ORTAÇAĞ VE YENİÇAĞ TÜRK DEVLETLERİ TARİHİ - Ünite 8: Babürler Devleti (1526-1858) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 8: Babürler Devleti (1526-1858)
Babür (1483-1530)
Bu imparatorluğun kurucusu olan Babür merkezi Endican olan Fergana Hanlığının beyi Ömer Şeyh’in oğludur. Fergana hanlığı Çağatay neslinden gelen Moğol hanlığının parçalarından biridir. Babür’ün babası Ömer Şeyh, Timur neslindendir. Timurlu bir şehzade olan Fergana Hükümdarı Ömer Şeyh Mirza 1394’de öldü ve yerine oğlu 11 yaşındaki Babür’ü bıraktı. Babür 1483 tarihinde doğmuş, 1494’te babası ölünce çok genç yaşta babasının ülkesini idare etmek ve korumak için uzun yıllar savaşmak zorunda kalmıştır. Bu esnada Orta Asya’da Özbekler tarafından kurulan Şîbaliler Devleti ile uzun yıllar uğraşmak zorunda kalmıştır.
1500’de Babür’ü Maveraünnehir ve Semerkant’tan uzaklaştıran Şiban Han’dır. 1511’de gelen Safevi yardımı ile Babür, Semerkad’ı üçüncü defa ele geçirdi. Babür’ün bu şekilde Safevilerden yardım görmesi, Orta Asya’daki Sünni taraftarlar arasında itibarını gölgelemiştir. Babür 17 Ocak 1525 tarihinde Hindistan seferi için harekete geçmiştir. Bu sırada Delhi’de Ludîler’den Sultan İbrahim (1512-1526) bulunmaktaydı. Babür Hindistan seferinde ağır ve tedbirli davrandı. Babür’ün yanında bulunan ordu mevcudu, Hatırat ’ında kaydettiği üzere 12.000 kadardı. Daha önceden Pencap’a bazı akınlar yapmış olan Babür, fırsattan yararlanarak Lahor’u zapt etti. Ardında da Panipat’ı işgal etti. İbrahim Lodi Delhi’den hareket edip Babür’ün üzerine yürüdü. Kendilerini karşılayan Delhi ordusunu Panipat’ta mağlup eden Babür, 24 Nisan 1526’da Delhi’ye girmiştir. Hindistan imparatoru olarak Babür’ün adı hutbede okunarak bölgede Moğol İmparatorluğu kurulmuş oldu. Babür ilk başlarda dengeli bir dış politika izledi.
Osmanlılarla doğrudan münasebet kurmayan Babür sadece topçulukta Osmanlı usullerini takip etmiştir. Afgan soyluları sultan olarak İbrahim’in kardeşi Mahmud’u seçmişlerdi. Mahmud Lodi 1529’da meydana gelen savaşta Babür’e yenildi ancak bir yıl sonra Babür hastalandı ve oğlu Hümayûn’u veliaht tayin ettikten sonra öldü. Babür iyi bir asker ve kabiliyetli bir kumandan olmasının yanında başarılı bir yazar ve şairdi. Hatıraları meşhurdur. Ayrıca edebiyat eserleri, resim, yapılar ve kurumlarla ilgili eleştirel denemeleri vardır. Babür iyi bir devlet adamı ve komutan olduğu kadar, yüksek kültürü ve edebî kabiliyeti ile de ün kazanmıştır. İyi kılıç kullanıp, iyi ok atan ve iyi ata binen Babür şair, yazar, hattat ve müzisyendi. Türkçeyi ve Farsçayı aynı kuvvetle kullanırdı. Yazmış olduğu hatıralar gerek devrin tarihi gerekse Babür’ün yüksek kültürü ve edebî zevki hakkında açık bir fikir verir.
