ORTAÇAĞ FELSEFESİ II - Ünite 8: Osmanlıda Düşünce Hayatı ve Felsefe Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Osmanlıda Düşünce Hayatı ve Felsefe

Osmanlı’nın Devraldığı Düşünce Mirasının Genel Görünümü

İslam dünyasında düşünce hareketi kelam, tasavvuf ve felsefe olmak üzere üç alan halinde ortaya çıkmaktadır. kelam ve tasavvuf toplumun şartlarından kaynaklanırken felsefe, Antik ve Helenistik düşünce geleneğine ait eserlerin tercümesiyle İslam toplumuna dahil olmuştur. Bu üç alan arasındaki ilişkiler Gazzali ile birlikte farklı bir yapıya bürünmüştür. Onun bu konular hakkındaki düşünceleri İslam düşüncesi için bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Bu şekilde Gazzali bu üç alan arasında bir iş birliği oluşturmuştur. Gazzali bu işbirlikli kaynaşımları eserlerinde göstermeye çalışmış olsa da kelam ve felsefe ilişkisini tam olarak Fahreddin Razi, tasavvuf ve felsefe ilişkisini de Muhyiddin İbnü’l-Arabî göstermeyi başarmıştır.

Eş’ari kelamcısı olan Fahreddin Razi felsefeyi tamamen reddeden geleneksel kelamcıların dışına çıkmaktadır. geleneksel kelamcılar gibi tamamen reddetmek yerine çeşitli problemlere yönelik çözüm sunan felsefe okullarının düşüncelerini de seçici bir yaklaşımla değerlendirmiştir.

Râzî, benimsediği yeni yöntemi el Mebâhisü’l-meşrıkiyye adlı eserinin girişinde şöyle dile getirir: “Ey gerçeği arayan kişi! Akıl, meşru bir yol bulduğunda bildiğinden geri çevrilemez, özlü veya ayrıntılı bir delil gördüğünde bilgiden alıkonamaz. Genel veya özel her meselede öncekilere uymanın zorunlu olduğunu şart koşarak en küçük meselelerde bile onlardan farklı düşünmeyi yasaklayanlar, onların da kendilerinden öncekilerden farklı düşündüklerini ve görüşlerine itiraz ettiklerini bilmektedirler. Bunların düşüncelerinin çelişkili olduğunu bildiğin gibi, her konuda büyük alim ve ulu hakîmlere karşı çıkanların yönteminin de yanlış olduğun bilmelisin. Her iki grubun izlediği yöntemin de yanlış olduğunu görünce, biz orta yolu tutarak daha doğru/uygun olan yöntemi tercih ettik. Bu yöntem, bir yandan öncekilerden bize intikal eden bazı görüş ve düşünceleri benimserken bir yandan da içtihat yapmamız/kendi görüşümüzü ortaya koymamızdır. ... Bu yöntemi ilk dönem bilginlerinden hiç kimse uygulamamıştır.” (Râzî, 1990: I, 89-90)

Razi’nin üç ana bölümde düzenlediği el-Mebahisül- meşrıkıyye’de;

  • Genel meseleler: Varlık ve mahiyet, birlik ve çokluk, imkânsızlık ve imkân, öncesizlik ve sonradanlık
  • Mümkin/zorunsuz varlıkların kısımları
  • Metafizik/İlâhiyat konularını ele almıştır.

Dört bölümde ele aldığı el-Mubassal’da ise filozor tavrıyla kelamı ele almıştır. Kitabın içeriğiyle ilgili bilgilere ulaşmak için kitabınızın 128.sayfasını inceleyebilirsiniz.

Razi’den sonra gelen kelamcıların da Razi’nin bu harmanlama tavrını sürdürdükleri gözlemlenmiştir (Câbirî, 1999: 627).

