OSMANLI DİPLOMASİSİ - Ünite 3: Klasik Dönem Osmanlı Diplomasisi (1299-1606) Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: Klasik Dönem Osmanlı Diplomasisi (1299-1606)
Diplomasinin Kurumsal Temelleri
Osmanlıların elçi kabullerinde sultanın mutlak hâkimiyetini vurgulaması açısından Batı’ya göre daha ağır ve ciddi bir hava vardır. Osmanlı diplomasisi açısından İslam hukukunun kavramları ve ilkeleri temel önem taşıyordu. Buna göre ülkeler üç kategoride toplanmaktaydı: Darü’l-İslam yani şeriatın hüküm sürdüğü İslam toprakları, Darü’l-harb yani gayrimüslimlerin yönetimi altında bulunan ve cihada açık ülkeler ve Darü’s- sulh yani tâbi devletler ve diğer haraç ödeyen ülkeler.
Adalet ve Ahde Vefa
İslam dini gerek insanlar arası gerekse toplumlar arası ilişkilerde adalet ve ahde vefa ilkelerine temel bir önem atfeder. “Adalet” ilkesi, kişiye nasıl davranılıyorsa onun da o şekilde karşılık vermesi şeklinde yorumlamadığından devletlerarası ilişkilerde de, “mukabele bi’l-misl” (aynıyla karşılık verme) ilkesiyle aynıdır. Yine devletlerarası ilişkilerde barışın devamı için “ahde vefa” prensibi temel alınır. Sözünde durmak, yapılan antlaşmalara riayet etmek dinî bir gereklilik olarak kabul edilmiştir.
Savaşın Zorunlu Olduğu Haller
İslam’a göre devletlerarası ilişkilerin esası barıştır ama belirli şartlarda savaşa izin verilir, hatta farz derecesinde kabul edildiği haller de vardır.
Cihadın illet ve sebebi düşmanın fiilen İslam’a ve Müslümanlara karşı savaş ve tecavüzdür. XII. yüzyılda Şam’da yazılmış olan Bahrü’l-Fevaid adlı eserde “saldıran düşmanı uzaklaştırmaya” cihat (farz-ı ayın), “uzaktaki düşman üzerine muhtelif sebeplerle yürümeye” gazâ (farz- ı kifaye) denir.
Devletlerarası ilişkilerde savaşın meşrulaştırılması cihat/gazâ kavramları temelinde yapılmaktaydı. Gazâ veya cihat kavramlarının hiç şüphesiz savaş, muharebe dışında da anlamları vardır. Nefisle mücadele, nefsi terbiye anlamının yanında, ilim, bayındırlık ve imar hareketleri de bu çerçevede değerlendirilmiş ve cihad-ı ekber sayılmıştır. Beyliğin büyük bir cihan devletine dönüşme sürecinde bu kavram doğal olarak daha incelmiş bir muhteva kazanmış ve İstanbul Fatihinin ifadesiyle kılıçla yapılan savaş küçük cihad ( cihad-ı asgar ) olarak tavsif edilirken gerçek savaşın veya büyük cihadın ( cihad-ı ekber ) ilim, imar ve bayındırlık alanında yapılan hamleler olduğu anlayışına varılmıştır.
Osmanlılar sadece kâfir devletlerle savaşlarını değil Müslüman devletler ve beyliklerle savaşlarını da gazâ ilkesiyle meşrulaştırmaktaydı. Bu tür savaşları Osmanlılar “mâni-yi gazâ” ile savaşmanın da gazâ olduğu şeklinde dinî bir argümanla haklılaştırmaktaydılar. Yani Osmanlılar, bu devlet ve beylikleri, kendilerinin Balkanlardaki gazâ faaliyetine ayak bağı olmakla suçlamaktaydılar.
İstimâlet ve Gayrimüslimlerle Dostluk İlişkileri
Osmanlılar özellikle gayrimüslim topluluklara karşı istimâlet denilen bir ilkeyi de uyguladılar. “kendine meylettirmek” anlamına gelen bu kelimenin terim manası, insanların gönüllerini kazanarak kendi hâkimiyetini kurmaktır. Bu bağlamda bazı gayrimüslim devletlere karşı diğerleriyle yakın ilişkiler kurulmuştur.
