ORTAÇAĞ FELSEFESİ II - Ünite 4: Fârâbî Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: Fârâbî
Fârâbî’nin Yaşamı ve Yapıtları
871 yılında Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki Vesiç’te doğmuştur. Latin Ortaçağı’nda Alfarabius ve Abunaser adıyla anılır. Babasının Vesiç Kalesi kumandanı olduğu dışında ailesi hakkında bilgi bulunmayan Fârâbî, dönemin önemli bir eğitim ve kültür merkezi konumundaki Fârâb’da iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Bir süre kadılık (yargıçlık) yaptığı anlaşılan filozof, bilinmeyen bir tarihte mesleğinden ve memleketinden ayrılarak hayatı boyunca sürdüreceği bir akademik seyahate çıkmıştır. Önce Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi önemli ilim ve kültür merkezlerinde bulunan Fârâbî’nin kırklı yaşlarının başında Bağdat’a vardığı tahmin edilmektedir. Eserlerinin çoğunu kaleme aldığı Bağdat’ta meydana gelen karışıklıklar Fârâbî’nin 941 veya 942 yılında buradan ayrılıp Dımaşk’a, oradan da Halep’e gitmesine yol açmıştır. Yaşının bir hayli ilerlediği 948’de Mısır’a yaptığı kısa seyahatin ardından Dımaşk’a dönen filozof, Aralık 950’de seksen yıllık ömrünü burada tamamlamıştır. Hiç evlenmeyen, mala mülke değer vermeyen, şöhret ve gösterişten nefret eden filozofun, ruh ve ahlak temizliğini her şeyin üstünde tutan bir kişiliği vardı. Fârâbî’ye göre, felsefe yapan kimsenin nihai amacı kendi ahlakını düzeltmek, hatta bununla da yetinmeyip yakın çevresi ve toplumun da ahlaken iyileşmesine katkıda bulunmak olmalıdır. Özellikle mantık alanındaki üstün başarılarından ötürü, “Muallim-i Evvel” (İlk Hoca) Aristoteles’ten sonra “Muallim-i Sânî” (İkinci Hoca) unvanıyla anılan Fârâbî, geriye 43’ü günümüze ulaşan 100’e yakın eser bırakmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Eflatun’un Kanunlarının Özeti, Felsefenin Temel İlkeleri, Eflatun ile Aristoteles’in Görüşlerinin İlkeleri, Felsefe Öğreniminden Önce Bilinmesi Gereken Konular, Siyaset Felsefesine Dair Görüşler, Mutluluk Yoluna Yöneltme, Mutluluğun Kazanılması, Giriş/Îsâgûcî, Mantığa Başlangıç/et-Tavtıe fi’lmantık, Beş Bölüm/el-Fusûlü’l-hamse, Astroloji Hakkında Doğru ve Yanlış Bilgiler, Aklın Anlamları.
Fârâbî’nin Varlık Anlayışı
Fârâbî’ye göre “varlık” insan aklının ulaşabildiği en genel kavramdır ve tanımlanamaz. Filozof varlığı, en yetkin olandan yetkinliğin en alt düzeyinde bulunana doğru inen bir sıradüzeni içinde yorumlar. Buna göre en üstte en mükemmel olan “İlk Sebep” (Tanrı) en altta ise “İlk Madde” (heyûlâ) bulunmaktadır. İlk Sebep’ten sonra sırasıyla “ayrık akıllar”, “faal akıl”, “nefis”, “suret” (form) ve “madde” gelir. Varlık kavramını ‘Zorunlu Varlık’ ve ‘Zorunsuz Varlık’ şeklinde iki kategoride ele alan Fârâbî, Zorunsuz Varlıklar ile Zorunlu Varlık, yani Tanrı arasındaki ilişkiyi Fârâbî “Sudûr Teorisi” ile açıklar.
Sudûr Teorisi
Diğer semavî dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de Allah mutlak irade ve kudretiyle kâinatı sonradan yaratmıştır. İlk defa Fârâbî dini geleneğin dışına çıkarak Tanrı-Varlık ilişkisini “Sudûr yahut Kozmik Akıllar Teorisi”yle yorumlamıştır. Ona göre ilk, zorunlu, her türlü iyilik ve yetkinliğin mutlak kaynağı olan, dolayısıyla da bir ihtiyacın giderilmesi anlamında herhangi bir şeyi amaçladığı düşünülemeyen Allah, âlemi amaçlamış olamayacağından, âlem, O’ndan bir tür zorunlulukla ve “taşmak” (sudur, feyezan) suretiyle var olmuştur. Mutlak Varlık olan Allah, salt akıl olması itibariyle kendi özüne ilişkin mutlak bilinç ve bilgisinin bir sonucu olarak O’ndan “ilk akıl” sudur etmiş/taşmıştır. Tanrı’ya nispetle “zorunlu”, fakat özü bakımından “zorunsuz” (mümkin) varlık olan ilk akıl bunun bilincinde olduğundan çokluk karakteri taşımaktadır ve bu durum ondan ikinci akıl, birinci gökküresinin nefis ve maddesinin taşmasına sebep olur. Bu süreç ve işleyiş ay-altı âlemdeki her türlü değişmenin ilkesi sayılan onuncu yani faal akla kadar devam eder.