Râzî’nin, Gazzâlî tarafından Sünnî çizgide derinleştirilip kelâm ve felsefeye yaklaştırılan tasavvufun da kelam ve felsefe okullarıyla aynı konumda değerlendirilmesi gerektiğini İbnü’l-Arabî’den önce güçlü bir şekilde dile getirmiş olması ayrıca dikkate değer bir husustur.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücut teosofisi islam dünyasını etkilediği kadar Osmanlı’nın düşünce hayatını da şekillendirmiştir. Osmanlıda var olan gösterişten uzak, kuran ve sünnet yolunda ilerlemeyi söyleyen Zühd hareketi XI.yy ‘ın sonlarına doğru tasavvuf olarak anılmaya başlanmıştır. İbnü’l Arabi’nin kurduğu bu sistemin islami temellere dayansa da birçok doktrin ve kaynaktan yararlandığı bilinmektedir. Meşşâî, Yeni Eflâtuncu, Maniheist, Hermetik, Resâ’ilü İhvâni’s-Safa İbnü’l Arabi’nin önemli eserleridir. İslam toplumunun dinî, ahlaki, ilmî, felsefî ve içtimaî hayatına ışık tutacak fazla bir şey verdiği söylenemezse de İslam milletlerinin dinî-tasavvufî edebiyat alanında ortaya koyduğu başarılarda İbnü’l-Arabî teosofisinin payı büyüktür (Kaya, 1999: 520-522).

Osmanlıda Düşünce Hayatının Genel Yapısı ve Felsefe

Kuruluşundan başlayarak birçok konuda olduğu gibi devlet-tekke-medrese ilişkilerinin de bir denge içinde götürülmesini amaçlayan Osmanlılar, bunun için gerekli olan her türlü gayreti göstermişler, Orhan Gazi’nin İznik’te kurmuş olduğu ilk Osmanlı medresesinin başına,İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen Ekberiyye tarikatının önde gelen isimlerinden olan Dâvûd-i Kayserî’nin getirilmiştir. Bu durumu amaçlanan denge açısından bir ilk adım, İbnü’l-Arabî teosofisi yahut irfânî öğreti açısından da önemli bir kazanım olarak değerlendirmek mümkündür.

Molla Fenârî Osmanlı’nın ilk Şeyhülislâmıdır. Kaleme aldığı bir çok eserin medreselerde okutulmuş olması İbnü’l-Arabî teosofisinin Osmanlı düşüncesi üzerindeki etkisini kanıtlamaktadır. Molla Fenârî’den sonra öğrencisi Kutbuddin İznikî’nin yanı sıra Yazıcızâde kardeşlerden Muhammediyye müellifiAhmed Bîcân ile Envâru’l-âşikîn adlı eserin yazarı Mehmed Bîcân, Akşemseddin, Eşrefoğlu Rûmî, Molla Abdullah-ı ilâhî ve daha başka ileri gelen mutasavvıf-âlimler kanalıyla sonraki asırlara taşınmış olan irfânî öğreti diğer tasavvuf ve tarikat çevrelerince de belli ölçülerde benimsenerek varlığını sürdürmüştür.

Medreselerde okutulan temel metinlere ve konu başlıklarına göz atmak Osmanlı düşünce hayatının bir diğer unsur ve rengini teşkil eden Fahreddin Râzî çizgisindeki kelâmın konumu hakkında bir fikir verecektir. Osmanlı medreseleri ve müfredatı üzerine yapılan araştırmalara bakıldığında Akâidü’n-Nesefî, elAkâidü’lAdûdiyye, el-Mevâkıf fi’l-kelâm, el-Makâsıd, Hidâyetu’l-hikme ve Hikmetü’l-ayn adlı eserler ile bunların bazı şerh ve hafliyelerinin akaid, kelâm ve hikmet adı altında verilen derslerde kullanılan metinlerdir. Osmanlı’da düşünce hayatı ele alınırken anılan eserlerin şekil, yöntem, üslûp ve muhteva itibariyle ayrıntılı olarak incelenip karşılaştırılmaları önemlidir.

