ORTAÇAĞ FELSEFESİ II - Ünite 3: Ebû Bekir Râzî Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Ebû Bekir Râzî

Râzî’nin Yaşamı ve Yapıtları

İslam düşünce tarihinde hekim-filozof tipinin olduğu kadar tabiatçı/natüralist felsefenin de en başarılı temsilcisi olan Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî, 865 yılında Tahran yakınlarında bulunan Rey şehrinde doğdu. Batılılar onu Rhazes diye anarlardı. Râzî’nin gençlik yıllarında edebiyat ve musiki ile ilgilendiği ve geçimini kuyumculuk yaparak sağladığı bilinmektedir. Kuyumculuk mesleği Râzî’nin kimyaya ilgi duymasına, yaptığı deneyler sırasında gözlerinin rahatsızlanmasına, bu rahatsızlık ise onu tıbba yöneltmiştir. Tıp ilmine yaptığı önemli katkılar ona ‘Arapların Galeni’ unvanını kazandırmıştır. İlim tahsili için uzun seyahatlere çıkan Ebû Bekir Râzî, çeşitli ilim ve kültür merkezlerinde Yunan, Hint, İran ve İslam tıbbına dair zengin tıp bilgisi edinmiştir. Dolayısıyla Rey’e dönüşünde buradaki hastanenin başhekimliğine getirilmiştir. Onun tıp tarihine yaptığı önemli katkılardan biri de ilk defa kimyayı tıbbın hizmetinde kullanmış olmasıdır. Deneylerini maymunlar üzerinde gerçekleştiren Râzî, hastaların denek olarak kullanılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Tıp ve Felsefe başta olmak üzere çağının bütün ilimlerine dair eserler veren Râzî’nin özellikle kimya ve tıp alanındaki birçok eseri Latinceye çevrilmiştir. Ortaya koyduğu eleştiriler kadar maruz kaldığı eleştirilere karşı kendini savunurken de cesaret ve özgür düşünceye dair örnekler vermiştir. Müşfik, cömert ve çalışkan bir kişilik olan; öğrencileri ve hastaları ile meşgul olmadığı zamanlarını hep okuyup yazarak geçiren, muhtemelen yoğun çalışma temposunun bir neticesi olarak hayatının sonlarına doğru Parkinson hastalığına yakalanan ve gözlerine katarakt inen Râzî, 925 yılında doğduğu yer olan Rey’de vefat etti. Deist dünya görüşü ve felsefi yaklaşımıyla bir gelenek kuramamış olan Râzî daha çok tıp alanındaki başarılarıyla tanınmıştır.

Kaleme aldığı 200’den fazla eserden ancak elli dokuzu günümüze ulaşabilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ruh Sağlığı (et-Tıbbü’r-rûhânî), Filozofça Yaşama (es-Sîretü’l-felsefiyye), İkbâl ve Devlete Kavuşmanın Belirtileri (Makâle fî emârâti’ikbâl ve’d-devle), Hekimlik Ahlakı (Ahlaku’t-tabib).

Râzî’nin Varlık Anlayışı

“Bir, değişmeyen, ezelî” olan ile “çok, değişen ve sonradan” olan varlık arasındaki ilişkinin tutarlı ve anlaşılabilir bir yaklaşımla temellendirilmesi hususu, düşünce tarihi boyunca varlık sorunun önemli bir boyutu olarak daima filozofların gündeminde yer almıştır. Râzî bu meseleyi, onun felsefesini de karakterize eden beş ezelî ilke (el-kudemâû’l-hamse) adını verdiği bir sistemle açıklamaya çalışır. Sistemin temel unsurları şunlardır:

  • Yaratıcı (el-bâri)
  • Nefis (küllî nefis)
  • Heyûlâ (şekilsiz ilk madde)
  • Hâlâ (boşluk, mutlak mekân)
  • Dehr (mutlak zaman)