Diplomasinin Kurumsal Boyutu
Devlet Politikasının Belirlendiği Kurum: Divan-ı Hümayun
Devletlerle kurulan ilişkiler Divan-ı Hümayun’da karara bağlanır ve oradan çıkan izinle (İcazetnâme-i Hümayun) devletler hukuku alanında bugünkü anlamda “tanıma” gerçekleşmiş olurdu.
Divan-ı Hümayun’un dış ilişkiler bakımından rolü ve işlevi şu noktalarda toplanmaktadır:
- Bir devletle siyasî ilişki kurulması Divan’da karara bağlanmakta, oradan çıkan bir “icazet-i hümayun” ile hukukî anlamda tanıma gerçekleştirilmekteydi.
- Osmanlı ülkesine gelen yabancı elçilerin ülkede güvenlik içinde seyahat edebilmeleri için alınması gereken tedbirler burada görüşülüp karara bağlanırdı.
- Gelen elçilere, geldikleri ülkeye verilen önem ve değer doğrultusunda takınılacak tutum bu çerçevede nasıl bir protokole tabi tutulacakları Divan tarafından belirlenirdi.
Elçilikler ve Elçiler
Yabancı ülke elçileri Osmanlı topraklarına girdikleri andan itibaren İslamî eman telakkisine göre misafir kabul edilir, can güvenlikleri, her türlü iaşe ve ibateleri devletçe karşılanırdı. Ancak Osmanlı Devleti’nin, savaş ilan ettiği devletlerin elçilerini hapsetmesi olağan bir uygulamaydı. Bunun yanında fiilen savaşta olmasa bile barış antlaşması olmayan ülkelerin elçilerine de benzer bir muamele yapılmaktaydı. İstanbul’da ilk daimî elçilik fetihten bir yıl sonra Venedik tarafından kurulmuş, onu 1475’te Lehistan, 1497’de Rusya, 1525’te Fransa, 1528’de Avusturya, 1583’te İngiltere’nin açtığı elçilikler izlemiştir. Osmanlıların, III. Selim devrine kadar yabancı ülkelerde daimî elçilik açmadığı bilinmektedir. Bu uygulama 1806 yılına kadar sürecektir.
Elçi Kabulü
Yabancı ülkelerden gelen elçilerin ve maiyetlerinin Osmanlı ülkesine girişinden itibaren İstanbul’a giden güzergâhtaki ihtiyaçları için yetkili ve görevlilere hükümler yazılır, elçiye uygun bir mihmandar tayin edilirdi. İstanbul’da Çemberlitaş’ta bulunan Elçi Hanı uzun yıllar yabancı elçilerin ikametgâhı olarak kullanılmıştır.
Elçi İstanbul tarafında kalıyorsa konağına, Galata’dan geliyorsa Bahçekapı’da iskeleye geceden atlar gönderilir, o da maiyetiyle birlikte Alay Köşkü önünden geçerek güneşin doğması sırasında, eğer İran, Özbek ve Fas gibi Müslüman bir ülkenin elçisi ise sabah namazını Ayasofya Camii’nde kıldıktan sonra Bâb-ı Hümayun’a gelirdi. Karşılama merasiminin ardından elçi Orta Kapı’ya, burada Fetih sûresinin okunması ve diğer olağan törenin yapılmasından sonra ikinci Avlu’dan Divan-ı Hümayun’a getirilir ve Müslüman veya Hıristiyan olmasına göre kendisi için hazırlanan yere oturtulurdu. Batılı elçilerin iskemleye, İran elçisinin mindere oturduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır. Elçiye hatırı sorulduktan sonra normal divan toplantısı yapılır, sonunda yemek yenilirdi. Yemekten sonra elçi ve maiyetine Bâbüssaâde’de kürkler ve hil’atler giydirilirdi.
