ORTAÇAĞ FELSEFESİ II - Ünite 6: Gazzâlî Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Gazzâlî

Gazzâlî’nin Yaşamı ve Yapıtları

Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî 1058 yılında İran’ın Horasan bölgesinde bulunan Tûsta doğdu. Hüccetülislâm ve Zeynüddin gibi lakaplarla anılırsa da meşhur olan nisbesi Gazzâlî (Gazâlî), künyesi Ebû Hamid olup Ortaçağ Batı skolastiklerince Abuhamet ve Algazel diye tanınmıştır. Babasının ölümünden kısa bir süre önce iyi eğitim almalarını arzuladığı oğulları Muhammed ve Ahmed’i bir sûfî dostuna emanet etti. Geleneksel ilköğrenimini bu baba dostunun yanında gören Gazzâlî’nin daha çocukluk döneminde manevi hayatının oluşmasında hem babasından hem de yeni hamisinden etkilediği tahmin edilebilir. Tûs’ta başlayan öğrenimini daha sonra Cürcân’a giderek beş yıl süreyle burada devam ettirdi. 1080 yılında Nîşâbur’a giderek buradaki Nizamiye Medresesi’ne giren Gazzâlî, burada dönemin en tanınmış kelâm âlimi olan el-Cüveynî’nin öğrencisi oldu. Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında büyük ölçüde yararlanıp etkilendiği şahsiyetlerden biri de meşhur sûfî Ebû Ali elFârmedî olmuştur. Cüveynî’nin vefatı üzerine 1085’te Nizâmülmülk’ün karargâhına gitmesi ve yirmi sekiz yaşında bulunmasına rağmen vezirden saygı görmesi Gazzâlî’nin hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Burada geçirdiği altı yıl içinde iyi yetişmiş bilgin ve düşünürlerden faydalanmış, ayrıca yaptığı ilmî müzakere ve tartışmalarla başarısını ve ününü arttırma fırsatı bulmuştur. 1091’de Nizâmülmülk tarafından Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisliğine tayin edilen Gazzâlî, bir yandan üç yüz kadar öğrenciye ders verip telif ve tasnif çalışmalarını sürdürürken diğer yandan kelâm, Bâtınîlik, felsefe ve tasavvuf üzerine araştırma ve incelemeler yaptı. Eleştirel bir yaklaşımla yaptığı bu incelemeler sonunda ulaştığı sonuç onu zihnî-ruhî bir bunalıma sürükledi. Giderek fizyolojik rahatsızlıklar ortaya çıkmaya başladı. Sahip olduğu imkân ve içinde bulunduğu durumun iç dünyası ve manevi hayatını tehdit ettiğine karar veren Gazzâlî, bütün malının ailesine yetecek olandan fazlasını yoksullara dağıtıp medresedeki yerini kardeşi Ahmed’e bırakarak 1095 yılında Şam’a gitmek üzere Bağdat’tan ayrıldı. Şam’da iki yıl kaldıktan sonra Kudüs’e gidip bir süre de orada yaşayıp ardından hac farizasını yerine getirdikten sonra 1106 yılında hasretini çektiği Nişâbur’a ve ailesine döndü. Burada da üç yıl kaldıktan sonra 1109 yılında doğduğu yer olan Tûs’a döndü. Evinin yanına bir medrese ve sûfîler için bir tekke yaptıran, ömrünün son yıllarını ders verip eser yazarak geçiren Gazzâlî 18 Aralık 1111 tarihinde vefat etti. İslam ilim ve düşünce tarihinin en etkili şahsiyetlerinden biri olan Gazzâlî, elli dört yıllık kısa ömrüne fıkıhtan tasavvufa, kelâmdan mantık ve felsefeye, ahlaktan eğitime kadar geniş bir yelpaze oluşturan çeşitli alanlara dağılan dört yüz esere imza atmıştır. Günümüze ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: Mi’yârül-ilm (Bilginin Ölçütü), Mihakkü’n-nazar fî ilmi’lmantık, Şifâül-galîl, el-Kıstâsü’l-müstakîm, Fedî’ihü’lBâtıniyye (Bâtınîliğin İç Yüzü), el-İktisâd fi’l-İtikâd (İtikadda Orta Yol), el-Maksadü’l-esnâ, İlcâmü’l-avâm an ilmi’l-kelâm, Makâsıdü’l-felâsife (Filozofların Amaçları).

