ORTAÇAĞ VE YENİÇAĞ TÜRK DEVLETLERİ TARİHİ - Ünite 7: Delhi Türk Sultanlıkları(1206-1451) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Delhi Türk Sultanlıkları(1206-1451)
Aybek ve Delhi’de İlk Türk Sultanlığı’nın Kuruluşu (1206-1211)
Hindistan’daki Türk egemenliği ve ülkenin İslamlaşması Gazneliler zamanında olmuştur. Gaznelilerin yıkılışından sonra ortaya çıkan siyasi tablonun etkisiyle Türk beyleri Kuzey Hindistan’a yönelmişlerdir. Bunlardan biri de Gurlulardır. Kuzey Hindistan’ın önemli şehir ve kasabaları Gurlu hakimiyetine girmiştir. Daha sonra Gur sultanı Muizüddin Muhammed, Kanevc ve Benares şehirlerini de ülkesine kattı. Gurlu Muizüddin Muhammed Kuzey Hindistan üzerine akınlara devam etti, Ecmir Bölgesi fethedildikten sonra mabetler camiye çevrildi ve medreseler inşa edildi. Delhi fethedilemedi ama haraca bağlandı. Bu durumla yetinen Muizüddin, ordusundaki ünlü kumandanlarından Aybek’i Hindistan’da genel vali ve ordu komutanı olarak bıraktı ve kendisi Gazne’ye döndü. Aybek 1193’de Delhi’yi ele geçirdi. Bu tarihten itibaren de Kuzey Hindistan’da Şilen Delhi Türk Sultanlığı kurulmuş oldu. Ancak devletin resmi kuruluşu Muizüddin’in 1206 yılında ölümünden sonradır.
1203 yılında Gur tahtında bulunan Gıyaseddin ölmüş, yerine kardeşi Muizüddin geçmişti. Muizüddin de 15 Mart 1206’da ölünce, Tacettin Yıldız Gazne tahtına, Aybek de Hindistan tahtına varis oldular. Delhi, Bedaun, Ecmir havalisi başta olmak üzere, İndus’tan Ganj’a, Himalayalardan Vindhiya dağları eteklerine kadar Kuzey Hindistan’ın orta kesimlerine Aybek’in hâkim olduğu görülmektedir. Gazneli Sultanı Şihabüddin Muhammed’in kölesi ve kumandanı olan Kutbeddin Aybek, Delhi Sultanı olarak tahta çıkarıldı ve alt kıtanın büyük bir kısmı tedricen onun hükümranlığı altına girdi. Aybek, 1206’da Lahor’da Hindistan tahtına çıktığında “Kutbü’d-dünya ve’d-din” unvanını aldı ve daha sonra devlet merkezini Delhi’ye taşıdı. Çok geçmeden Gazne tahtındaki Tacettin Yıldız ile Pencak ve Lahor yüzünden arası açılan Kutbeddin Aybek, Yıldız’ı yenerek Gazne’yi ele geçirdi. Ancak kısa sürede toparlanan Yıldız, yeniden Gazne’ye girdi. Kutbeddin Aybek zamanında alt kıtanın büyük bir kısmı tedricen Türk hâkimiyetine girdi.
Aybek, başarılı bir devlet adamı, cömert bir insandı.
Aybek’in ölümünden sonra, Hindistan Türk Sultanlığının dört ana bölüme ayrıldığı görülür.
- Delhi’de Aybek’in oğlu Ârâm Şah
- Badaun bölgesinde Aybek’in damadı İltutmuş
- Yukarı Sind bölgesinde Aybek’in diğer damadı Kabaca
- Bengal’de Kalaçlardan Ali Bey
Aybek’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Ârâm, ülke yönetiminde başarısız olduğu için yerine Aybek’in damadı Şemseddin İltutmuş seçildi.
