OSMANLI DİPLOMASİSİ - Ünite 4: XVII. Yüzyılda Osmanlı Diplomasisi (1606-1699) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: XVII. Yüzyılda Osmanlı Diplomasisi (1606-1699)
Ünite 4: XVII. Yüzyılda Osmanlı Diplomasisi (1606-1699)
XVI. Yüzyıldan XVII. Yüzyıla Osmanlı Devletinin Genel Siyasi Durumu ve Zitvatorok Antlaşması
XVI. yüzyılın ikinci yarısı bir bakıma Osmanlıların fetih politikalarının sona erdiğini gösteren önemli değişikliklere de tanıklık etmiştir. Orta Avrupa’da Habsburglar, doğuda Safevîler Osmanlıların bu yönlerdeki yayılmasına büyük ölçüde set çekerken, Kıbrıs’ın Venedik’ten Tunus’un da İspanya’dan alınması dışında Akdeniz’deki faaliyet de duraklamıştı; öte taraftan kuzeyde yeni bir güç olarak Rusya ortaya çıkmaktaydı. Dolayısıyla Kanunî devrinde doğu ve batı istikametlerinde sürdürülen sürekli savaş siyaseti, halefleri döneminde tavsamaya başladı. Süveyş kanalı projesi ile Osmanlıların Hint denizindeki etkinliği arttırılmak istenirken Don-Volga kanalı tasarısı ile de Altınordu bakiyesi Kazan ve Astarhan hanlıklarını ele geçirip Orta Asya-Batı ticaretini denetimine almaya çalışan Moskova Knezliği’ni engelleme ve bunun için de Orta Asya’daki Sünnî Müslümanlarla irtibat kurmak amaçlanmaktaydı. Bu tasarılar gerçekleşmedi. Yüzyılın son on yılına girerken İran cephesindeki uzun savaş yeni toprak kazançları ve barışla sonuçlanırken ufukta batı cephesindeki bir savaşın gelmekte olduğu görülmekteydi. 1574’te Tunus’un fethi ve daha sonra da, Portekiz’in İspanyol egemenliğine girmesi ile Osmanlı hâkimiyetinin Kuzey Afrika’nın batı ucuna kadar uzanması gibi başarılar sağladıysa da İspanyollarla sağlanan 1581 antlaşmasından sonra donanma giderek atıl bir hale geldi. Avusturya’nın savaşı bir Haçlı seferine dönüştürme politikası bir ölçüde başarılı oldu ve birçok Hıristiyan gönüllünün yanı sıra Osmanlılara tâbi durumdaki Erdel, Eflak ve Boğdan beyleri de Osmanlılara karşı savaştılar. Koca Sinan Paşa’nın kısmî bazı başarılarından sonra uğranılan kayıpları Boğdan ve Eflak’ın fiilen Osmanlı hâkimiyetinden çıkması izledi. III. Mehmed 1595 yılında, Osmanlı Devleti’nin Habsburg İmparatorluğu’na karşı çetin bir savaşı sürdürdüğü ve Anadolu’da Celâlî karışıklıklarının giderek şiddetini arttırmakta olduğu bir dönemde babası III. Murad’ın yerine Manisa’dan İstanbul’a gelerek Osmanlı tahtına oturmuştu. Balkanlar’da durumun giderek kötüleşmesi üzerine Sultan III. Mehmed (1595-1603), yakınlarının teşviki ve yeniçerilerin ısrarıyla, büyük dedesi Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra terk edilen bir geleneği, Sultanın ordunun başında sefere gitmesi geleneğini yeniden canlandırarak durumu düzeltmeye çalıştı ve 1596’da Macaristan’ın kuzeydoğusundaki Eğri kalesini aldı ve ardından da Haçova’da Habsburg ordusunu büyük bir bozguna uğrattı (24-26 Ekim). Eğri ve Haçova civarında denetim kurulmak suretiyle Erdel ile Avusturya arasındaki bağlantı kesilmek istenmişti. Ancak buna rağmen bağlı beyliklerdeki başkaldırı yatışmadı. Bu savaş sırasında fethedilen Kanije kalesinin Tiryaki Hasan Paşa komutasında Avusturya ordusu karşısında gösterdiği parlak savunma ve düşman ordusunun dağıtılması