Gazzâlî’nin Yöntem ve Bilgi Anlayışı

Gazzâlî, her şeyden önce bir hakikat arayıcısıdır ve felsefeyle olan ilişkisi de aslında onun bu niteliği ile yakından ilgilidir. El-Münkız’da anlattığına göre Gazzâlî’nin eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğunu sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesi, onun yöntemli şüpheciliğinin başlangıç noktasıdır. Kendi deyimiyle yaradılıştan gelen “varlıkların hakikatlerini kavrama tutkusu” daha ilk gençlik yıllarında “taklitten kurtulup tahkike erme” çabasına dönüşür. Gazzâlî’nin epistemolojik bir buhran halini alan ve iki ay kadar süren bu arayışı, onun bilgi ve yöntem anlayışının şekillenmesiyle sonuçlanır. Belirlediği ilkeler ışığında gerçekleştirdiği arayış neticesinde yakînî/kesin bilginin her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış olması gerektiği sonucuna ulaşan Gazzâlî, kendi zihninde bu niteliğe sahip bilgilerin bulunduğunu ve bunların şüphe götürmediğinden emin olduğunun farkına varır. Matematik bilgilerin bu kabilden olduğunu belirten Gazzâlî’ye göre doğruluğu ve güvenilirliği kesin olarak kavranamayan hiçbir bilgi kesinlik düzeyine ulaşmaz. Bu anlayışla Gazzâlî apaçık olduğunu söyledikleri de dâhil olmak üzere bütün bilgilerini ve bilgi vasıtalarını şüphecieleştirici bir tavırla değerlendirmeye tabi tuttu. Önce duyu algılarından kuşku duyan düşünüre göre, duyuların bizi yüz yüze bıraktığı algı yanılmaları ve yanlış verileri akıl gücü fark ediyordu. Aklın yaptığı çıkarım ve önermeler gerçekten güvenilir ve sarsılmaz bilgiler midir? Bu değerlendirmeyi yapan ve bu güvenceyi bize sağlayan nedir? Gazzâlî bu eleştiri sürecinin, birer apriori ve aksiyom niteliği taşıyan bilgilerin güvenilirliğini irdelemeye kadar ileri götürülmesinin hiçbir yarar sağlamadığını yaşayarak görmüş ve iki ay kadar devam eden bu şüphe krizinden “Allah’ın kalbine attığı bir nur” sayesinde kurtularak yeniden aklın zorunlu-apaçık bilgilerin kesinliğine güven duymaya başlamıştır. Gazzâlî akıl teriminin dört farklı anlamından söz eder.

  • İnsanın doğuştan getirdiği ve onu diğer canlılardan ayıran teorik bilgi edinme yetisi (garîze)
  • Bu yetinin zorunsuzun olabilirliği, imkânsızın olmazlığını idrak edecek düzeye ulaşmış hali
  • Yaşam boyu tecrübe ve deneyimlerle oluşan bilgi birikimi
  • Bilgi edinme yetisinin olgu ve olaylar arası bağlantıları kestirme ve duygulardan bağımsız olarak yargıda bulunabilir düzeye ulaşmış hali

Onun “bu bilgiler, nefsin akıl gücünün oluşması sırasında Allah’tan veya meleklerin birinden nefse doğar” şeklinde dile getirdiği bu yaklaşımı Fârâbî ve İbn Sînâ’nın aktif/fa’âl akıl anlayışını çağrıştırmaktadır. Ayrıca Mişkâtü’l-envâr’ da “nur” diye adlandırdığı bilgi türlerini incelerken “nur üstüne nur” şeklinde nitelediği kutsînebevî (sezgisel) bilgilerin de insanın kalp gözüne yani aklına, bütün nurların/bilgilerin kaynağı, “ilk ve gerçek nur” olan Allah’tan geldiğini söyleyerek sezgisel bilgiyi de aynı metafizik kaynağa bağlamıştır.

