimi, Örgütün ihtiyaç duyulan desteğin ve kaynakların sürekliliğini sağlamak için ilişki içinde bulunulan diğer grup ve örgütlerin beklentilerini ya da taleplerini karşılamaya dönük faaliyetleridir. Örgütler temel olarak, kendileri için gerekli kaynakları kontrol eden diğer aktörler tarafından etkilenmektedirler.

Ancak bu etkileşimin hangi yönde ve düzeyde gerçekleşeceği belirli koşullara bağlıdır. Bunlar;

  • Örgütün çevresel taleplerin farkında olması,
  • Örgütün, talepte bulunan aktör tarafından sağlanan kaynaklara ya da desteğe ihtiyaç duyması,
  • Söz konusu kaynak ya da desteğin örgütsel faaliyetler açısından kritik ya da önemli olması,
  • Çevresel aktörün bir kaynağın dağıtımını, tedarikini ya da kullanımını kontrol ediyor olması ve söz konusu kaynak için alternatif sağlayıcıların bulunmaması,
  • Örgütün, ilgili çevresel aktör için önemli olan herhangi bir kaynağı kontrol eder pozisyonda bulunmaması,
  • Örgütün eylemlerinin ya da yarattığı sonuçların çevresel aktör açısından gözlemlenebilir ve değerlendirilebilir olması,
  • Talep sahibi çevresel aktörün taleplerinin karşılanmasının, örgütün bağımlılık ilişkisi içinde olduğu diğer çevresel aktörlerin aleyhine sonuçlar doğurmaması,
  • Örgütün, ilgili çevresel aktörün taleplerinin belirlenmesinde, formüle edilmesi ve ilan edilmesinde herhangi bir etkisinin ya da kontrolünün bulunmaması,
  • Örgütün, çevresel aktörün talebini karşılayacak eylemleri yerine getirebilme, sonuçları üretebilme gücünün ya da yeterliliğinin olması,
  • Örgütün temelde bir varoluş ve sürdürülebilirlik arayışının olması gerekmektedir.

Bir örgütle bir diğer bir örgüt, kişi ya da grup arasındaki bağımlılık düzeyini belirleyen üç temel faktör sayılmaktadır. Bunlardan ilki, çevresel aktör tarafından sunulan kaynağın, örgütün faaliyetlerinin devamlılığını sağlamak açısından öneme sahip olmasıdır. İkinci etken, çevresel aktörün ilgili kaynağın dağıtımı ya da kullanımı üzerindeki belirleyiciliği yani özerklik düzeyidir. Üçüncü olarak da ilgili kaynağın tedarikinde alternatiflerin az olmasına bağlı olarak çevresel aktörün elde edeceği kontrolün yoğunluğu bağımlılık düzeyini belirleyebilmektedir. Bir kaynağın örgütsel faaliyet açısından önemini belirleyen ve birbirinden bağımsız olmayan iki özelliğinin bulunması gerekmektedir. Bunlardan ilki, ilgili kaynağın faaliyetler içindeki payı, yani hangi hacimde kullanıldığıdır. İkinci özellik ise kaynağın faaliyetlerin devamlılığı açısından ne kadar kritik olduğudur. Bir kaynağın, örgütün faaliyetleri açısından ne kadar kritik olduğunu ölçmek, kullanım hacmini ölçmeye göre daha güçtür. Kritiklik düzeyinin ölçütü, ilgili girdinin tedariki ya da ürünün üretimi veya satışı gerçekleşmediğinde örgütün varlığını sürdürebilme yeteneğidir. Kaynağı tedarik eden aktörün kaynak üzerindeki özerkliği ise birkaç farklı biçimde gerçekleşebilmektedir. Farklı örgütsel çevrelerde yasal düzenlemeler veya normlar bu özerkliğin mutlak kullanımını değişik ölçülerde sınırlandırabilmektedir.