kayda değer. Zamanla Protestan Erdelliler ile Habsburglar arasında anlaşmazlık baş göstermiş ve Eflak meselesini 1601’de halleden Osmanlılar Lala Mehmed Paşa’nın serdarlığı döneminde Erdel meselesini hal yoluna koymuşlardı (1605); ama öte yanda da İran Şahı Abbas’ın doğudaki faaliyetleri Osmanlıları huzursuz etmeye başlayacaktı. Bu sebeplerin de etkisiyle, her iki tarafın bazı geçici başarılarıyla uzayan savaşa 1606 yılında imzalanan ve bir anlamda Orta Avrupa’daki Osmanlı yayılmasının sona erdiğini de ilân eden Zitvatorok Antlaşması ile sona erdi. Bu antlaşmanın 17 maddesinin en önemlileri kısaca şöyle özetlenebilir: Avusturya imparatoruna artık ‘kral’ olarak değil ‘Roma Çasarı’ diye hitap edilecek; her iki taraf birbirine zarar vermeyecek; çetecilik faaliyetleri karşılıklı olarak engellenecek; esirler karşılıklı olarak bedelleri ödenmek suretiyle değiş tokuş edilecek; padişaha gönderilmesi kararlaştırılan pişkeşten sonra 20 yıl içinde üç yıl süreyle bir şey gönderilmeyecek ve daha sonraki pişkeşin mahiyeti de tayin olunmayacak; sınır kaleleri tamir edilecek ama yeni kaleler inşa edilmeyecek; sınır boylarındaki köylerin barıştan önceki fiilî durumu devam edecektir. Kanije ve Eğri dışında Osmanlılara yeni toprak kazandırmayan bu savaş malî yönden pahalıya yol açmasının yanında iç huzursuzlukların da gölgesinde sürdürülmeye çalışılmıştı. Ayrıca, Avusturya’nın elinde bulundurduğu Macar topraklarına karşı ödediği yıllık 30 bin altından vazgeçilerek bir kereye mahsus 200 bin kuruş (yaklaşık 120-130 bin duka altın) alınmak ve imparatora ‘çasar’ şeklinde hitap edilmek suretiyle, Osmanlı padişahı ile Habsburg imparatoru eşit kabul edilmesi Osmanlı dış siyaseti ve diplomasisi açısından yeni bir dönemin başladığını gösterir.
Zitvatorok Antlaşması’yla artık yeni şartların ortaya çıktığının ilk işaretleri verilmişti. Avrupa devletleriyle Osmanlılar arasında “Devletler Hukuku’na uygun olarak yapılan ilk antlaşma” diye nitelenen Antlaşma, özelikle üç açıdan önem taşımaktadır. Antlaşma tarafsız bir yer olan Macaristan’da imzalanmıştır. Söz konusu Antlaşmaya kadar bütün antlaşmalar, karşı tarafın gönderdiği elçilerle yapılan görüşmeler sonucunda, İstanbul’da imzalanmaktaydı. Yenilen taraf, İstanbul’a gelerek padişahtan barış ihsan etmesini dilemeliydi. Zitvatorok Antlaşması’nın tarafsız bir yerde imzalanması, bu anlayışın geçerliliğini yitirdiğini göstermesi açısından çok önemliydi. Habsburglarla Osmanlıların eşitliği ve denkliği kabul edilmiştir. Nitekim Osmanlı padişahları Zitvatorok Antlaşması’yla Avusturya İmparatoru’nun “kayzer/çasar” unvanını kullanmasını ilk defa kabul etmişlerdi. Oysa, Osmanlılar, o tarihe kadar Avusturya İmparatoru için sadece “Nemçe Kralı” unvanını kabul etmekte ve resmî yazışmalarda da bu unvanı kullanmaktaydılar. Zitvatorok Antlaşması 20 yıl gibi uzun bir süre için imzalanmıştır. Dolayısıyla, Osmanlıların Hıristiyan güçlere ihsan ettiği “geçici” bir ateşkes değil, bir barış antlaşması niteliği taşır. Ayrıca, antlaşma gerçekte 20 yıl değil yaklaşık 60 yıl yürürlükte kalmıştır. Bu ise Osmanlı dış politikasında dikkate değer bir değişimin ortaya çıktığını göstermektedir.