Bu arada Babür’ün geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olduğu da bilinmektedir. Bu duygular onu zulümden uzak tutmuş daima müşfik ve adil yapmıştır. Bütün bu özellikleri ile tarihte önemli bir yeri olan Babür 1530 yılında ölmüş, yerine oğlu Hümayûn geçmiştir. Bu dönemde Hümayûn’un rakiplerinden birisi de Afganistan’daki Şir Han idi.
Hümayun (1530-1540, 2. Defa 1555-1556)
Hümayûn tahta sorunsuz çıkmış olmakla beraber daha sonra küçük kardeşlerinin muhalefetine maruz kaldı. Bengal’e kaçan Mahmud Lodi saldırıya geçtiği için Hümayûn ona karşı yola çıktı ve kesin bir zafer kazandı. Bucerat Sultanı Bahadır da aynı şekilde Hümayûn’a karşı saldırıya geçti fakat 1535’te yenilgiye uğradı. Hümayûn tahta çıktıktan bir süre sonra Afgan Sur kabilesinden Şir Şah Surî isyan etmiş, büyüyen isyan sonucunda Hümayûn Hindistan’ı terk ederek İran’a sığınmak zorunda kalmıştır. İran Şahı Tahmasb onu iyi karşılamış ve yardım vaadinde bulunmuştur. Tahmasb’ın yardımıyla Hümayûn harekete geçerek, 1545’de Kandahar’ı almış ve aynı yıl Kabil’i ele geçirmiştir. Hümayûn’un Lahor’dan ayrılmasından sonra Şir Han Pencap, Malva ve Rantanbor’u işgal etti. Kalincar Kalesi’nin ele geçirilmesi sırasında aldığı bir yara sonucu 1545 yılında öldü. Şir Han iyi bir komutan ve taktikçi idi. O, Delhi Tahtına oturan en iyi idarecilerden birisi olarak anılır. Adil, hoşgörülü ve iyilikseverdi. Kervansaraylar inşa ve tamir ettirdi. Ondan sonra tahta, oğlu İslam Şah geçti. Şir Han’ın ölümü üzerine rahat bir nefes alan Hümayûn, Surlar’ın bölünmüş gücüne karşı yeniden harekete geçti. Lahor, Celender, Serhind, Hisar ve Dipalpur’u ele geçirdi. İskender Şah karşısında Maçhivara’da galip gelen Hümayûn, Samana’yıda ele geçirerek Delhi üzerine yürüdü ve ele geçirdi. Hümayûn uzun mücadelelerden sonra Delhi’ye 1555’de tekrar girerek babasının tahtına oturmasının ardından, bir yıl sonra 1556’da ölmüştür. İranlı ünlü ressam Abdüssamed’i yanına davet etmiş, böylece Hindistan’daki Türk-Moğol resim ekolünün temelleri atılmıştır.
Osmanlı-Babür İlişkileri
Osmanlılar Hint Denizine bazı seferler düzenlediler. Bunların en önemlisi, 1538 tarihindeki Hadım Süleyman Paşa’nın Hint seferidir. Sonuncu sefer ise Seydi Ali Reis tarafından yapılmıştır. Ali Reis donanma ile gittiği Gucerat Limanında gemilerini bırakarak Delhi’ye geçmiş, Hümayûn tarafından iyi karşılanmıştır ve Ali Reis kara yoluyla Osmanlı topraklarına dönmüştür. Ali Reis, Delhi Sarayında Osmanlı Sultanlarının diğer Müslüman hükümdarlar üzerindeki siyasi gücü hakkında önemli bilgiler verdiği için ziyaretin siyasi sonuçları doğmuştur. Hümayûn’un da bu üstünlüğü kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Ekber Devri (1556-1605)
Tam adı Celaleddin Mehmet Ekber Şah olan Hümayûn’un oğlu Ekber, tahta çıktığında henüz 14 yaşındaydı. Ekber’in tahta çıkışının ikinci yılında İran Şahı Tahmasb, Kandahar’ı işgal etmiş; ayrıca üç Sur rakipten başka Hemu sorunu baş göstermişti. Bayram Han, Hemu’ya karşı harekete geçti, Babürlüler galip geldi ve Agra ile Delhi yeniden alındı.