Gazzâlî’nin Felsefeye Bakışı

Genel yöntem ilkeleri ışığında, “hakikati arayan dört grup” olarak nitelediği kelâmcılar, Bâtıniler, filozoflar ve sûfîlerin yöntem ve öğretilerini inceleyip eleştirdiği çeşitli eserler kaleme almıştır. Bu bağlamda filozofların görüşlerini eleştirmek üzere kaleme aldığı Tehâfütü’lfelâsife de onun bu eserlerinden biri ve en çok yankı uyandırmış olanıdır. İslam dünyasında filozoflara yönelik olarak en ciddi, en sistemli ve en etkili eleştiri, hiç şüphesiz, Gazzâlî tarafından Filozofların Tutarsızlığı (Tehâfütü’l-felâsife) adlı eserde ortaya konulmuş, bunun cevabı ise Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehâfütü’t-Tehâfüt) adıyla İbn Rüşd’den gelmiştir. Gazzâlî, filozofları eleştiriken dinî olduğu kadar, epistemolojik, psikolojik, metodolojik ve sosyolojik nitelik taşıyan gerekçelere dayanır. Filozof, yaşadığı dönemde bazı kimselerin kendilerini zekâ ve anlayışça diğer insanlardan üstün görerek, dinî kural ve uygulamaları küçümsediği hatta hiçe saydığını belirtir. Gazzâlî’ye göre filozoflar bir aldatmaca içindedirler. Bilgi eksikliği ve aşağılık duygusu içindeki filozoflar özellikle metafiziğe ilişkin konularda tutarsız ve çelişkili görüşler ileri sürmüşlerdir. Onların bu alandaki gerçek durumunu göstermek amacıyla giriştiği eleştiri süreci için özel bir yöntem belirleyen Gazzâlî, biri felsefe ana başlığı altında toplanan disiplinlere, diğeri kozmoloji konusundaki temel yaklaşımları bakımından filozoflara, bir diğeri de tartışmaların özü ve terminolojiye ilişkin olmak üzere üç konuda bir ön değerlendirme yaparak, eleştiri ve hesaplaşma alanını daraltma yoluna gitmiştir. Ayrıca tartışılan sorunlara ilişkin herhangi bir tez ortaya koymaksızın, yalnızca filozofları sıkıştırmak, onlara karşı çıkarken herhangi birine bağlı kalmaksızın bütün kelâm ekollerinin görüşlerinden yararlanmak suretiyle güç birliği sağlamak suretiyle amacını gerçekleştirmeyi planlar. Belirlediği amaç ve özel yöntem doğrultusunda Fârâbî’nin ve özellikle de İbn Sînâ’nın eserleri üzerinde iki yılı aşkın bir süre yoğun bir incelemeye girişen Gazzâlî, önce Filozofların Amaçları (Makâsıdü’l-felâsife) başlıklı eserini kaleme alarak bu alanda görüş bildirecek yetkinliğe ulaştığını göstermiş, ardından Filozofların Tutarsızlığı’ nı yazarak genelde filozoflarla özelde ise İbn Sînâ ile hesaplaşmıştır. Yer yer polemiğe dönüşen diyalektik bir söylemle gerçekleştirdiği felsefe eleştirisi sonucunda İbn Sînâ’nın ve dolayısıyla da filozofların on yedi mesele hakkındaki görüşlerinin hatalı, çelişik ve tutarsız olduğunu belirleyen Gazzâlî, Tanrı-âlem ilişkisi yahut âlemin ezelîliği, Allah'ın tikellere ilişkin bilgisi ve ölümden sonraki hayatın bedensiz olacağı yahut cesetlerin diriltilmesi konusundaki görüşlerinin dinî ilkeler açısından tümüyle geçersiz (bâtıl) olduğu kanaatine ulaşmıştır. Gazzâlî’nin filozoflarla hesaplaşması İslam düşünce ve bilimi açısından önemli gelişmelerin yolunu açmıştır. Bunlardan biri, Aristo mantığına yönelik algıda köklü bir değişimin ortaya çıkmasıdır. Onun takındığı bu kararlı tutum neticesinde mantık hem teorik ve aklî ilimler hem de pratik ve naklî ilimler için gerekli bir yöntem olarak genel kabul görür bir konuma kavuşmuştur. Gazzâlî’nin metafizik alanda aklın yetersiz ve yetkisiz olup bu konuda sözün vahye/dine bırakılması gerektiğine ilişkin teziyle felsefe-kelâm-tasavvuf ilişki ve etkileşiminde köklü dönüşümlere yol açması ikinci önemli sonuç olmuştur. Bu bağlamda dikkate değer bir başka huşu da Gazzâlî’nin din açısından felsefeyi değerlendirip kritik ederken, Batılı filozoflardan birkaç yüz yıl önce felsefe ile bilim arasında çok net bir ayırıma gitmiş olmasıdır.