XVII. Yüzyılda Osmanlı Diplomasisinin Kuramsal ve Kurumsal Boyutu
XVI. yüzyıl sonlarında gelinen nokta, diplomatik ilişkilerin teorik yönünde de bazı tadilata yol açabilecektir. Özellikle Zitvatorok Antlaşması’yla Osmanlıların Habsburglara karşı üstünlük iddialarının sona ermesi önemli bir gelişmedir. Bu yüzyılın özellikle ilk yarısında Osmanlıların gerek fetih siyaseti açısından karşılaştıkları güçlükler gerekse iç siyasî ve sosyal olaylar yüzünden savaştan çok barışa önem ve ağırlık verdikleri görülmektedir. XVII. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da yaşanan Otuz Yıl Savaşları sonunda Westfalya Barışı ile yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Osmanlılar ise 1606’dan itibaren kuzey politikasındaki girişimler dışında dış siyasette özellikle İran’a ağırlık vermişler, Batılı devletlerle siyasî ve ticarî açıdan dostluk ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu da tabiatıyla diplomatik ilişkilerin seyrini ve niteliğini etkilemiştir. Yeni siyasî şartlar diplomasi uygulamalarında dikkate değer bir değişimi zorunlu kılmıştır. İmparatorluğun giriştiği savaşlarda eski görkemli başarıların elde edilememesi, diğer devletlerle ortaya çıkan sorunların çözümünde diplomasinin çok daha belirleyici bir önem kazanmasına neden olmuştur. Önceki devirlerde barış, Osmanlıların rakiplerine verdikleri bir “ihsan”, “lütuf” anlamındaydı. Kazanılan askerî başarı, yenik güçler tarafından görüşmelerde adeta tescil edilmekteydi. XVII. yüzyılda ise savaş meydanlarında kesin galibiyetlerin alınamaması veya kısmî başarısızlıklar Osmanlı diplomasisinin nitelik açısından bir değişime uğramasına neden olmuştur. Artık askerî başarıların barış masasında tescili anlamından çıkan diplomasi, rakip devletlerin Osmanlılarla güç dengesini sağlamalarına paralel olarak, statükonun korunmasına yönelik bir fonksiyon ifa etmeye başladı. Zitvatorok sürecinde, barışı müzakere etmek üzere heyet gönderilmesi ve savaş sırasında sadece karşı taraftan değil Osmanlılar tarafından da barış girişimlerinde bulunulması bu değişimin başlangıcını işaret eden önemli göstergelerdir. Osmanlılar da değişik ülkelere ad hoc elçilik heyetleri göndermekteydi. Bu yüzyılda, yabancı elçilerle ilgili düzenlemeleri içeren bir kanunnamenin çıkarılması da diplomasinin kurumsal ve kuramsal yönlerine verilen önemin artışının bir göstergesidir. “Kanun-ı Elçiyan” olarak da adlandırılan 1657 tarihli Tevki-i Abdurrahman Paşa Kanunnamesi’nde yabancı elçilere uygulanacak protokol ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. Daha önce teamüller çerçevesinde yürütülen teşrifat işleri, ilk defa çok açık bir biçimde kurallara bağlanır. Yabancı elçilerin ikametiyle ilgili yeni düzenlemeler yapılmış, daha önce yabancı elçiler Elçi Hanında ikamet ederken 1646 yılından itibaren Galata’ya yerleşmelerine ve burada elçilik binaları yapmalarına izin verilmiştir. XVII. yüzyıl ortalarında pek çok elçilik Pera’ya (Beyoğlu) taşındı. Cenovalı ve Venedikli tacirler daha Bizans döneminde Pera’ya yerleşmişti. Yabancı elçilerin kendi binalarına taşınmalarına izin verilmesi, o devirde Avrupa’da da benimsenen “elçilik hakkı”, “elçilik binalarının dokunulmazlığı” gibi ilkelerin Osmanlı yöneticileri tarafından da benimsendiğini göstermesi açısından önemlidir. XVII. yüzyılda kurumsal alandaki önemli bir değişiklik ise yüzyıl ortalarından itibaren devlet işlerinin Paşakapısı’nda halledilmeye başlanması, diplomatik ilişkiler dâhil yönetim ve danışma açısından en önemli organ olan Divan-ı Hümayun’un bu önemini yitirmesidir.