İran ile münasebetler hac vazifesini yerine getirmenin imkânsızlaşması üzerine kötüleşmişti. Bunun üzerine Ekber, Şeyhülislam Mahdum el-Mülk hac yollarının karadan Safeviler, denizden de Hristiyan Portekizliler tarafından kesilmiş olması sebebi ile haccın Hint Müslümanlarını bağlayıcı olmadığı yolunda bir fetva vermişti. 1576’da Tahmasb’ın ölümü ve Portekizlerle yapılan anlaşmalar durumu biraz düzeltmiştir.
Ekber’in mahalli subayları sıkı denetim altında tutması ve Sünni İslam’a karşı olumsuz tutumu, bazı isyanların çıkmasına sebep oldu. 1585 yılında Muhammed Hakim’in ölümü üzerine Ekber Kabil’i işgal etti. Bir başka Moğol gücü de Keşmir’e hareket etti ve 1586’da Keşmir ilhak edildi. Faaliyetlerini sürdüren Ekber 1590’da Sind’i de ilhak ederek bütün Kuzey Hindistan’ı ele geçirdi.
Ekber’in dini düşünceleri muğlaktır. Buna rağmen dini duyguları güçlü ve Çiştî tarikatına bağlı birisi idi. 1575’de yaptırdığı bir ibadet-hane ’de bütün dinler hakkında tartışmalar yaptırmıştır. Bununla beraber 1578’den itibaren Ekber, ruhî bir kriz geçirmiş ve sonuç olarak Sünni anlayışından bir eklektisizme doğru kaymıştır. İlk ibadet-hane toplantılarında Müslüman olmayan bilginler yer almamış, Şiî ulemadan ise az da olsa bulunanlar olmuştu. Ekber’in dini görüş ve siyaseti aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
- Bir hükümdar olarak ulemanın egemenliğinden kurtulmak ve Hindistan’da İslam’ın önderi olmak.
- Müslüman ve Hindu dinleri arasında benzerlikler ve yakınlıklar aramak;
- Hem Müslüman, hem Hinduların takip edebilecekleri dinî bir yol bularak onun önderi olmak; böylece her bakımdan eşit bir duruma getirilmiş olan Müslüman ve Hinduların birbirleriyle kaynaşmaları gerektiğini anlatmak.
- Dini temellere dayanan, dolayısıyla türlü din mensupları için başka başka olan kanunlar yerine, herkesçe uyulması gereken ve böylece dini esaslardan ayrılan laik mahiyette kanunlar yapmak.
- Bütün halkın birlikte kutlayacağı bayramlar yapmak ve türlü takvimleri birleştirmek.
Bu toplantılarda tartışılan fikirlerinin Ekber üzerinde derece derece etkileri olmuştur.
- Hristiyan papazlarını dinleyen Ekber, bu dinin gerçek olduğuna inanır. Ebulfazl Allâmî’ye İncilleri Farsçaya çevirttirir.
- Ekber’in yakınlarından bir Hindu, raca Birbal, güneşin iyilikleri dolayısıyla ona tapmak gerektiği; dua ederken, batan güneşe değil doğan güneşe dönmek icap ettiğini söyler ve bundan sonra güneşe tapılmasına sebep olur. Bir süre sonra da inek kesilmesi ve etinin yenmesi yasak edilir.
- Zerdüştîler de ateşin kutsallığı üzerinde dururlar. Ekber, hiç söndürülmeden yanan kutsal bir ateşin bulundurulması işine Ebulfazl Allâmî’yi memur eder. Yapılan açıklamaya göre ateş, Allah’ın alâmetlerinden biridir ve onun ışıklarından bir ışıktır.