Bunların her birini ezelî saymakla birlikte aralarında derece ve mahiyet farkı gözeten filozofa göre yaratıcı ile nefis aktif, heyûlâ pasif, hâlâ ve dehr ise ne aktif ne de pasiftir. Râzî’ye göre yaratıcı ilke olan Tanrı hiçbir zorunluluk olmaksızın âlemi yaratmışsa da yaratma anının belirlenmesi bir başka ezelî ilkenin bulunmasını gerektirmiştir ki bu ezelî ilke küllî nefistir. Tanrı gibi aktif bir ilke olmakla birlikte yalnızca tecrübe edebildiği şeyleri bilebilecek olan küllî nefis, âlemi meydana getirmek üzere üçüncü ezelî ilke olan heyûlâyı harekete geçirme arzu ve iştiyakındaydı. Ne var ki, Tanrı kadar bilgili ve kudretli olmadığından kurmak istediği bu ilişkide onun başarılı olamaması kaosa yol açmıştır. Tanrı, nefsin bu durumuna acımış ve ona yardım ederek bir birleşme gerçekleşmiştir. Bu birleşme sonucunda heyûlâ şekle bürünmüş ve âlem var olmuştur. Râzî, âlemin yaratılışını nefsin maddeye olan tutkusuna bağlamaktadır. Râzî’ye göre âlemin yaratılması için iki aktif ilkenin yanında bir de pasif ilkenin bulunması kaçınılmazdır. Yaratmanın yoktan ve hiçten olduğu düşünülemez. Dolayısıyla yaratmanın yönelip üzerinde gerçekleştiği ezelî ve pasif bir ilke olarak heyûlânın yani mutlak maddenin bulunması gerekir. Dördüncü ilke olarak Râzî mutlak mekândan söz eder. Ezelî ve pasif ilke konumundaki atomların ya da heyûlânın aynı zamanda hacmi de söz konusu olduğuna göre onun bir mekânda bulunduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu itibarla Râzî biri küllîmutlak diğeri cüz’î-izafî (göreli) olmak üzere iki ayrı mekândan söz eder. Râzî’nin dehr, sermed ve müddet terimleriyle ifade ettiği ezelî saydığı beşinci ilke ezel ve ebedi kuşatan sonsuz-sınırsız zamandır. O, mekân anlayışında olduğu gibi mutlak ve izafî olmak üzere iki ayrı zamandan söz eder. Mutlak zaman ezelden ebede doğru akan sürekliliği işaret etmektedir. Mutlak mekân gibi mutlak zamanın da cisimler âlemiyle bir ilişkisi bulunmadığına göre günlük dilde kullanılan an, saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay ve yıl gibi birimler de ancak izafî yahut cüzî zamanın birimleri olmaktadır. Dolayısıyla izafî zamanın ölçülebilir ve sınırlı oluşuna karşılık mutlak zaman ölçülemez ve sınırsızdır. Râzî’nin kısaca tanıtılan bu beş ezelî ilke üzerine kurduğu metafiziği İslam düşüncesi tarihinde en çok eleştiri alan yaklaşımlar içermektedir. Bunların başında Tanrı dışında ezelî varlıklar olduğu şeklindeki kabulü gelmekte, ayrıca teorinin kendi içinde çok sayıda çelişki taşıdığı ve Eflâtuncu, Yeni Eflâtuncu, Pisagorcu ve Hermetik geleneğin yansımalarından ibaret olduğu gibi hususlar gelmektedir. Râzî, âlemin mutlak maddeye yada atomlara dönüşerek çözülüp dağılacağı şeklindeki yaklaşımıyla âlemin yaratılmış olduğunu kabul etmekle birlikte onun ebedî olduğunu söyleyen Eflâtun’dan ayrıldığı belirtilmelidir. Aynı şekilde Aristoteles’in hareket teorisini eleştirmek üzere yazmış olduğu ancak günümüze ulaşmayan bir eserinde cisimlerin doğal olarak hareket ilkesini kendi özünde taşıdığı tezini savunmuştur.