Sahiplik dışındaki bir başka özerklik aracı, ilgili kaynağın dağıtımı üzerinde kontrol sahibi olmaktan kaynaklanmaktadır. Örgütün ya da örgüt içinde bir birimin pozisyonu, sahibi olmadıkları kaynakların dağıtımı konusunda bir özerkliği beraberinde getirebilmektedir.

Öte yandan, bir örgütü herhangi bir kaynak temelinde bir başka örgüt ya da gruba bağımlı kılan bir diğer koşul kaynak kontrolünün yoğunluğudur. Söz konusu kaynağın örgütsel faaliyetler içindeki payı ve kaynağın kritiklik düzeyi tek başına bağımlılığı belirlemeye yetmemektedir. Aynı anda, mübadeleye konu olan kaynağın görece az sayıda ya da tek bir örgüt tarafından sağlanıyor olması gerekmektedir.

Bu durumda, kaynağın temininde az sayıda alternatifin olması yani kaynak üzerinde sağlayıcı aktörlerin kontrolünün yoğun olması örgütün çevresel aktöre bağımlılık düzeyini artırmaktadır.

Örgütlerin ihtiyaç duydukları kaynak kullanımı için dış çevrede yer alan kişi ve kuruluşlar ile girdikleri bağımlılık ilişkisi, karşılıklı olarak sahip olunan bir güç potansiyeli yaratmaktadır. Güç, örgütlerde farklı çıkarlara sahip iç ve dış çevresel aktörlerin birbirlerine karşı bağımlılık oluşturma, örgütün kararlarını kendi lehinde sonuçlar üretecek şekilde etkileme yeteneğidir.

Ancak bu karşılıklı bağımlılık ilişkisi gücün tek dayanağını oluşturmamaktadır. Taraflar arasındaki asimetri, yani bir tarafın diğerine daha fazla bağımlı olması, örgütler arası güç ilişkisinin asıl dayanağını yaratmaktadır.

İşletmelerin iç çevrelerinde yaşanan güç ilişkileri ilk olarak Crozier (1964), Thompson (1967) ve Perrow’un (1970) çalışmalarıyla gündeme gelmiştir. Buna göre işletmelerin içyapısında yer alan farklı bölümler ya da birimler, farklı düzeylerde güç sahibidirler. İşletme içinde en önemli belirsizlik kaynağı olan ya da en kritik kabul edilen işlevler, bölümler veya birimler, işletme içindeki gücü de ellerinde tutmaktadırlar.

İşletme içindeki alt birimlerin güç sahibi olma biçimleri birkaç farklı nedene bağlanmaktadır. İlk olarak alt birimin işletmenin karşılaştığı belirsizlikler ya da kısıtlarla başa çıkabilme yeteneği sahip olunan gücün düzeyini belirlemektedir. Burada karşılaşılan belirsizliğin ya da sorunun niteliğine değil, işletmedeki alt birimin bu sorunu çözebilme yeteneğine vurgu yapılmaktadır. İkinci olarak alt birimin belirsizlik veya kısıtlarla başa çıkma yeteneğinin ne kadar ikame edilebilir olduğu önem taşımaktadır. Alt birimin bu yeteneğinin görece o birime özgü, yani kolay kolay ikame edilemez olması, birimin sahip olduğu gücün bir diğer bileşeni olarak kabul edilmektedir.

Örgütlerde Bağımlılık İlişkilerinin Yönetimi

Örgütlerin içinde bulunduğu bağımlılık ilişkilerini yönetebilmesinin bir dizi ön şartı bulunmaktadır. Bunlar:

  • Bağımlılık ilişkisinin farkında olmak: İşletmenin, bağımlı olduğu dışsal aktörleri doğru algılaması ve her birinin göreli ağırlığı hakkında fikir sahibi olması gerekmektedir.
  • Talepleri doğru tanımlamak: İşletme bir çevresel aktörle bağımlılık ilişkisini tanımlamakta ancak karşı tarafın taleplerini ya da kendisine yönelik değerleme kriterlerini tam olarak ayırt edemeyebilmektedir.
  • Taleplerin çatışması: İşletmelerin faaliyet süreçleri aynı anda birden çok aktörle bağımlılık ilişkisi kurmayı ve yine aynı anda birden çok tarafın taleplerini karşılamayı gerektirmektedir. Ancak çoğu kez bu talepler, tarafların ve işletme ile taraflar arasındaki ilişkinin doğası gereği birbirinden farklı hatta zıt yönde ortaya çıkmaktadır.