Badâunî’ye göre, 1579 yılında Ekber, hem din, hem dünya önderliğini kendi şahsiyetinde birleştirmek ister. Zira Eylül 1579’da Batı tarihçilerinin “yanılmazlık buyrultusu” dedikleri bir fetva yayınlanmıştır. Bu fetva, başlıca dini konularda ulemanın anlaşamadığını açığa vuran ibadethane tartışmalarının İslam dini bakımından bir sonucu sayılabilir. Böylece Ekber, Hindistan Müslümanlarının dini önderi olmuştur.
Cihangir Devri (1605-1627)
1605 yılınca Ekber ölünce, büyük oğlu Selim, Nureddin Muhammed Cihangir Gazi unvanıyla tahta çıktı. Yaptığı ilk işte adını Cihangir olarak değiştirmesidir. Bunun sebebi, Selim adının Osmanlı sultanları tarafından kullanılması ve bu bakımdan herhangi bir karışıklığa meydan verilmek istenmemesidir. Cihangir’in eşi Nur Cihan, Hindistan’a göç etmiş ve devamlı devlet hizmetinde bulunmuş yetenekli bir kişi olan Mirza Gıyas Bey’in kızı idi. Cihangir nefes darlığı ile uğraşırken Nur Cihan ona daha da bağlandı ve babasının yardımını gördü. Nur Cihan’ın erkek kardeşi de tahsili yüksek, iyi bir idareci ve maliye uzmanı olan Asaf Han’dı. Cihangir’e yardım eden bu yetenekli aile içinden oğul Şah Cihan da yetişecekti. Tahta varis olarak gösterilen Şah Cihan aynı zamanda Asaf Han’ın damadıydı. Cihangir’in son dönemlerinde, komutanlarından olan ve Cihan Şah’a yakınlığı ile bilinen Mahabet Han (Zamane Bey) bir darbeyle imparatoru ele geçirdi ve devleti müstebitçe yönetmeye başladı. Cihangir’in eşi Nur Cihan sonunda kocasını kurtardı ama bu kez Cihangir 1627 yılında Keşmir dönüşü yolda öldü. Cesedi Lahor’a getirildi ve gömüldü. Cihangir, duygulu ve iyiliksever biri olarak anıldı. Sanata ve sanatçıya dost oldu. Sade ve dürüst olarak bilindi. Bastırdığı paralar tüm Hindistan’daki paralar arasında önemli bir yere sahip oldu.
Hindistan’da Nakşibendilik
Cihangir devrinde, Ekber döneminde görülen dini faaliyetlerin bir reaksiyonu olarak yeni bir dini hareketin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni hareket, temel fikirlerini o sırada Hindistan’a yayılmış bulunan bir Ehl-i sünnet tarikatından, Nakşibendilik’den almaktadır. Bilindiği üzere Nakşibendilik, adını bu tarikatın ilk şeyhi Bahaüddin Muhammet b. Muhammet el-Buhari Nakşibend (1311- 1389)’den almaktadır.
İslam dünyasında İmam Rabbanî olarak da tanınan Sirhindî, Ehl-i sünnet anlayışına göre yetişmiş aynı zamanda Çiştî, Sühreverdi ve Kâdiri tarikatlarının gerekli kıldığı bazı disiplinlerde de eğitimler almıştı. Nihayet kendisi için en doğru yol olarak seçtiği Nakşibendilikte karar kıldı. Bu tarikatın, dine uygunluk bakımından çağdaş sapıklara karşı koyabileceğine kani idi. Sirhindî, ilk önemli eseri olan Isbatü’n-Nübüvv e’yi yazmıştır.
1605 yılında Cihangir iktidara geldiği zaman, Sirhindî ümitlenmiş ve yeni hükümdarın, devleti, dini hukuk esaslarına göre yönetmesi konusunda nüfuzlu öğrencileri vasıtasıyla Cihangir’e etki etmeye çalıştı. Ancak kendisinin Hz. Muhammed’in tasavvufi gerçekliğini, Hz. İbrahim’deki merhalesini canlandırmış olduğu yolundaki iddiası yüzünden, Hoca Baki Billah’ın itirazı ile karşılaşmış, ayrıca Cihangir tarafından hapsedilmiştir. Bu arada meslektaşları olan Sufî ulema, kendisinin doğru yolda olmadığını belirtmiştir. Şeyh Ahmet Sirhindî, daha sonra uysal bir ruh hâleti içinde hapishaneden çıktıktan sonra Cihangir tarafından, her gün biraz daha artan bir hürmet görmüştür.