Osmanlı-İran İlişkileri
1590’da Osmanlılarla Ferhad Paşa (İstanbul) Antlaşması’nı imzalamak durumunda kalan Şah Abbas, Osmanlılarla Habsburglar arasındaki savaş döneminde diplomasiyi de devreye sokmuş, İngilizlerle siyasî ve ticarî ilişkilerini geliştirmişti. 1590’larda Osmanlılarla dost görünmeye çalışmış, III. Mehmed’in cülusu için gönderdiği elçisi aynı zamanda Özbeklere karşı kazandıkları zaferi de bildirmekle memurdu. 1599’da da bir başka elçi yine Özbeklere karşı kazanılan zaferleri bildirmek üzere gelmişti. Osmanlıların Habsburg cephesindeki durumundan ve Celalî isyanlarıyla boğuşmasından cesaret kazanan Şah Abbas Avrupa devletlerine elçiler gönderdi. Osmanlı benzeri bir kapıkulu ordusu meydana getirerek kızılbaş oymaklarının ve beylerinin güçlerinin dengeleyen İran, 1603’te ani bir hücumla Tebriz’i aldı ve sonra da Azerbaycan’da kontrolü sağladı. 1610’da içteki durumu düzelten Veziriâzam Kuyucu Murad Paşa Tebriz üzerine yürüdüyse de savaşmadan geri çekilmek zorunda kaldı. 20 Kasım 1612’de imzalanan antlaşma ile Kanunî ile Tahmasb arasında imzalanan 1555 Amasya Antlaşması’ndaki sınırlar temelinde barış yapıldı; İran Osmanlılara her yıl bir miktar (iki yüz yük) ipek gönderecekti. Ayrıca daha önceki antlaşmalarda vurgulanan dinî hususlar (İlk üç halifeye, Hz. Ayşe’ye sövülmesinin yasaklanması vb.) burada da önemini korudu. İranlı hacılar daha emniyetli olan Halep Şam yoluyla hacca gidecek, Şehrizor ve çevresinde birtakım yerleri ele geçiren Halo Han’dan bu yerler geri alınacak ve İranlılar kendisine yardım etmeyecektir. Fakat bu antlaşmanın uzun süreli bir barışı getirmeyeceği daha baştan belli idi. Osmanlıların İran cephesindeki yeni durumdan memnun olmamaları gayet doğaldı, zira 1612 antlaşması ile kaybedilen Azerbaycan ve Kafkas toprakları Osmanlıların doğu sınırlarının güvenliği bakımından hayatî önemi haizdi. İran’ın yıllık ipek gönderme taahhüdünü yerine getirmemesi ve Gürcistan’a asker sevki barışın ihlali anlamına geliyordu. Bundan dolayıdır ki, Osmanlılarla İran arasında en kısa zaman içinde yeniden savaş başladı ve 1615’te başlayan çatışmalar uzadı. Veziriazam Halil Paşa’nın karşısına çıkmadan geri çekilen İran kuvvetlerine karşı, Erdebil yönünde ileri gönderilen Kırım hanı ile diğer Osmanlı kuvvetlerinin Serav ovasında Azerbaycan Valisi Karçakay Han tarafından mağlup edilmesine rağmen Halil Paşa emrindeki ordunun Erdebil istikametinde yürüyüşe geçmesi üzerine Şahın elçisi barış talebiyle geldi ve neticede 1612 Antlaşması temelinde imzalanan bir barış antlaşması ile savaş sona erdi (Serav Antlaşması, 1618). Buna göre, Kanunî zamanındaki sınır esas olacak, ancak Ahıska Osmanlılarda kalırken Bağdat eyaletinin Derne ve Dertenk sancakları İran’a bırakılacaktı; İranlılar ilk üç halife ile Hz. Ayşe’ye sebb ü şetm etmeyecek, her yıl, daha önceki miktarın yarısı olan yüz yük ipek vs. kıymetli kumaşı haraç olarak göndereceklerdi. IV. Murad’ın içeride iktidar dizginlerini ele almasından sonra Osmanlılar, 1623’den sonra kaybettikleri toprakları geri almak amacıyla İran üzerine yürümeye karar verdiler. Bu sırada Lehistan’la yaşanan gerginlik yüzünden IV. Murad bu yöne sefer yapmayı planladığından İran üzerine önce veziriâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa’yı gönderdi (1633). Özellikle Kazak akınları ve sınır tecavüzleri yüzünden gelişen olaylar sırasında Abaza Mehmed Paşa Lehistan’a karşı başarılı saldırılarda bulunmuş, daha sonra sultanın bizzat sefere çıkma kararı üzerine Polonyalılar, Rusların da Osmanlılara yanaşması üzerine, Osmanlıların şartlarını kabul etmişlerdir. Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla (17 Mayıs 1639) iki ülke arasındaki nihaî sınır çizildi. Sınırın çizilmesinde daha çok son savaşlar sonunda ortaya çıkan durum esas alınmıştır. Bundan sonra her iki ülke de uzun süreli savaşlara girmekten kaçındılar ama Osmanlılar batı ve kuzeyde meşgul oldukları dönemlerde, doğuda potansiyel bir tehdidin sürekli varlığını hiçbir zaman göz ardı etmediler.