İltutmuş ve Şemsiyye Hanedanı (1211-1266)
Aslen Kıpçak Türklerinden olan İltutmuş, bir süre Buhara ve Gazne’de bulunduktan sonra Sultan Muizüddin’in sarayında görev almıştı. 1205 yılında Sultan Muizüddin Muhammed’in de katıldığı Gakhar seferinde isyancılara büyük bir darbe vurmasıyla Sultan’ın dikkatini çeken İltutmuş, savaştan sonra Sultan tarafından azat edilmişti. Ardından emirü’l-ümeralığa yükseltilen İltutmuş, Aybek’in bir kızıyla evlendirilmişti.
Delhi’de bulunan Aybek’in oğlu Ârâm Şah ile damat İltutmuş arasında, Delhi tahtı için yaşanan mücadeleyi İltutmuş kazanmış ve tahta çıkmıştır. Önce rakipleriyle uğraşan İltutmuş, bunlardan Lahor’da bulunan ve bütün Kuzey Hindistan’ı ele geçirmek isteyen Tâcceddin karşı karşıya gelmiştir. Sultan İltutmuş, Tarain düzlüklerinde karşılaştığı Tâcceddin Yıldız’ı mağlup etmeyi başarmış ve Delhi’nin en büyük sultanlarından biri olmuştur. “Şemsü’d-dünya ve’d-din” unvanını alan İltutmuş, Delhi tahtı için Ârâm Şah ile savaştığı esnada, Yukarı Sind bölgesinin hâkimi olan Kabaca, Multan, Lahor ve başka bölgeleri ele geçirerek devletini büyütmüştü.
Bu sırada doğuda Cengiz Han ortaya çıkmış ve 1220 yılında Harezmşahları yenmiş, Müslüman ülkeleri istilaya başlamıştı. Orta Asya’daki Moğol istilasının Hindistan Türklüğü açısından önemli bir sonucu olmuştur: bu istila başlar başlamaz önemli ölçüde Müslüman Türk, Hindistan’a akın etmiş, İltutmuş veya Kabaca’ya sığınmıştır. Böylece Hindistan’daki Türk nüfusu artmış, bu da Hindistan’daki gelişmeleri olumlu yönde etkilemiştir.
Nisan 1229’da, Melik Nâsıruddin Mahmud’un ölümüyle ortaya çıkan boşluktan faydalanmak isteyen son Kalaç Sultanı Gıyâseddin’in oğlu Bilge Melik ve diğer Kalaç beyleri isyan etmekte gecikmedi. Bunun üzerine İltutmuş, vakit geçirmeden Lakhnauti üzerine yürüdü. 1230 yılında İhtiyârüddin Bilge Kalaç başta olmak üzere bütün âsileri yakaladığı yerde yok etti. Böylelikle Kalaçların Lakhnauti’deki hâkimiyeti kesin olarak ortadan kalktı.
İltutmuş’un Abbasi Halifeliği ile kurduğu ilişkiler de dikkat çekicidir. 1229 yılında Halifenin elçileri İltutmuş’a hilat ve menşur getirerek İltutmuş’un, Hint Sultanı ve fethettikleri yerlerin hükümdarı olarak tanındığını beyan etmişlerdi. Bu hareketin anlamı Delhi Türk Devleti’nin, Bağdat Halifesi’nce resmen tanınması demekti. İltutmuş’un bundan sonraki faaliyetleri fetihlerle geçti; 1232’de Gvalory, 1234 tarihinde de Malva’yı fethetti. Ayrıca kendisine bu sırada “Sultan-ı Muazzam” unvanı da verildi. Kendisine, Nizamülmülk Kemaleddin Muhammed Cüneydi mahirane yardımlarda bulundu. Bu dönemde sufi tarikatler halk arasında etkin hale geldi ve fethedilen bölgelerde İslam’ın gelişmesine ve yerleşmesine önemli katkıda bulundular.
30 Nisan 1236’da ölen Kudbeddin İltutmuş, büyük bir törenle eski Delhi’deki Kutub Camii’nin kuzeybatı köşesindeki türbede toprağa verildi. İltutmuş, Aybek’in ölümünden sonra parçalanmış ve bir kısmı da Hinduların eline geçmiş bulunan Hindistan coğrafyasını yeniden tek bir idare altında toplamıştır. İltutmuş, adalet hususunda da titiz davranan Türk hükümdarlarından birisidir.