İslam’ın kendi bünyesi içinde Sirhindî’nin başlıca ilgisi; dini hukuk, şeriat ile mutasavvıfların tasavvufi öğretileri, tarikatlar arasındaki açığı kapatmak diğer bir deyişle bunları bir sentez hâlinde birleştirme meselesi üzerinde toplanıyordu. Sirhindî’nin Hindistan dışındaki Müslümanlar üzerinde tesirleri olmuş; bu tesirler, en çok Orta Asya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu eyaletlerinde hissedilmiştir. Böylece Sirhindî, İslam’ın ikinci bin yılının müceddidi, “müceddid-i Elf-i Sâni” kabul edilmiştir.
Şah Cihan Devri (1628-1659)
Cihangirin, Hürrem ve Şehriyar adlı iki oğlu vardır. Hürrem, iyi bir komutan ve başarılı işler görmüş bir insan idi. Ancak, babasına karşı ayaklanmış olduğu için Dekkan’e sürülmüştür. Zayıf bir şahsiyeti olan genç Şehriyar da, o sırada Lahor’da bulunuyordu. Cihangir öldüğü zaman karısı Nur Cihan ve kayın biraderi Asaf Han yanında idiler. Asaf Han, damadı olan Hürrem’i tahta geçirmek için faaliyetlerde bulunur ve ona karşı olan bütün tertipleri başarısızlığa uğratır. Hürrem gönderdiği bir yazıda, Asaf Han’ın yaptıklarını beğendiğini, ancak karışıklıkları önlemek için diğer tüm şehzadeleri öldürebileceğini bildirdi. Hürrem, Cihangir’in hayatta kalan oğullarından en büyüğü ve en kabiliyetlisi idi. Ancak muhalif kanatta Nur Cihan ve oğlu Şehriyar vardı. Lahor’da kendisini imparator ilan eden Şehriyar kolayca yenildi. Hürrem ise Gucerat yoluyla Agra’ya ulaştı ve 1628’de orada Şah Cihan adıyla imparator ilan edildi.
Şah Cihan ilk iş olarak Moğollara zorluk çıkaran Gülkende ve Bicapur şehirleri üzerine yürüdü. Şah Cihan aynı zamanda saltanatın sonlarında 1658’de oğlu tarafından indirilerek yıllarca hapsedilen ilk hükümdar olarak da ün kazanmıştır. Bununla beraber kendisi, güçlü ve başarılı bir devlet adamı olması ve komutanlığı ile de meşhurdur. Saltanatının ilk yılları Kâbil’e saldırmakla, Özbeklerle uğraşmakla geçmiştir.
İran ile olan ilişkilerinde iyi münasebetlerin devamı için çalışmış, daha sonra da Özbeklerle münasebetlerini düzeltmiştir. Şah Cihan, 1636’da bu kez Bicapur’un Moğol hâkimiyetini kabul etmesi için harekete geçti ve başarı sağlandı. Bicapur seferi esnasında Şah Cihan’ın büyük oğlu Dârâ Şikuh, Bicapur üzerine başarılı bir sefer yapan diğer oğlu ve geleceğin Sultanı Evrengzib’e müdahale etmeye başladı ve bunun üzerine Bicapur’la barış kabul edilerek bölge Moğollara bağlandı. Şah Cihan 1638 yılında valisi ile anlaşmak sureti ile Safavilerden Kandahar’ı alır. Şah Cihan, imparatorluk merkezini Agra’dan Delhi’ye kaydırmaya karar verdi. Bu çerçevede Tac Mahal’i de Delhi yakınlarına inşa ettirmeye karar verdi. Bundan sonra önemli bir sefer olarak 1655 yazında Şah Cihan’ın oğlu Dârâ Şükûh’un Kandehar seferi görülmektedir.