Fârâbî’nin İlimler Tasnifi ve Mantık Anlayışı
Fârâbî ilimleri sınıflandırmak amacıyla kaleme aldığı İlimlerin Sayımı (İhsâ’ü’l-ulûm) adlı eserinde kendi dönemindeki ilimleri sınıflandırarak her birinin tanımı, teorik ve pratik açıdan değeri ile eğitimöğretimdeki önemini belirtmiştir. Filozof bu eserinde ilimleri beş ana başlık (fasıl) altında sınıflandırır.
- Dil ilmi
- Mantık ilmi
- Matematik ilmi
- Felsefe ilmi
- Medenî ilim
Dil ilmi : dil (lügat), kelime bilgisi (sarf), cümle bilgisi (nahiv), yazı, okuma ve şiir.
Mantık ilmi : ilmin gerekliliği, faydaları ve yöntem oluşu, konusu ve bölümleri.
Matematik ilmi : aritmetik, geometri, astronomi, mûsikî, mekanik, kaldıraçlar.
Felsefe ilmi: fizik ve metafizik.
Medeni ilim : ahlak ve siyaset ile fıkıh ve kelâm.
Özellikle mantık alanındaki başarılarıyla dikkat çeken Fârâbî, Aristoteles de dahil olmak üzere kendisinden önceki mantıkçılarda görülmeyen ve kendisinden sonraki İslam mantıkçılarına yön veren bir sınıflandırma ile mantığı “kavramlar” (tasavvurât) ve “hükümler/önermeler” (tasdîkât) olmak üzere iki kısma ayırır. Birinci kısım terimler ile tarifi meydana getiren temel unsurları, ikinci kısım ise önermeler, kıyas ve ispat şekillerini konu alır. Fârâbî, mantık isminin etimolojisini de dikkate alarak bu disiplinin ilk işlevinden aklın kavram ve düşünce üretimiyle ilgili olanını “iç konuşma” (ennutku’d-dâhilî), söz ve söyleme ilişkin olan ikinci işlevini de “ dış konuşma” (en-nutku’l hâricî) olarak değerlendirir. Bu özelliğinden ötürü mantık disiplini bir bakıma gramere benzer. Mantık bütün insanlığın ortak paydası olan düşünmenin/düşüncenin kanunlarını ortaya koyarken, gramer bir milletin diline ait kuralları verir. Diğer bir deyişle gramer hatasız konuşmanın, mantık ise doğru düşünmenin kurallarını kapsar; gramerin dil ve kelimelerle ilişkisi ne ise mantığın akıl ve kavramlarla ilişkisi de odur. Fârâbî’nin mantık alanına getirdiği bir yenilik de felsefe, cedel, safsata, hitabet ve şiirin “beş sanat” olarak değerlendirilmesidir.
Fârâbî’nin Bilgi Anlayışı
Fârâbî bilgi problemini nefis ve akıl kavramları çerçevesinde temellendirmeye çalışır. Ona göre düşünce ile varlık arasındaki bağlantı suret üzerinden gerçekleşir. Suretin dış dünyada ve zihinde olmak üzere iki tür varlığı söz konusudur:
- Suretin cisimde bulunuşu.
- Duyuda, hayalde ve akılda bulunuşu.
Bu yaklaşımı çerçevesinde duyu algısını bilginin başlangıcı sayarak Platon’un “doğuştancı” teorisini benimsemediğini gösteren Fârâbî, bilginin kaynağı konusunda bir “duyumcu” (sensualist) gibi davranır. O, duyu ve hayal gücünden gelen izlenimlerin akıl tarafından nasıl bir işlemden geçirildiği yahut aklın soyutlama işlevini nasıl gerçekleştirdiğini açıklarken Aristoteles’ten beri Meşşâî gelenekte devam eden psikolojik akıllar teorisi ne başvurur. Aklı öncelikle amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayıran filozofa göre özne-nesne ilişkisinde duyulardan gelip hayal gücünde kısmen soyut hale gelen izlenimler nazarî akıl tarafından üç aşamalı bir işlemden geçirilir.