İltutmuş oğulları bulunmasına rağmen kızı Raziye’yi veliaht yapmıştır. Bu duruma rağmen beyler, İltutmuş son Pencâb seferindeyken yanında bulunan oğlu Rükneddin’i sultan ilan etmişlerdir. İltutmuş’un vasiyetine rağmen Rükneddin Firûz Şâh’ı tahta geçiren Şemsî Melikleri Firûz’un ülkeyi yönetmedeki aczini kısa zamanda görmüşlerdir. Bunun üzerine Raziye, kendilerine babasının vasiyetini hatırlatarak, onları içine düştükleri durumdan ancak kendisini tahta oturtmak suretiyle kurtulabileceklerine inandırmış ve hükümdar olmayı başarmıştır.
Tahttaki rakiplerini ortadan kaldıran Raziye hâkimiyetini tanımayan birçok beyle uğraşmak zorunda kalır. Raziye, devlet işlerini yeniden düzenlemek için harekete geçer. Ülke yönetiminde etkin olan beyler Raziye’nin iktidarından yine de hoşnut değillerdir. Çoğunluğu Türk olan bu beylere genel itibari ile ‘Kırklar’ adı verilir. 3 Nisan 1240’da büyük bir ordu ile Başkent’ten ayrılan Sultan Raziye, Taberhinde civarına ulaşıldığı sırada ayaklanarak Emir-i Ahur Cemâleddîn Yakut’u öldüren Türk emir ve melikler tarafından tutuklanarak, hapsedilmek üzere adı geçen kaleye gönderildi. Bu hadisenin Başkent’te duyulması üzerine hapsedilen Sultan Raziye’nin yerine Delhi Türk Sultanlığı tahtına İltutmuş’un oğullarından Behram Şah geçirildi. Raziye, Taberhinde kalesinde hapiste bulunduğu sırada Delhi’de önemli olaylar cereyan etti. Nâibülmülk tayin edildikten sonra iktidarı ele geçiren Melik İhtiyârüddîn Aytigin öldürülüp, Melik Bedreddîn Sungur Rumî, “Emir-i Hâcib” olarak tayin edildi. Buna karşın “Kırklar” grubunun etkinliği o kadar güçlüydü ki, Raziye bunlarla savaşarak mağlup oldu ve kaçarken de bir Hindu çiftçi tarafından öldürüldü (1240). Delhi’de ki beyler de İltutmuş’un oğullarından Muizüddin Behram Şâh’ı tahta çıkardılar. Üç buçuk yıl kadar tahtta kalan Raziye’nin bu hayatı, genç bir kadın için başarı sayılırsa da, halkın erkek hükümdarlar için tabii gördüğü hareketlere kalkışması düşmanların işini kolaylaştırdı. Türklerin karakterini bildiğinden Tacik ve Habeşli zümreleri kullanmaya kalkışması, onun tahtı ve hayatı ile ödeyeceği en büyük hatası olmuştur. “Şirin-i Dihlevî” veya “Şirin-i Gurî” mahlaslarıyla yazdığı beyitleri, kendi zamanındaki Türk-Fars edebiyatının en güzel örneklerindendir.
Sultan Muizüddin Behram Şâh bir müddet sessiz kaldıktan sonra, Nizâmülmülk Hoca Mühezzebüddîn Ivaz ile birlikte Melik İhtiyârüdddîn Aytigin’in devlete tamamen hâkim olmaya başlaması, hatta bunlardan ikincisinin o dönemin sultanlarına mahsus teşrifatı uygulamaya kalkışması üzerine harekete geçmiştir. Bu iki kişi ve etrafındakileri etkisiz hale getirdikten sonra bunların yerine atananlar da Behram’ı yönetmeye kalkışınca nüfuz mücadelesi başlayacak ve hileye dayanan kurnaz bir politika takip etmeye çalışan Behram Şâh’ın saltanatı tam bir entrika ve kaos dönemi haline gelecektir. Başkentte bütün bu olaylar olurken Tayir komutasında bir Moğol ordusu da Lahor’u kuşatmış bulunuyordu. Lahor’un Moğolların eline geçtiği haberinin Delhi’ye ulaşması üzerine, ordunun başına getirilen Melik Kutbeddin Hüseyin Gurî ile Nizâmülmülk Mühezzebüddîn Moğollara karşı harekete geçti. Delhi Ordusu, Biyah nehri kıyısına ulaştığı sırada Sultan’dan intikam almak için harekete geçen Mühezzebüddîn’in entrikaları neticesinde büyük bir infiale kapılan Melikler, düşmanı bir tarafa bırakarak kendi varlıklarına kasteden Sultan Behram Şâh üzerine yürüdüler.