Bu sefer esnasında başarısızlığa uğrayan Şah Cihan’ın, yardım için Osmanlılara başvurduğu görülmektedir. 1656 yılı başında İstanbul’a gelen Kaim Bey adlı bir elçi vasıtası ile Şah Cihan, zamanın Osmanlı padişahı IV. Mehmet’ten şunları istemiştir:
- Kandehar’ın İran’dan geri alınması için yardım.
- Mekke’de Hindli hacıların namaz kılmalarına mahsus bir yer yapılması için izin.
- Tac Mahal’in kubbesinin yapılması için bir mimar gönderilmesi
Dârâ Şükûh ve Evrengzib
1658’de iktidarı ele geçiren Evrengzib, önce Kach’a kadar kaçmayı başaran Dârâ Şükuh’u, ardında da Murad Başh’ı ortadan kaldırdı. Şah Şuca ise Bengal’den yola çıkmış ve Evrengzib üzerine yürümüştü. Kara yakınlarında yapılan savaşta yenilen Şah Şuca önce Bengal’e ardından da Arakan’a kaçtıysa da 1661’de yakalanarak öldürüldü. Marvar’ın hâkimi, varis bırakmadan öldüğü için bölgenin idari kontrolü de sorunsuz bir şekilde Moğolların eline geçti.
1698-1700 yılları arasında Moğollar bütün kuzey Kotan’ı Maratalar’dan aldılar. Fetihlere bizzat Evrengzib katıldı. Bu seferlerden birinde hastalandı ve 1707 yılında öldü. Evrengzib samimi bir Müslüman, mükemmel bir komutandı. Azim ve sebat sahibi birisiydi ve Sünni İslam’ı bölgenin hâkim gücü haline getirmek için çalıştı.
Evrengzib’in ölümünden sonra oğulları Azam MuhammedŞah ve Kam Bahş 1707 yılında kısa sürelerle tahtta bulundular. Bu arada Evrengzib’in diğer oğlu Şah Âlem I. Bahadır Şah da ayaklanmış, Azam Şah’ı yendikten sonra hükümdarlığını ilan etmişti. Bahadır Şah 1707’de Babürlü hükümdarı oldu ve saltanatının ilk yılları Marata ve Raciputlar’la mücadele içinde geçti.
Babürlülerin son güçlü hükümdarı Nâsırüddin Muhammed’dir. Ruşen-ahter lakabını taşıyan Nâsırüddin Muhammed 29 Eylül 1719’da tahta çıktı ve Seyyidlerin de yardımıyla iktidarını sağlamlaştırarak otuz yıla yakın saltanat sürdü.
Babürlerde İdare, Devlet ve Toplum
İdari hayatta Babürler
Moğol imparatorları tam bağımsız hükümdar ve kendi ülkelerinde halife olduklarını ilan ettiler. Hükümdar, ülkesinin idari işlerinin başı ve orduların kumandanı idi ve iktidarı şeriatla sınırlıydı. Moğol İmparatorluğu’nda Ekber’in iktidarının sonlarına doğru Sünnilik toparlanmış ve devletin önemli bir dini siyaseti haline gelmişti. Bu toparlanma aynı zamanda iktidarı eline geçirenlerin dayanması gereken bir güç haline gelmiş ve taçlanmıştı. Moğol hükümdarları gerçek manada otoritenin tek sahibi idiler. Hükümdardan sonra vekil-i saltanat gelirdi ve görünüşe bakılırsa tüm idari ve sivil meselelerde hükümdarın vekili, hükümdar adına idarenin başı idi. Vezir yahut divan mâli idarenin başıydı ve iki yardımcısı bulunurdu. Divan-ı halise ve divan-ı ten. Ordunun teşkilatlanmasından ve organizasyonundan sorumlu mir bahşi idi. Eyaletlerden gelen istihbaratı değerlendiren ve gerekli olanları hükümdara ileten de oydu. Kendisinin dörde kadar çıkan yardımcısı vardı. Sadrü’s-südur dini işlerden, vakıflardan ve sanat erbabından sorumlu idi. Aynı zamanda o kadü’l-kudat görevini de yürütmekteydi. Kamu hizmetleri, mansabdâri adı verilen birleşik bir sistem altında düzenlenmişti.