Râzî’nin Ahlak Anlayışı

Deist dünya görüşü dolayısıyla bir dine ve peygamberlik kurumuna inanmayan Râzî’nin ahlakı dinden bağımsız ve tümüyle bir felsefe sorunu olarak ele alması doğaldır. Nitekim Râzî’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhanînîn önderliğine gerek kalmadan iyiyi kötüyü, yararlıyı zararlıyı, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı, haklıyıhaksızı birbirinden ayırt edebilir. Çünkü filozofa göre, akıl ve adalet duygusuyla donatılan insanlar sahip oldukları yetenekler açısından da eşit düzeyde yaratılmış olup daha üstün niteliklere sahip seçkin bir peygamberin var edilmesi bu eşitliği bozar. Râzî de bir hekim-filozof olarak zaten ruhbeden ilişkisinde ruhun daha önde ve aktif konumda bulunduğunu, yalnızca ahlak ilkelerine bağlılık neticesinde kazanılacak olan ruh sağlığının beden sağlığını da olumlu yönde etkileyeceğini düşünmekteydi. Bu itibarladır ki o, başka eserlerinde de ahlak konusuna yer vermiştir. Filozofun otobiyografisi niteliğindeki Filozofça Yaşama (esSîretü’l-felsefiyye), karizmatik bir liderin taşıması gereken özellikleri konu alan İkbâl ve Devlete Kavuşmanın Belirtileri (Alâmâtü’l-ikbâl ve’d devle ) ve hekimlik ahlakıyla ilgili tespit ve önerilerini ortaya koyduğu Hekimlik Ahlakı (Ahlaku’t-tabib) adlı risaleleri de ahlak felsefesi açısından önemlidir. İçinde yaşadığı toplumun ahlaki değerlerinden esinlenmiş olduğunu söylemek mümkündür. Yaratıcı tarafından insana bahşedilen en büyük, en değerli ve en yararlı nimetin akıl olduğunu belirten Râzî, ahlak anlayışında akıl gücünün işlev ve konumuna verdiği önemi daha işin başında ortaya koyar. İnsanı hayvanlardan üstün kılan akıl gücüdür. Bütün davranışların altında yatan tasarı ve tasavvurların da akıl gücünün ürünü olduğuna dikkat çeken Râzî, davranışlarımızın aklın gereklerine uygun olduğu ölçüde doğru ve yararlı olur yahut ahlaki sayılır. İnsanın fiil ve davranışlarının ahlaki sayılması için onun akıllı olmasının tek başına yetmeyeceğini söyleyen Râzî, aklın önündeki engelleri kaldırmada iradenin önem taşıdığına dikkat çeker. Ona göre akıl gibi irade de Allah’ın diğer canlı varlıklar içinde sadece insan türüne verdiği özel bir yetenektir. Râzî, ahlak anlayışını akıl, irade ve tutku kavramları etrafında şekillendirmekle, bir bakıma ahlakı psikoloji temeli üzerine oturtmuş olmaktadır. Bu konuda Eflâtun’un nefis anlayışına gönderme yapan filozof, onun insanda üç çeşit nefis bulunduğu şeklindeki görüşünü benimser. Bunlar:

  • Düşünen nefis (ilahî)
  • Hayvanî nefis (gazabî)
  • Nebâtî nefis (şehevî)

Filozofa göre bu nefislerin her birinin işlevini yerine getirmesinde ortaya çıkan aşırılık (ifrat) veya eksiklik (tefrit) ahlak açısından olumsuzluk doğururken, denge ve itidal durumunu olumlu davranışlara kaynaklık eder. Râzî için ahlaki erdemlerle donanmasının esas yolu, akıl ve iradenin yerli yerinde kullanılması yani bilgiyle aydınlanmak ve adaleti ilke edinmekten geçer. Bununla birlikte filozof, ahlak açısından olumsuz gördüğü bazı tutkular ile bunların üstesinden gelmeyi sağlayacak olan yöntemlere dikkat çekmekten geri durmamıştır. Râzî aşk, kendini beğenme, çekememezlik, öfke, yalan, cimrilik, açgözlülük, sefahat, içki ve cinselliğe düşkünlük, mal ve makam hırsı gibi bayağı duyguların yanı sıra üzüntü ve ölüm korkusunu da insanı karamsarlığa düşürüp mutlu olmasını engelleyen etkenler olarak değerlendirir. Râzî’ye göre üzüntü ya sevilen bir şeyin kaybedilmesi veya bir beklentinin gerçekleşmemesi neticesinde ortaya çıkar. Sevilen ve beklentiye konu olan şeyin büyüklüğü üzüntünün yoğunluğunu da belirler. Râzî’nin karamsarlık ve mutsuzluğa yol açtığını düşündüğü bir diğer etken de ölüm korkusudur. Ona göre ancak ölümden sonraki hayata inanmakla bu korkunun üstesinden gelinebilir. Çünkü ölümün bir yok oluş değil, adaletin gerçekleşeceği bir hayatın başlangıcı olduğuna inananlar ölümden korkmadıkları gibi yaşama sevincini de daima diri tutarlar. Dolayısıyla ebedî bir hayatın varlığı akıl ve adalet duygusunun olduğu kadar Allah’ın hikmet ve merhametinin de bir gereği olmaktadır.