Sonuçta, 22 Şubat 1242’de Başkent’i kuşatan hükümdarlık ordusu yaklaşık üç ay kadar sürecek bir savaşı da başlatmış oluyordu. Bu mücadele esnasında Delhi’nin etrafı tahrip olurken her iki taraf da önemli ölçüde zayiat verdi. 10 Mayıs 1242 günü Delhi düşürüldü. Sultan Behram Şâh da tutuklanarak birkaç gün sonra katledildi. Sultan Muizüddin Behram Şâh’ın gözaltına alındığı sırada Delhi tahtına oturan Şemsî meliklerinden Melik İzzeddîn Balaban Han’ın sultanlığını tanımayan Türk emir ve melikler Sultan İltutmuş’un torunu Mesud Şâh üzerinde anlaşmaya vararak onun 11 Mayıs 1242’de, Alâeddin lâkabıyla, Delhi Türk Sultanlığı tahtına geçmesini sağladı. Alâeddin Mesud, ilk anda devlet meselelerine yakın ilgi gösterdi ve işleri düzene koydu. Ayrıca halkı da yatıştırmayı başardı. Bu sırada Hoca Mühezzebüddin, Nizâmülmülk olarak vezirlik makamını korudu.. Delhi yakınlarında Ekim 1242’de yapılan muharebede Mühezzebüddin mağlup oldu ve öldürüldü.
Aralık 1245’de Mengûtay komutasında Sind bölgesine girip Uçç kalesini kuşatan Moğol ordusuna karşı harekete geçen Sultan Alâeddin Mesud Şâh, büyük bir ordu ile Biyah nehri kıyısına ulaştı ve Moğolların çekileceği yolları tehdit etmeye başladı. Bunun üzerine Uçç kuşatmasını kaldıran Moğollar Ocak 1246’da üç grup halinde Horasan’a doğru hızla geri çekildiler. Sultan Alâeddin Mesud’un vesayeti, altında bulunduğu Türk meliklere karşı yeniden harekete geçmesi ve bunlardan bazılarını bertaraf etmesi karşısında bazı önemli emir ve Melikler Bahreiç’de bulunan İltutmuş’un oğlu Nâsırüddin Mahmud ile temasa geçerek onu gizlice Delhi’ye davet ettiler. Bu davete uyan Nâsırüddin Mahmud’un Delhi’ye ulaştığı Haziran 1246’da, Melikler Alâeddin Mesud Şâh’ı tutuklayıp, bir müddet sonra da öldürdüler. Sultan Nâsırüddin Mahmud’un yirmi yıllık saltanatı süresince üç önemli mesele görülmektedir. Bunlar; Moğol saldırıları, Hindu tecavüzleri ve hepsinden önemlisi melikler arasındaki gruplaşmalardan doğan iç çekişmelerdir. Nâsırüddin Mahmud 1264 yılında hastalandı ve iki yıl sonra, 1266’da öldü.
Balaban Hanedanı (1266-1290)
Delhi’de hüküm süren Türk Sultanlıklarının üçüncüsü Balabanlılardır. Balaban, Orta Asya’nın Moğollarca istila edildiği dönemde köle olarak yakalanmış ve Delhi’de İltutmuş’a satılmıştı. Kabiliyeti ve sebatı sayesinde yüksek yerlere geldi. 1266 ile 1290 tarihleri arasında yirmi dört yıl hâkimiyet sürmüştür. Mahmud’un 1266’da ölümü üzerine hanlar, melikler ve emirlerin oybirliği ile Balaban, Gıyaseddin unvanıyla tahta geçti ve güçlendi.