Gazzâlî’nin Determinizm Eleştirisi

Gazzâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştirilerden en çok dikkat çeken ve yankı uyandıranı, sebep-sonuç ilişkisi yahut sebeplilik ilkesine bağlamında ortaya koyduğu yaklaşımdır. İslam filozoflarının Antik Yunan düşüncesinden devralıp Allah’ın ilim ve inayetiyle bağlantılı kılarak açıkladıkları sebeplilik ilkesi karşısında özellikle Eş’arî kelâmcıları indeterminist bir tavır içindeydiler. Sebeplilik ilkesinin determinize varan yorumuna yönelik en ciddî eleştiriyi Gazzâlî ortaya koymuştur. Ona göre her ne kadar deney ve gözlemler sebep ve sonuç denilen iki olayın artarda geldiğini tespit ediyorsa da burada bir zorunluluk bulunduğunun ilim ve mantık bakımından kanıtlanması mümkün değildir. Artarda gelen iki şeyden birine sebep, diğerine sonuç (müsebbeb, sebepli) adının verilmesi tümüyle bunları hep artarda görmeye alışmış olmaktan ileri gelmektedir. Gazzâlî’nin verdiği örnekle açıklamak gerekirse pamukla ateş, hasta ile ilâç, açlık ile gıda, susuzluk ile su… vb. bütün doğal varlık ve olaylar arasındaki kurulan sebepsonuç ilişkisi, doğal varlık ve olayların kendi özündeki bir özelliğin zorunlu neticesi olmayıp Allah’ın irade, takdir ve yaratmasının bir sonucudur. Çünkü ateş, su, ilaç gibi doğal şeylerin hiçbiri gerçek anlamda sebep ve fail olamaz. Mucize denilen olaylarda görüldüğü üzere ateş gibi bir sebep bulunduğu ve etkisini göstermesi için bütün şartlar hazır olduğu halde Allah istemedikçe beklenen sonuç doğmayabildiği gibi hiç beklenmeyen ve tahmin bile edilemeyen neticeler de ortaya çıkabilir. Daha sonra İbn Rüşd’ün dikkat çekeceği bir husus olarak, aralarında sebep-sonuç ilişkisi bulunan şeylerin özünde bu ilişkiye karşılık gelen hiçbir özellik bulunmaması halinde tabiatta her an her şeyin olabildiği bir düzensizlik ve belirsizlikten söz edilmesi gerekeceği, böylelikle hem aklın hem de bilimlerin güvenilirliğinin ortadan kalkacağı şeklindeki eleştirinin Gazzâlî farkındadır. Ona göre, savunduğu indeterminist yaklaşım hiçbir zaman doğada her türlü saçma “imkânsız”ın gerçekleşeceği bir karmaşa ve belirsizlik bulunduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü ilke olarak Allah’ın iradesine konu olan her şey “imkânsız” olmaktan çıkar; ayrıca Allah bizim zihnimizde kendisi için mümkün olan bu şeyleri yapmayacağına ilişkin bir bilgi yaratmıştır. Bu durumda bizim sebepsonuç ilişkisi içinde hep artarda birlikte bulunduklarına şahit oluşumuz, onların sürekli bir biçimde öteden beri geçerli olan bir düzene bağlı olarak gerçekleştiği fikrinin zihnimizde yerleşmesini sağlar. Filozofların bu ilişkide tabii bir zorunluluk görmeleri, Gazzâlî’ye göre, sadece mantıkî ve ilmî değerden yoksun olması bakımından değil, aynı zamanda Allah’ın mutlak iradesini ve mucizenin imkânını dışlayıcı bir yapıda olması itibariyle de kabul edilemez niteliktedir.