Örgütlerin bağımlılık ilişkilerini kendi lehlerine düzenlemek için ise uyma ya da taleplere itaat etme davranışları sergiledikleri görülmektedir. Uyma, örgütlerin çevresel baskılara karşı koymak yerine koşulların gerektirdiği davranışlarda bulunmasıdır. Örneğin kriz süreci yaşayan, kapanma tehdidi ile yüz yüze gelen bir işletmede çalışanların ücret artışlarından feragat etmeleri beklenebilir. Bir başka yol da ayrı tutma, yani taleplere görünürde uyum sağlanmasıdır. Ayrı tutma, örgütlerin çevresel baskılara karşı koymak veya tam olarak uymak yerine koşulların gerektirdiği davranışları gerçekleştiriyor gibi yapmasıdır. Bir örgütün kaynak bağımlılığı içinde olduğu diğer aktörler, o örgüt tarafından yönlendirilemeyecek derecede güçlü ise, yani kendi taleplerini belirleme, tanımlama ve bunları gündeme getirme konusunda örgüte göre daha güçlü ya da avantajlı konumda ise bu kez örgüt, taleplerini yönlendirmekte güçlük çektiği çevresel aktöre bağımlılıktan kaçınmaya çalışacaktır. Bağımlılıktan kaçınma, örgütlerin çevresel baskılar karşısında kendilerinden daha güçlü örgütlerle olan bağımlılıklarını azaltmak amacıyla farklı tedarikçilerle çalışma, yüksek stok bulundurma, ikame girdiler kullanma, ürün farklılaştırma veya talepleri manipüle etme gibi davranışlarda bulunmaları durumunu ifade etmektedir.

Örgütler belirli bir alış veriş ilişkisi içinde oldukları aktörler ile aralarında oluşan bağımlılığı en aza indirgemeye, burada oluşacak ve varlıklarını tehdit edebilecek bir güç asimetrisinden kaçınmaya çalışabilmektedirler. Tek kaynağa bağımlılığı azaltmanın bir yolu da ikame girdiler kullanma ile tedarikçiye olan bağımlılığın azaltılmasıdır. Öte yandan belirli bir ürünün piyasasında sınırlı sayıda ürün ve dolayısıyla satın alıcı ile çalışmak yerine ürünleri farklılaştırarak pazarın daha geniş kesimlerine hitap etmek de benzer bir saikle sergilenen bir işletme davranışı olarak kabul edilmektedir. Çevresel taleplere uymanın getirdiği tehdit ve kısıtlardan kaçınmanın etkin yollarından biri, ilgili taleplerin oluştuğu koşulları ya da durumları yönlendirmeye çalışmaktır. Talep koşullarını yönlendirmek adına ilk seçenek, dışsal aktörün talebini tanımlamak için insiyatif elde etmek ve talebin içeriği konusunda belirleyici olmaktır. İkinci bir yöntem talebin kendisini değil ama nasıl tatmin edileceğini tanımlamaktır. Taleplerin içeriğinin formüle edilmesinde bir diğer yol, talepler konusunda standartlar geliştiren veya düzenlemeler yapan kurumları etkilemek veya bu karar süreçlerinde yer almaya çalışmaktır. Reklam ve tanıtım faaliyetleri işletmenin kendisine yönelen talepleri şekillendirmesinde rol oynayabilmektedir. Kaynak bağımlılığı kuramına göre, örgütlerin bağımlılık ilişkilerinden kaynaklanan baskı ve kısıtlara tepki olarak ortaya koydukları dört temel eylem biçimi bulunmaktadır. Bunlar:

  • Örgütsel bağımlılıkların yapısını değiştirmeye yönelik stratejiler: İşletmelerin büyümesi, birleşme, yatay ve dikey bütünleşmeler
  • Örgütler arası kolektif yapılar oluşturmaya yönelik stratejiler: Normatif koordinasyon, iş birliği yapıları, ortak yönetim kurulu üyelikleri ve bağımlılığın örgütlü yönetimi
  • Politik eylemlere girişme: Karşılıklı bağımlılığın yasalar ve sosyal yaptırımlar yoluyla yönetimi
  • Üst düzey yönetici değişiklikleridir.

Örgütsel bağımlılıkların yapısını değiştirmeye yönelik stratejilerden biri büyümedir. Örgütlerde büyüme birkaç farklı şekilde gerçekleşebilmektedir. İlk seçenek örgütün kendi faaliyet hacmini artırarak büyümesidir. Örgütsel bağımlılık ilişkilerine müdahale etmek için izlenen büyüme stratejilerinden birisi de örgütler arasındaki birleşme ve satın almalardır. Birleşme ve satın almalar, örgütlerin piyasadaki bağımlılık ilişkilerinin yapısını değiştirerek rekabet koşullarını kendi lehlerine çevirmek amacıyla başvurdukları yatay dikey bütünleşmeler ve faaliyet çeşitlendirme stratejilerdir.

Nelson (1959)’a göre birleşme ve satın almaları üç farklı strateji üzerinden ele almaktadır. İlki yatay bütünleşme olarak bilinen rakip işletmeyi satın alarak ya da rakip işletme ile birleşerek rekabeti azaltmaktır. İkinci olarak örgütler, dikey bütünleşmeler yolu ile tedarikçi ya da müşteri konumunda olan örgüt ile mevcut bağımlılık ilişkisinin yapısını değiştirmeye çalışmaktadırlar geriye doğru dikey bütünleşme gerçekleştirerek tedarikçisi konumundaki bir işletmeyi satın almakta ve böylelikle ilgili kaynağı doğrudan kontrol etme fırsatı sağlamaktadır.

Mücevher tasarımı ve üretimi yapan bir işletmenin, sadece mücevher satışı gerçekleştiren ve kendi müşterileri arasında yer alan bir mağazalar zincirin satın alması ise ileriye doğru dikey bütünleşmeye gitmenin bir örneğini oluşturmaktadır. Son olarak örgütler faaliyetlerini çeşitlendirerek yani ekonominin diğer endüstrilerine yayılarak mevcut faaliyet alanına bağımlılığı azaltma yoluna gitmektedirler. Çeşitlendirme, işletmeyi, daha farklı koşullara sahip başka ilişki ağlarının içine girerek belirli bağımlılık ilişkilerinin getireceği potansiyel tehlikelerden koruyabilmektedir. Özetle işletmeler, gerek rekabetçi baskılardan kurtulmak, gerekse tedarikçisi ya da müşterisi konumundaki kritik bir aktöre bağımlılığını azaltmak için yatay ve dikey bütünleşmelere gitmektedirler. İkinci bir yol ise örgütler arası kollektif yapılar oluşturmaktır. Bu çerçevede dış çevre ile çeşitli biçimlerde bağlantılar kurmaya çalışmaktırlar. Bu bağlantılar da ortak sosyal normlar yaratmak gibi gevşek ve informel davranışlardan, ortak yönetim kurulu üyeliklerine, ortak girişimlere, örgütlerin üye oldukları ve birlikte hareket etmelerini sağlayan formel örgütlenmelere kadar birçok biçimde gerçekleşebilmektedir. Özellikle kimi işletmelerin yönetim kurullarında sahip oldukları güç ve bağlantılar nedeniyle emekli politikacı ve askerlerin yer almaları yeni kurumsal kuramda da kooptasyon kavramı çerçevesinde tartışılmıştır. Kooptasyon, örgütlerin, kendilerini olumsuz yönde etkileyebilecek toplumsal kesimlerin liderlerini örgütün bir parçası hâline getirerek o toplumsal kesimin tutum ve davranışlarını kontrol etmeye çalışmasıdır. Kollektif yapılarla:

  • Bir örgütün kaynak bağımlılığı ilişkisi içinde olduğu diğer bir işletme ile temas içinde olması, her şeyden önce ona bilgi girişi sağlamaktadır.
  • İkinci olarak söz konusu bağlantılar, diğer işletmeler ile arada olan bağımlılığın düzeyi hakkında da bilgi üretebilmektedir.
  • Son olarak çeşitli biçimlerde çevre ile kurulan bağlantılar, bu bağlantılar içinde gerçekleştirilen etkinlikler işletmeye tanınma ile birlikte prestij ve meşruiyet de getirmektedir.

Bazen işletmeler politik aktör gibi hareket edebilirler. Kaynak bağımlılığı kuramı açısından bakıldığında ekonomik, politik, sosyal ve yasal düzenlemeler sadece örgütleri kısıtlayan çevresel koşullar olarak görülmemekte, bunlar kısmen de olsa, varlığını sürdürme mücadelesi içinde olan örgütlerin faaliyetlerinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Yani bu anlamda çevre, sadece katlanılan, kaçınılan ya da kabul edilen verili bir ortam olarak düşünülmemektedir. İşletmeler doğrudan devlet ile bir bağımlılık ilişkisi içinde olmasa da devlet tarafından alınan kararlar ve yasal düzenlemeler bir sektörde oyunun kurallarını radikal biçimde değiştirebilmektedir.

Diğer bir konu üst düzey yöneticilerin değişimidir. Üst düzey yöneticilerin değişimi kararları, bir üst düzey yöneticinin bulunduğu pozisyondan ayrılması, yerine yeni bir yöneticinin atanması sürecini ifade etmektedir. Kuram, hem yöneticilerin işten ayrılması hem de yeni yöneticilerin seçimine ilişkin kararların, örgütün çevresel koşullarından etkilendiğini iddia etmektedir. Bu iddia çerçevesinde geliştirilen argümanlar şu şekildedir:

  • İşletmenin çevresel ortamı, taşıdığı koşullar, belirsizlikler ve bağımlılıklarla birlikte güç ve kontrolün örgüt içindeki dağılımını etkilemektedir.
  • Güç ve kontrolün örgüt içindeki dağılımı, örgütün kritik mevkilerindeki yöneticilerin seçimini ve bu görevdeki kalış sürelerini etkilemektedir.
  • İşletme politikaları ve örgüt yapısı, söz konusu güç ve kontrol dağılımı tarafından etkilenen kararların bir sonucudur.
  • İşletmeyi kontrol eden yöneticiler, sonuç olarak ortaya çıkan yapıyı ve örgütsel faaliyetleri etkilemektedirler.

Yöneticiler, kontrolün kaynağıdır ve bu kontrol örgütün faaliyetlerini belirlediği için de kimin söz konusu kontrole sahip olduğu önemlidir. Araştırmalar, özellikle işletme performansının düştüğü dönemlerde üst düzey yöneticilerin daha çok değiştiğini yani görevden ayrıldıklarını, yerlerine yeni yöneticilerin getirildiğini göstermektedir. Ancak yönetici değişikliği kararlarında sadece performans düşüklüğü ya da karşılaşılan sorunlar etkili değildir. Bununla birlikte, karşılaşılan sorunların çözümü konusunda ilgili yöneticinin kendisinin yeterliliklerine ya da yetersizliğine ilişkin algı bir diğer belirleyici olabilmektedir. İşletme içinde güç sahibi olan aktörlerin, karşılaşılan kritik sorunların çözümünde etkili olacak kişileri seçme eğiliminde bulunacakları varsayılmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmalar, belirli koşullar altında önemli örgütsel pozisyona atanacak bireyleri seçen kişilerin, kendi niteliklerine benzeyen adayları seçme eğiliminde olduklarını göstermektedir.