Mâturidiyye okuluna mensup bir kelâmcı olan Ebû Hafs Necmeddin Ömer b. Muhammed Nesefî’nin kaleme aldığı Akâidü’n-Nesefî, herhangi bir açıklama ve temellendirme yapılmaksızın İslam inanç ilkelerinin son derece özlü ifadelerle ortaya konulduğu didaktik bir risaledir. Taftazânî, bu metne yazdığı şerhte, Nesefî’nin görüşü doğrultusunda aklın gücü ve yetkisine vurgu yapmakla birlikte yer yer onu eleştirmekten de geri durmaz.

Önemli boyutlara varmamakla birlikte felsefi izah ve tartışmalar da içeren bu şerh, Osmanlı medreselerinin yanı sıra İslam coğrafyasının birçok bölgesinde asırlarca temel kitap olarak okutulmuş, bazı yerlerde hâlâ okutulmaktadır. Sayıları yetmişi bulan şerh ve hafliyelerin en fazla dikkat çekmiş olanı ünlü Efl’arî kelâmcısı Sadeddin Taftazânî’nin yazdığı Şerhü’l-Akâid’dir. Akıl ve doğru haberin bilgi kaynağı olarak belirtilen risalede dile getirilen hususlar şöyle sıralanabilmektedir:

  • Âlemin, bütün unsurlarıyla birlikte Allah tarafından sonradan yaratılmış (muhdes) olduğu
  • Allah’ın varlığı ve sıfatlarn
  • İnsanın fiilleri ve gücü (ıstıtâ’at), rızık, ecel, kabir hayatı, yeniden diriliş, amellerin değerlendirilmesi, amel defteri, hesap, sırat;
  • Cennet ile cehennemin hak, yaratılmış ve bâkî olduğu
  • Büyük günah işleyin mü’minin küfre düşmüş olmayacağı
  • İman ve küfrün alâmetleri
  • Peygamberlere iman ve Hz. Muhammedin peygamberliği
  • Meleklere ve kitaplara iman
  • Keramet, sahabenin dereceleri, imamet ve ehl-i sünnet inancının bazı ilkeleri;
  • Bâtınî tevillerin reddi, küfre sebebiyet veren inanç ve fiiller, kıyamet alâmetleri ve ictihad.

Son derece muhtasar bir risaleden ibaret olan el-Akâidü’lAdûdiyye, Gazzâlî sonrası dönem Efl’arî kelâmcılarından Adudüddin Îcî tarafından kaleme alınmıştır. Efl’arî okulunu diğer mezheplerden ayıran özelliklere işaret eden müellif, hiçbir temellendirme ve tasnife tabi tutmaksızın aynı zamanda ilk dönem kelâmının da konusu olan başlıca meselelere birer ikişer cümleyle değinmiştir. Adudüddin Îcî’nin, Fahreddin Râzî çizgisini izleyerek kaleme aldığı el-Mevâkıf fî ilmi’l-kelâm, başta Osmanlı medreseleri olmak üzere bütün İslam dünyasında yüzyıllar boyu ders kitabı olarak okutulmuş ve bazı İslam ülkelerinde hâlâ okutulmaktadır. Kitabın “mevkıf” adı verilen altı ana bölümünden ilki, kelâmın geleneksel konularından bilgi ve akıl yürütmenin yanı sıra mantıktaki tanım ve kanıtlama meselelerini içerir. İkinci mevkıfta kelâm ilminin temel kavramları ile metafiziğin ana kavramları bir arada ele alınmıştır. Üçüncü ve dördüncü mevkıflarda ise cevher-i ferd/atom telekkisi üzerine bina edilen kelâmcı âlem tasavvuru ile Aristocu fizik felsefesi iç içe incelenmiştir. Son iki mevkıf daha çok klasik kelâmın ana meselelerine ayrılmış olmakla birlikte burada bazı filozofların metafizik görüşlerine de yer verilmiştir.