Tahta çıkışından sonra Balaban’ın ilk işi bürokrasiyi düzenlemek oldu. Memurlara disiplin duygusunu aşıladı. Merkezî orduyu kuvvetlendirdi. Daha sonra da Kırklar’a yönelerek onların nüfuzunu kırdı, karşı koyanları şiddetle cezalandırdı. Haberleşme sistemini güçlendirdi. Hâkimiyetini, miras aldığı bölgelere yerleştirdi, barış ve düzenin sürmesi için uygun politikalar güttü. Delhi yakınlarındaki ormanları temizledi ve hırsızları dağıttı. Ormanlık arazi emniyet altına alınarak Gopalgir kalesi yaptırıldı ve şehrin yakınlarına kurulan karakollarla bölgenin güvenliği tam olarak sağlandı. Sultanlığın tahıl ambarı olan Düâb’da meydana gelen karışıklıklar bastırıldı. Ama Jaunpur, Bihar ve Bengal’e giden yollar temizlenerek, emniyeti sağlayacak tedbirler alındı. Bu sırada Katherli eşkıyaların sebep olduğu Bedaun, Amroha, Sambal ve Gannaur bölgelerindeki asayişsizlik tamamen ortadan kaldırıldı. 1271’de Moğollarının tahrip ettiği Lahor kalesini tamir ettirdi.
Balaban Bengal’i de denetimi altına almaya karar verdi. Çünkü Delhi sultanlarına ait fillerin malzemeleri Bengal’den geliyordu. Vali Tuğrul’a karşı Bengal üzerine gönderilen birlik iki kez yenildi, bunun üzerine Balaban 1280’de bizzat ordunun başına geçerek Bengal’e yürüdü ve ele geçirdi. Bengal valiliği Balaban’ın ikinci oğlu Buğra Han’a verildi. Sultan Balaban, Muhammed’in oğlu Keyhusrev’i veliaht tayin ettikten birkaç gün sonra, 1287’de öldü.
Delhi’de Halc? / Kalc? / Kalaç Sultanlığı (1290- 1320)
Kalaçlar olarak da bilinen Kalcîler/Halcî’ler köken olarak Türk’tüler. Türkistan’dan göç ederek bugünkü Afganistan’ın batısına; Ceyhun ile Sind nehirleri arasına yerleşen Kalaçlar Gazneli, Gurlu ve daha sonra bölgede kurulan diğer Türk devletlerinin tebaası olmuşlardı. Delhi Kalaç Sultanlığı’nın kurucusu Celaleddin Firûz Şâhtır. Celaleddin Firûz Kalcî bir komutan ve idareci olarak mükemmeldi ama tahta oturduğu zaman yaşı 70’in üstündeydi. Yumuşak huylu idi ve sert tedbirler almaktan hoşlanmıyordu. Eşkıyayı bile idam etmeye müsaade etmiyordu. Celaleddin Firûz’u uğraştıran ilk mesele Melik Çahçu Kişili Han’ın isyanıdır.
Saltanatının sonlarına doğru 1294’te yeğeni ve damadı Muhammed, sekiz bin kişilik bir ordunun başında Kara’dan yola çıktı. Zorlu arazi şartlarını iki aylık bir yürüyüşle geçerek Devletâbât önlerinde görüldü ve orayı zapt etti. Çok büyük ölçüde altın, gümüş, inci ve ipek ele geçirdi. Geri döndüğünde saraya çağrıldı lâkin o sarayın izni olmadan sefere çıktığı için cezalandırılacağı düşüncesiyle korkarak çağrıyı reddetti. Bu durumda Celaleddin Firûz Şâh, Kara’ya gitmeye ve Alâeddin Muhammed’i tedib etmeye mecbur kaldı. Bizzat harekete geçen Sultan Celâlaleddin Firûz Şâh, Kara civarında Ganj nehri kıyısında Alâeddin Muhammed Kalaç ile karşı karşıya geldi. Sultan, tedbirsiz davranarak görüşmeler yoluyla meseleyi çözmek üzere, yeğeni ve ayrıca damadı olan Alaeddin ile buluştuğu sırada öldürüldü(Temmuz 1296).