- Güç halindeki akıl
- Fiil halindeki akıl
- Kazanılmış akıl
Güç halindeki akıl: Nefis veya nefsin bir cüzü ya da gücü olan bu akıl varlığa ait suretleri soyutlayarak kavram haline getirme gücüne sahiptir.
Fiil halindeki akıl: Güç halindeki aklın aktif duruma geçmesidir. Akıl soyutlama yaparak maddeden bağımsız kavram ve bilgilere ulaşır.
Kazanılmış akıl: İnsanın ulaşabileceği en yüksek düzeydir. Duyu algılarıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan kazanılmış akıl, sezgi ve ilhama açık olduğu için artık faal akılla ilişki kurmaya hazır durumdadır. İnsan, teorik düşünme ve akıl yürütme imkânına ancak kazanılmış akıl aşamasında kavuşur.
Fârâbî’nin Devlet ve Siyaset Anlayışı
Erdemli bir hayatın ancak ideal bir toplumda gerçekleşeceği düşüncesini benimseyen Fârâbî, öncelikle insan topluluklarının bir arada yaşama ve adına devlet dedikleri en üst düzeyde örgütlenme fikrine nasıl ulaşmış olabilecekleri sorununu irdeler. Bu konuda “ontolojik”, “biyo-organik”, “fıtrat” ve “adalet” teorisi olarak adlandırılabilecek olan bir takım teorilerden söz eder. Fârâbî, insan topluluklarını ihtiyaçlar karşısında işbölümü, dayanışma ve ahlaki yetkinliği gerçekleştirme kabiliyeti bakımından da tasnife tabi tutar. Buna göre insan topluluklarını önce “yetkin” ve “yetkin olmayan” diye ikiye ayıran filozof, yetkin yahut gelişmiş olanları küçük (şehir), orta (devlet) ve büyük (birleşik devletler); yetkin olmayan yahut az gelişmiş olanların da ev, sokak, mahalle ve köy şeklinde sınıflandırır. Fârâbî’nin ortaya koyduğu bir diğer sınıflandırma da “erdemli devlet” “erdemsiz devlet” ayırımıdır. Filozofa göre erdemli devletin bir tek şekli bulunurken onun zıtları konumundaki erdemsiz devletler “cahil devlet”, “sapkın devlet”, “fâsık devlet”, “değişebilen devlet” olmak üzere dörde ayrılır. Erdemli devleti sağlıklı bir organizmaya benzeten Fârâbî, devletin kurum ve kuruluşlarının verimli ve düzenli çalışmaları da devlet başkanının yetkinlik, yetenek ve tutumuna bağlıdır. Devlet mekanizmasının baş düzenleyicisi olarak devlet başkanının durumu büyük önem kazanmaktadır. Filozofa göre erdemli devletin başkanında bulunması gereken on iki temel nitelik şunlardır:
- Eksiksiz ve sağlıklı bir fizikî yapı
- Kendisine söylenen her şeyi doğru anlayıp sağlıklı değerlendirme yeteneği
- Keskin zekâ ve anlayış
- Güçlü hafıza
- Düşüncelerini açık ve anlaşılır bir üslûpla ifade edebilme yeteneği
- Öğrenme ve öğretmeyi sevme, bu uğurda her zorluğu göğüsleme iradesi
- Yeme-içme, oyun-eğlence, mal-mülk gibi geçici hazlara düşkün olmama
- Doğrululuk ve dürüstlüğü sevip yalandan ve yalancıdan nefret etme
- Haksızlık ve zulümden nefret eden ve adaleti gerçekleştirme tutkusuyla davranan bir kişilik
- İnsanlık onuruna düşkün olma
- Yapılması gerekeni uygulama, azim, kararlılık ve cesaret
- Gönül zenginliği ve tok gözlülük
Fârâbî, bütün bu özelliklerin bir tek insanda toplamasının çok zor olduğunun farkındadır ve bir devlet başkanında en azından altı özelliğin bulunması gerektiği görüşündedir. Bir devlet başkanı bilge olmalı, öncekilerin koyduğu kanunu ve töreyi bilmeli. Yeni durumlara ilişkin hüküm çıkaracak yetenek ve birikime sahip olmalı. Kanun konulmamış yeni meselelerin çözümüne yönelik hüküm koyacak donanıma sahip olmalı. Toplumda düzeni sağlayacak şekilde kanunları insanlara anlatıp kabul ettirecek bir önderlik ve ikna gücü olmalı. Savaşı yönetecek şekilde sağlıklı bir fizikî yapıda olmalı. Nitelikler hususunda bu kadar ısrarlı bir tutum sergilemesi, Fârâbî’nin, “ilk reis” ve “önder” diye nitelediği ideal devlet başkanının şahsında Hz. Peygamber ile filozofun üstün özelliklerini birleştirmeyi hedeflemiş olmalıdır.