Sadeddîn Taftazânî’nin kaleme aldığı el-Makâsd ve fierhü’l-Makâsıd, bir yazım tekniği olarak da kabul edilen şerhcilik anlayışının en tipik örneklerinden biridir. elMakâsıd’ın içerik itibariyle el-Mevâkıf’tan fazlaca bir farkı bulunmamaktadır.

Esîrüddin Ebherî tarafından kaleme alınan Hidâyetü’lhikme esas itibariyle mantık, fizik ve metafizik olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır. Eserin daha çok ikinci ve üçüncü bölümünden istifade edilmiştir. Osmanlı eğitim ve düşünce hayatı bakımından önemli bir diğer metin de Ebherî’nin öğrencisi Necmeddin Kâtibî’nin Hikmetü’l-ayn adlı kitabıdır. Hikmetü’l-ayn metafizik ve fizik olmak üzere iki ana kısım olarak planlanan eserin birinci kısmında genel meseleler üst başlığı altında varlık-yokluk, mahiyet, birlik-çokluk, zorunluluk imkân, sonradanlıköncesizlik kavramları ele alındıktan sonra bağımsız alt bölümler halinde sebep-sebepli, cevher-araz, ilahiyat, akıl, peygamberlik, ölüm ötesi hayat incelenmiştir. Beş alt bölüm içeren ikinci kısımda ise fizik felsefesi, gökyüzü ve dünya, mineroloji ve meteoroloji, botanik ve biyoloji konuları irdelenmiştir.

Taşköprülü-zâde’nin Miftâhu’s-sa’âde/Mevzû’âtü’l-ulûm adlı eseri biyo-bibliyografik ve ansiklopedik bir eserdir. İlim ve düşünce tarihinin yaşadığı döneme kadar olan devresinde temel disiplinler ve alt dalları ile sanat, zanaat ve meslek olarak nazarî/teorik ve amelî/pratik düzeyde oluşan birikimi, 300’ü aşkın bilgi alanı halinde ve her birini “ilim” kabul ederek kapsamlı bir tasnife tabi tutmuştur. Miftâhu’s-sa’âde’yi kaleme alırken plan ve tarz itibariyle İbnü’l-Ekfânî’nin İrflâ-dü’l-kâsıd’ını örnek aldığı anlaşılan ve ilimlerin sınıflandırılmasında İbn Sînâ’nın Aksâmu’l-ulûmi’l-akliyye adlı risalesinden çok büyük ölçüde yararlandığını belirten Taşköprülü-zâde, ilmin ve ilim öğrenmenin değeri, talebe ve hocanın görevleri ile öğrenim ve öğretimin âdâbı gibi pedagojik konuların ve yönteme ilişkin hususların işlendiği dört mukaddimenin ardından, her biri “devha” adını taşıyan yedi grup halinde sınıflandırdığı ilimleri, ayrıca, “taraf” adını verdiği iki ana bölüme ayırmıştır.

İlimlerin, çok çeşitli disiplinleri ve alt dalları bulunmakla beraber dört ana grupta toplanabileceğini belirten Taşköprülü-zâde, bunu, İbn Sînâ’yı izleyerek varlığın dış dünyada, zihinde, sözde ve yazıda olmak üzere dört mertebesinin bulunuşuna dayandırmaktadır. Felsefi ilimleri nazarî/teorik ve amelî/pratik olmak üzere ikiye ayıran Taşköprülü-zâde, bunları üçü nazarî üçü de amelî olmak üzere altı ilim olarak sıralanmıştır. Matematik ve fizik ile birlikte felsefi ilimlerin nazarî kısmını teşkil eden metafizik hakkında ortaya koyduğu iki farklıdeğerlendirme, gerek müellifin gerekse yaşadığı dönemin ilim zihniyetine ilişkin bir ipucu özelliği taşımaktadır.