Alâeddin, hemen Alâeddin Muhammed Kalcî olarak kendisini sultan ilan etti. Kalaçların en büyük Sultanı ve Delhi’de tahta çıkan dördüncü büyük hükümdar olarak kabul edilir. Etkili, yaratıcı ve güçlü idi. Tahta çıktığı şartlara rağmen Hindistan tarihinde önemli izler bıraktı. Tahtı ele geçirdikten sonra da Moğolpur’u yerle bir etmiş, Sultan Celâlaleddin Firûz Şâh’ın damadı olan Algu Han’ı da öldürtmüştü. Moğol hücumlarından topraklarını koruyan Alâeddin Muhammed hâkimiyetini daha uzaklara yaymaya çalıştı. Çağatay tehlikesinin ortadan kalkması üzerine, Güney Hindistan’ın fethine girişti. Nisan 1311’de Racalığın Başkenti Madura işgal edilirken parlak bir zafer kazanıldı. Ekim 1311’de, ganimetler ile birlikte ordu, muzaffer bir şekilde Delhi’ye döndü.
Haber alma teşkilatını iyileştirdi ve böylece devlet aleyhine konuşma ve bir araya gelme ihtimalini ortadan kaldırdı. Yakın akraba evliliklerini yasakladı. İçkili ziyafetleri sona erdirdi ve böylece memurların tanışma ve kaynaşma ortamları da yok oldu. Devlete ödenen vergileri artırdı. Tarımda aracılar ortadan kaldırıldı.
1315 yılında Alâeddin Muhammed Şâh’ın sağlığı bozulmaya başladı. Psikolojik rahatsızlıklar geçiren Sultan 1316’da öldü.
Delhi’de Tuğluk Sultanlığı (1320-1414)
Gazi Melik Tuğluk, Gıyâseddin Tuğluk unvanıyla Delhi tahtına oturmuştur. Tuğluk devlet düzenini yeniden tesis etti ve soygunculara karşı tedbirler aldı. Tarımı teşvik ederek memurların köylü üstündeki baskısını azalttı. Varangel Hükümdarı başkaldırdığı için dikkatini oraya yöneltti ve 1323’de Tuğluk’un oğlu Uluğ Cavna/Cuna Han tarafından bölge yeniden itaat altına alındı. Diğer yandan Gazi Tuğluk, daha önceki sultanlar tarafından genişletilen Delhi’ye yeni bir bölüm ilave ettirerek, Tuğlukâbâd denilen bu kısma taşındı.
Bengal’i ele geçirdi ve 1325’te Delhi’ye döndü. Delhi’de yapılan törenler sırasında çadırın çökmesi sonucu Tuğluk öldü. İktidarı oğlu Cavna/Cuna Han ele aldı ve Muhammed Şah unvanı ile tahta çıktı. Muhammed b.Tuğluk iyi eğitim görmüş, İslam hukuku, felsefe, matematik, mantık ve tıp ilmine aşina birisi idi. Adalete saygısı büyüktü. Uygulayacağı emirler, kendisine karşı bile olsa, şahsen gaziler mahkemesine çıkabilirdi. Sert bir yönetim sergiledi.
Ülkenin güneyindeki ilhaklar neticesinde orada yeni bir imparatorluk merkezine ihtiyaç duyulduğu anlaşıldı. Muhammed Tuğluk Devletâbât adını verdiği Devagiri’yi seçti ve orada 1327’de bir metropol kurmaya karar verdi. Planlı caddeleri ve düzenli binalarıyla güzel bir şehir inşa ettirdi. Bu şehir 2. bir başkent olarak veya Delhi’nin yerini almak için planlanmıştı. Birçok devlet memuru, bilgin ve tüccar bu yeni şehre yerleşti. Kendi isteğiyle Devletâbât’a yerleşmeye karar verenler teşvik edildi. Delhi ile olan bağlantı yolu tamir edildi ve konaklama yerleriyle ulaşım kolay hâle getirildi. Bütün bu çabalar sonucunda Delhi 2 yıl sonra tamamen boşalmıştı. Delhi havalisindeki ahaliyi mecburi olarak bu şehre iskân ettirmesi ülke içinde huzursuzluklara sebebiyet verdi.