Gayrimüslim Devletlerle İlişkiler
Papalık özellikle Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan cemaatlere elçilik heyetleri göndermek ve Ermeniler, Melkîler, Yakubîler ve Keldanîler üzerinde Katolik kilisesinin nüfuzunu tesis etmeye çalışmıştır. Özellikle XVII. yüzyılda Fransa’nın da desteğiyle bu faaliyetlerin etkisi artmıştır. Eski önemini kaybeden Ceneviz zaman zaman elçi göndererek ahidnâmelerini yeniletmişlerdir. Osmanlı-Venedik savaşı sırasında Fransa’nın Venedik’e destek vermesi yüzünden Osmanlılar Ceneviz elçisine rağbet gösterip Fransa elçisini umursamayınca Fransızlar buna tepki gösterir, buna cevaben Osmanlıların Fransa kralını padişah kabul ettikleri ve dolayısıyla bununla yetinmeleri söylenir. Fransız elçisinin Venedik’le savaş sırasında İstanbul’daki durum hakkında Venedik amirali ile mektuplaştığının ortaya çıkması ilişkileri iyice gerdi. Elçi de Lahey’in ve oğlu Denis de Lahey’in hakaretamiz muameleye tâbi tutulmaları, ülkelerine gönderilmeleri, elçiliğin bir süre vekâleten yönetilmesi, 1665’de Denis de Lahey elçi olarak gelince kendisine usule aykırı muamelede bulunulması bu süreçte dikkati çeker. Gerek o gerekse sonraki elçi Novantel Babıâli’de arzu ettikleri muameleyi göremedi ve istedikleri ticarî çıkarları elde edemedi. Daha sonra gönderilen elçi (Guillaagues) zamanında XIV. Louis’nin Fransa’nın bundan sonra Osmanlı Devleti’nin düşmanları na yardım etmeyeceğine dair teminatı üzerine, Viyana bozgunu sonrasında Osmanlı Devleti Fransa ile ahidnâmeyi yenilemeyi kabul etti. Osmanlıların Kutsal İttifakla savaşı sırasında Fransa 1688’de Avusturya ile müttefiklerine savaş ilan etmiş, Osmanlıları da savaşa devama teşvik etmiştir. 1697’de Fransa’nın İmparator ve müttefikleri ile barış yapması Osmanlıları gücendirmiş, Fransız elçisi bu antlaşmanın yakında bozulacağını ileri sürerek Osmanlıları savaşa devama teşvik etmişse de neticede Karlofça Antlaşması imzalanmıştır. William Harborne’un başkanlığında Kraliçe Elizabeth’in gönderdiği heyetle yapılan görüşmelerden sonra İngilizlere serbest ticaret hakkı verilmesiyle başlayan Osmanlı-İngiliz ilişkileri XVII. yüzyıl boyunca dostane bir şekilde gelişti ve Karlofça sürecinde barışa aracılık etmeleriyle zirveye çıktı. Harborne İstanbul’da ilk İngiliz elçisi olmuş, İngiliz elçileri Osmanlılara siyasî alanda moral desteği vermekle birlikte esas itibariyle ülkelerinin ticarî çıkarları doğrultusunda çalışmışlardır. XVII. yüzyılda, 1622-1631 arasında elçilik yapan Thomas Roe İstanbul’daki elçilerin en itibarlısı idi. Felemenk ile de 1613’de ticarî alanda ilişkiler kuruldu ve ahidnâme verildi. Felemenk gemilerinin Hint Denizi’nde zaman zaman Osmanlı tüccar gemilerine saldırıp mallarına el koyması üzerine bunların iadesi için yazılan namelere olumlu cevap alınmıştır. Felemenk hükümeti tarafından 1668’de İstanbul’da daimî elçi görevlendirildi. Felemenk elçisi de Karlofça sürecinde arabulucu rolü oynayacaktır. XVII. yüzyılda önceki önemini kaybeden İspanya ve Portekiz ile de bazı diplomatik ilişkiler yaşandı. Mesela Fransa elçisinin engelleme çabalarına rağmen Osmanlılar İspanya ile dostane ilişki kurmak üzere Ahmed Ağa’yı