Devletin başlıca gelir kaynağı tarım ürünlerinden alınan vergilerdi. Gümrük geliri önemsizdi ve cizyenin de önemi yoktu. Moğollar zirai yönetimi bilim, tecrübe ve ihsan üzerine oturmuştu.
Halkın hukuk işleri kadı tarafından görülür, hükümet görevlilerine karşı açılan büyük davalar mezalim mahkemelerinde ele alınırdı. Mezalim mahkemelerine bizzat hükümdarın başkanlık ettiği olur, mahkeme, kadü’lkudat ’ın tavsiye ve görüşlerini dikkate alırdı. Hükümdarın izni olmaksızın hiçbir ölüm cezası infaz edilemezdi.
Eyalet hükümeti merkez hükümeti gibi örgütlenmişti. Her birim merkezdeki ilgili birime bağlı ve onun kontrolünde idi. Eyalet hükümetinin başı subedâr idi.
Kültür, sanat ve edebiyatta Babürler
Edebi faaliyetler genelde bizzat edebiyatçı olan bir hükümdar ve soyluların hamiliğinde gelişti. Ekber’in saray şairi Feyzî idi. Öteki önemli şairler Urfî, Nazirî ve Zuhurî idi. Talib Amulî, Cihangir döneminin seçkin şairi idi. Bu dönem şiirinin temel özelliği üslubunun parlak, zarif ve psikolojik derinliğinin olması, felsefi bir hayat ilişkisiyle bunu bütünleştirmesidir. Hinduların kutsal metinlerinden Farsça’ya tercümeler yapılmıştır. Moğol saraylarında Hind dili ve edebiyatı da büyük gelişme gösterdi. Ekber ve Cihangir zamanında Moğol sarayında Hintlilere gösterilen itibar sayesinde Hint edebiyatı önemli gelişme gösterdi. Melik Muhammed Câyesî’nin Padvâmât’ı bu manada ayrı bir yere sahiptir.
Tarih yazımı da bu dönemde gelişti ve Evrengzib’in saltanatının son devresi hariç tüm dönemler için güvenilir tarihler yazıldı. Dini ve edebi biyografik eserlerin de üretildiği bu dönemde otobiyografik bir eser olan Babür’ün ve Cihangir’in hatıratı en ünlülerdendir. Mektup yazma sanatı da bu devirde gelişti ve Evrengzib’in mektupları örnek teşkil etti. Ayrıca Şeyh Ahmed Sirhindî’nin mektupları Mektubat-ı İmam-ı Rabbanî adıyla bir araya getirildi ve İslam dünyasında ünlendi.
Bu dönemin sanat adına yapılanları arasında minyatürler ön plana çıkar. İran’da bir vakit bulunan Hümayûn, Şah Tahmasb’ın resim ve minyatür sanatçılarıyla temas kurmuş ve bunlardan bazılarını dönüşünde Delhi’ye getirmişti. Ekber zamanında minyatür sanatı daha da gelişti ve bu dönemde yeni teknik ve malzeme kullanılarak çok sayıda kitap resimlendi.
Moğol Sanatı temelde sarayla alakalı idi ve halka dönük yönü son derece zayıftı. Cihangir zamanında tabiat resimlerinin üstadı Mansur’ken, bir diğer üstat ise Ekber döneminin sonlarında yetişen Ferruh Bey idi.