1338’de Çin’i fethetmek üzere harekete geçti. Hazırlanan bir ordu Tibet’e gönderildi. Tuğluk ordusu, Himalaya eteklerinde Karaçal denilen bir yerde ağır bir yenilgiye uğramakla kalmadı, dağlarda ve yağmur sebebiyle dönüş yolunda telef oldu.
1351 yılında hastalandı ve öldü. Sultan’ın yeğeni Firûz Şâh isteksizce tahta çıkmaya razı edildi. Firûz Şâh ilk olarak devlet işlerini yeniden organize etmeye koyuldu. Kanal açtırmak, kuyu kazdırmak gibi alınan tedbirler ve ağır vergilerin kaldırılması sonucu tarım gelişti, üretim arttı. Firûz Şâh inşa faaliyetlerine girişti. Harabe olmuş birçok anıtı tamir ettirdi. Bunlardan biri Delhi’deki Kutbu Minar’dır. Aralarında Hisar ve Cevnpur olan birkaç yeni şehir kurdu. Cevnpur, Doğu Sultanlığının başkenti oldu ve büyük bir öğretim merkezi hâline geldi. Firûzabad adı verilen yeni bir şehir inşa ettirdi. Delhi’nin güneyinde büyük bir medrese inşa ettirdi. Dört büyük camii, otuz saray ve çok sayıda kamu binası inşa ettirdi. Firûz Şâh, Müslüman ulema ve dini liderlerin işbirliğini esas aldı, onlara saygı gösterdi. Diğer dinlerin papaz, rahip ve keşişleri cizye ödemekten muaf tutuldular. Dağınık vaziyetteki orduyu toparladı ve Bengal’e sefer düzenledi (1353). Firûz Şâh yaşlılık sebebiyle kontrolü yavaş yavaş kaybetti. 1388 yılında öldüğünde 83 yaşındaydı.
Delhi’de Seyyid ve Lodi Hanedanlıkları
Firûz Şâh, Multan Valiliği’ne Hızır Han adında birini tayin etmişti. Timur, sultanlığı istila edince Hızır Han onunla işbirliği yaptı ve Pencâb ve yukarı Sind’in valiliğini elde etti. Hızır Han, ardından iktidarını sağlamlaştırarak Delhi’yi zapt etti. Böylece Seyyid Hanedanlığının temelini attı. Hızır’ın bir seyyid olması sebebiyle sülaleye bu isim verildi. Hızır Han’ın saltanatı, vergi politikasının ıslahı ve sadakat göstermeyen mahalli yöneticilere karşı yapılan seferlerle geçti. Hızır Han’ın 1421 yılında ölümünden sonra yerine oğlu Mübarek Şah geçti. 1434’de bir suikaste uğrayan Mübarek’in yerine de yeğeni Muhammed Şah; o ölünce de yerine oğlu Alâeddin Âlem Şah tahta çıktı (1444). Alâeddin Âlem Şah saltanata pek ilgi göstermediği için 1451’de çekildiği tahta, Afgan soylusu Behlül çıktı. 1489’da ölümü üzerine, güçlü bir hükümdar olan İskender Lodi tahta çıktı.