Madrid’e gönderdi. İspanya kralı da bir memur gönderip bazı taleplerde bulunduysa da Osmanlı Devleti buna sadece dostluktan bahseden bir name ile cevap verdi (1650). Osmanlı sarayına gönderilen ilk İsveç elçisi Ralamb’ın görevi İsveç’in Lehistan Erdel ve Rusya’ya yönelik stratejisini Osmanlılara anlatmak ve dostluk kurmaktı. Babıâli İsveç’in niyetlerine kuşkulu yaklaşmakla birlikte elçiyi nezaketle karşılamış ve ağırlamıştır. İsveç, ortak düşman Rusya’ya karşı ittifak girişimi sonuçsuz kalır. Erdel ile ilişkileri kuşkuları arttırmış, daha sonra gönderilen elçi de güvensizliği pekiştirmiş olduğundan ilişkileri geliştirmek mümkün olmamıştır.
Osmanlı Siyasi ve Diplomatik Tarihi Açısından Karlofça Antlaşması
Veziriazam Amcazade Hüseyin Paşa ordunun yeniden toparlanması ve içeride sekbanların yol açtığı huzursuzlukların sona ermesi için barış siyasetini esas aldı. Öte yandan Avusturya da İspanya veraseti meselesi yüzünden Osmanlılarla savaşın bitmesini istiyordu. Bu meselede Avusturya ile rekabet dolayısıyla Fransa Osmanlıların savaşı sürdürmesine taraftar iken İngiltere ve Hollanda barıştan yana idiler. Nitekim İstanbul’daki İngiliz elçisi Paget ile Felemenk elçisi Colliers Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’ya barışla ilgili aracılıkta bulunabileceklerini bildirdiler. Osmanlı tarafı barış için mevcut durumun esas alınmasını ancak Erdel’de Osmanlı çıkarlarının korunması, bazı kalelerin yıktırılması ve bazı toprakların da boşaltılmasını talep ettiler. Avusturya, Erdel konusu dışındaki hususlara razı idi. Bu arada Fransızlar inisiyatifi ele geçirmek için Lehlileri ayırıp Osmanlı ile ayrıca barış yaptırmak istediyse de Osmanlı tarafı barış için asıl önemli gücün Avusturya olduğunu bildiğinden bu girişimi nezaketle savuşturdu. Avusturya’nın barış delegasyonunun tayin edildiği haberi üzerine Sultan II. Mustafa Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’yı tam yetkili olarak barış görüşmeleri yapmak üzere görevlendirdi. Reisülküttab Mehmed Rami Efendi baş murahhas, Divan-ı Hümayun tercümanlarından İskerletzade Aleksandr Mavrokordato ikinci murahhas tayin edildi (22 Temmuz 1698). Karlofça’ya kadar Osmanlılar barış yaptıkları ülkeye adeta isteklerini dikte ettirirlerdi. Gerçi Zitvatorok ile Habsburglar gibi çok güçlü bir rakip denk kabul edilmiştir ama diğer güçler için bu söz konusu değildi. Tabii ki özellikle XVI. yüzyıldaki tavır, Osmanlıların askerî gücünden kaynaklanmaktaydı. Bu dönemde darülharp ile daimî savaş hali Osmanlı Devleti’nin varlık sebebiydi. Toprak anlaşmazlıklarının halli hususunda, Osmanlıların düşmanlarının haraç vermeye razı olmayı kabul etmemeleri halinde savaştan başka seçenekleri yoktu. Osmanlıların bu üstün pozisyonları 1697 Zenta yenilgisiyle hemen tamamen tersine çevrildi. Osmanlılar ilk kez, barış görüşmelerinde büyük toprak kayıplarını tanımak durumundaydı. Kuruluş ve gelişmesindeki meşruiyetini sınırlarını kâfirlere karşı sürekli genişletmek üzerinde temellendiren bir devlet için toprak tavizleri vermek çok acı verici idi. Ne var ki, askerî alanda alınan hezimetler onları barışa zorlamıştı. Öte yandan Osmanlıların barış müzakereleri