İdari Hayat
Delhi Sultanları İslam Dünyasında yaygın olan hükümranlık anlayışına bağlı kaldılar. Ayrıca elit bir zümre tarafından yapılan seçim şekline de sadık kaldılar. Soylular bir hükümdarı resmen seçtikten sonra ona bağlılık yemini yapılır, daha sonra da devlet camiinde halk tarafından ant içilirdi. Sultanın seçilmesi kararlaştırılmış birisinin tasdiki şeklinde idi. Sonunda sultan devleti denetlemeye, İslam’ı ve topraklarını savunmaya, tebaasını kurmaya ve onlar arasındaki anlaşmazlıkları yatıştırmaya, vergileri toplamaya, hazineyi hakkıyla idare etmeye ve ceza kanunlarını uygulamaya mükellef idi. Seçilmiş bir sultan bu şartlardan birini ihlal ederse tahtan indirilebilirdi. Nitekim birçok Delhi sultanı yetersizlik sebebiyle azledilmiş; akli melekelerin yitirilmesi, fiziki zayıflık veya körlük, tahtan indirilmek için bir gerekçe olabilirdi. Sultanlığın babadan oğula geçme teamülü yoktu.
Sultanlık yönetimi daha önce geliştirilmiş İslam Devletlerinin modeli üzerine kuruldu. Bu model dîvân teşkilâtından meydana gelmekteydi. Dört büyük dîvân vardı:
- Dîvân-ı Vezâret;
- Dîvân-ı Risâlet;
- Dîvân-ı İnşâ;
- Dîvân-ı Arz.
Devrin anlayışına göre; Dîvân-ı Vezâret diğer üç dîvândan daha üstün sayılmaktaydı. İdarî teşkilâtta en yüksek ve yetkili makam Dîvân-ı Vezâret idi. Bütün devlet işleri vezir başkanlığında toplanan Dîvân-ı Vezâret’te görüşülüp karara bağlanırdı. Bilinen, hükümdarlığın baş hâkimi sadru’s-sudur ’un maiyetinde idi.
Türk Sultanlığı yönetimi altından Hindistan’da, memleket idaresi bakımından toprakların esas itibari ile iki önemli kısma ayrıldığı görülür:
- Memurlar eliyle yönetilen topraklar;
- Yerli Racaların elinde bırakılarak haraca tabi topraklar.
Devletin başta gelir kaynağı, tarım ürünlerinden alınan vergiler idi. Arazilerin büyük bir kısmı haraci statüsünde idi. Vergiler genellikle ayni alınır ve bölgeden bölgeye değişirdi.
Delhi Türk Sultanlığında adalet teşkilâtı diğer bütün Orta Çağ Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi örfi yargı ve şer’i yargı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Örfi davaların görüldüğü ve karara bağlandığı yargı organı “Dîvân-ı Mezâlim” idi. Dîvân-ı Mezâlim’e bizzât sultan başkanlık ederdi.
Delhi Türk sultanları devrinde önem verilen işlerden birisi de posta teşkilatıdır. Posta işlerini büyük ölçüde düzenleyerek nizama sokan Alâeddin Kalaç (1296- 1316)’tır.
Dini Vaziyet
Delhi Türk sultanlıkları Sünniliğe ve Hanefiliğe sıkı sıkıya bağlıydılar. Bu dönemde etkin olan fiil ve Batini hareketlerine karşı Sünni Hanefiliği ve kurumlarını açıktan savunmuşlardır. Halifelikle olan ilişkileri karşılıklı hakların tanınması şeklindedir.
Buna göre Abbasî Halifeliğinin merkezi ve manevi otoritesi tanınmakta, buna karşılık halifeler de bu hükümdarların kendi ülkelerindeki egemenliklerini kabul ederek onları meşru kılmakta idiler. Delhi Sultanları döneminde Müslüman toplumda tarikatların önemi büyüktü. Özellikle Çiştiilik, Kadirilik, Suhreverdilik ve Nakşibendilik çok yaygındı. Fıkıh okulu olarak da Hanefilik tercih edilmişti.
Kültür ve Sanat
Hindistan’da devletin resmi dili Farsça idi.
Aybek’in 1193’de aldığı şehir eski Delhi adını taşır. Aybek, şehrin fethinden sonra burada hemen Kuvvetü’lİslam adını taşıyan fakat daha çok Kutb Camii veya Delhi Büyük Camii olarak bilinen eseri de inşa ettirmiştir. Kutbü’l-islam caminden başka sultan Raziye tarafından Babası İltutmuş için yaptırılan türbe; Alâeddin Kalaç türbesi ve medresesi önemli eserlerdendir.