konusunda yeterince eğitimli personeli de yoktu. Buna rağmen Mehmed Rami Paşa başta olmak üzere, Osmanlı delegasyonunun Karlofça’daki tavrı, yenilmiş ve her şeye rıza gösteren bir tavır değildi. Sultanın talimatı, barışın saltanatın şerefini ve itibarını koruyacak bir şekilde gerçekleşmesiydi. Uğranılan yenilgiye rağmen Karlofça’daki Osmanlı delegasyonu Sultanın çıkarlarını koruyacak bir tavrı gösterdi. Bu süreçte Sultanın temsilcilerinin genelde kabul edildiğinden daha fazla biçimde Avrupa hakkında epeyce bilgili olduklarını, akıllıca uzlaşmaya varmayı bildiklerini ve diplomasi alanındaki uygulama ve teamülleri incelikle uyguladıklarını gösterdiler. Resmî görüşmeler 13 Kasım 1698’de İngiliz elçisi Paget’nin nutkuyla başladı. Avusturya heyetinin yanında Lehistan, Venedik ve Rusya temsilcilerinin katıldığı müzakerelerde Rus elçisi Türk taleplerini kabul etmek konusunda yetkisi olmadığını belirttiğinden Rusya ile ateşkes antlaşması yapılır, akabinde diğer devletlerle 26 Ocak 1699’da muahede imzalanır. Rusya ile bilahare İstanbul’da yapılan görüşmeler sonucunda antlaşma imzalanır (15 Temmuz 1700). Bu süreçte, resmî görüşmeler öncesinde, barışın hangi esaslar dâhilinde yapılacağının protokole bağlanması (Edirne Protokolü, 27 Ocak 1698), barış müzakerelerinin yapılacağı Karlofça’ya gelindiğinde görüşme çadırını kimin kuracağı, çadırın kapıları vb. dâhil protokol tartışmaları da epeyce zaman almıştır. Antlaşmanın Avusturya ile ilgili kısmı yirmi maddelik olup Osmanlılar, Temeşvar hariç Erdel ve Macaristan’daki Habsburg egemenliğini kabul ettiler. Belgrad Osmanlılarda kaldı. Antlaşmada sınırların belirlenmesi dışında, çete faaliyetlerinin karşılıklı olarak yasaklanması, Osmanlı topraklarında yaşayan katoliklerin din özgürlüğü, kiliselerin tamirine izin verilmesi, her iki ülke tüccarlarının karşılıklı olarak serbestçe ticaret yapmaları, savaş esirlerinin makul fidyelerle serbest bırakılması, iki devlet arasında elçilerin teatisi, uygulamada çıkacak anlaşmazlıkların komisyonlar marifetiyle çözümü gibi hususlar da yer almıştır. Venedik’le ilgili kısım 16 maddelik olup Mora ve Dalmaçya Venedik’e bırakıldı. Sınırlarda yeni kale yapılmaması ve savaş öncesinde yapılmış ticarî ahidnâmelerin yine geçerli olması gibi hususlar da antlaşmada yer aldı. Lehistan ile aktedilen kısım on bir madde olup Kamaniçe ve Podolya Lehistan’a bırakıldı. Kırım Hanlığından vaki olabilecek akınlar yasaklandı ve Lehistan’ın Kırım Hanına ödediği vergi kaldırıldı. Karlofça’dan sonra 1700 yılında Ruslarla imzalanan İstanbul Antlaşması neticesinde ise Ruslar da Azak’ı zaptedip Karadeniz’e ulaşmışlardır. On dört maddelik bu antlaşmada karşılıklı akın ve tecavüzlerin yasaklanması, Rus hükümetinin İstanbul’da kapı kethüdası unvanlı bir küçük elçi bulundurması gibi hususlar da yer aldı. Özetle, XVII. yüzyılın sonunda Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarının mühim bir kısmını kaybetmiş, bu ise psikolojik açıdan hem Osmanlılarda hem de Hıristiyan dünyasında önemli sonuçlar doğurmuştur. Öte yandan zorunlu bir barış döneminin gelişi, Osmanlı yönetim anlayışı ve pratiği bakımından yeni arayışların kapısını aralamıştır.