XVI. yüzyılda elçi kabulünde önce gün belirlenirdi. Elçi saraya geldiğinde kapıcıbaşılar ve padişahın kulları tarafından karşılanırdı. Bunlar elçiyi iki avludan geçirerek Arz odasına ulaştırırlardı. Vezir-i azam elçiyi karşılar ve tahta doğru götürür, yastık ve minderlerden oluşan sedirde [tahtta] oturan padişah ayağa kalkarak öpmesi için sefire elini uzatırdı; sonra tekrar oturarak elçiyi, eğer bir Hıristiyan kıralı tarafından gönderilmiş ise kırmızı kadife döşeli bir koltuğa oturturdu. Elçi taşıdığı mektupları takdim edince padişah bunları bizzat eliyle alıp açar, sonra yüksek sesle okuması ve harfiyyen Türkçeye tercümesi için baştercümana verirdi. Bu törenden sonra elçi ile birlikte gelmiş olanlar koltuk altından padişahın huzuruna girip el öperler ve sonra arkalarına dönmeksizin geri geri giderlerdi. Bundan sonra padişah da çekilip gider ve elçiyi de yalnız bırakırdı.
Osmanlı Elçilerinin Başka Ülkeleri Ziyaretleri
Osmanlı diplomatik temsilcileri küçük-büyük pek çok Avrupa başkentini ziyaret etmişlerdir. Osmanlı elçileri Müslüman Anadolu beylikleri, Memluklular, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler vb. devletlere de cülus haberi vermek, fetihname iletmek, ittifak kurmak, barış yapmak vb. çeşitli vesilelerle gitmişlerdir. Anlaşmazlık dönemlerinde elçi teatileri de olmuştur. Mesela 1433’de Karamanlıları cezalandırmak üzere II. Murad hareket geçince Karamanlılar özür için Mevlana Hamza’yı göndermiş, karşılığında Osmanlılar Behçetü’t- tevarih yazarı Şükrullah’ı elçi göndermiştir. Diğer beylik elçileri de Osmanlı hükümdarlarına beylerinin mektuplarını veya taleplerini iletmiştir. Mesela Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın Osmanlılarla dünür olma isteğini Sultan I. Murad’a bildirmek üzere dönemin tanınmış ulemasından İshak Fakih görevlendirilir. Osmanlı sultanının huzuruna, bakımlı atlardan ve Denizli’nin ak âlemli bezlerinden oluşan zengin hediyelerle çıkan İshak Fakih: “Kızımızı oğlun Bayezid Han’a alın. Kızımıza birkaç parça hisar verelim. Cıhazına (çeyizine) tutsun.” sözleriyle Süleyman Şah’ın dünürlük teklifini iletir. Sultan Murad bu teklifi değerlendirip kabul eder.
Ahidnameler
Ahidname, hükümdarların emriyle bazı devlet, zümre ve kişilere özel haklar tanınmak üzere düzenlenen hukukî belgedir. Sözlüklerde “muahede” veya “antlaşma kâğıdı” gibi kısa tanımlar yanında “antlaşma şartlarını ve iki tarafın imzasını taşıyan kâğıt” biçiminde de tanımlanır. Ahidnameler yeni başa geçen hükümdarın selefi zamanındaki barışın yenilenmesi, bir savaş sonrası yapılan barış, ticarî imtiyazlar verilmesi gibi sebeplerle bahşedilirdi. Hangi tip olursa olsun ahidnamenin sonunda şartlara sadık kalınacağına dair yemin edilir. Barış ahidnamelerinde şartlar özel durumlara göre tespit edilmekle birlikte genellikle sınırlar belirtilir, dinî konulara ve ticarî imtiyazlara dair hususlar açıklığa kavuşturulurdu. Ticarî nitelikteki ahidnameler ise müste’min adı verilen ahidnameli devletler tebaasına Osmanlı topraklarıyla kara sularında seyrüsefer, ikamet ve ticaretleri sırasında tanınan haklar ile tâbi olacakları şartları içermekteydi. Osmanlılar, Anadolu Selçukluları, Bizans ve Memlukların Yakın Doğu ticaretinin canlılığını korumak için daha önceden Cenevizliler ve Venediklilere verdikleri ayrıcalıkları yenilemişler, XVI. yüzyıldan itibaren Fransa (1536), İngiltere (1580) gibi ülkelere de benzer haklar tanımışlardır.
Yabancı Hükümdarlarla Mektuplaşma
Osmanlı hükümdarlarının yabancı hükümdarlara gönderdiği mektuplara name-i hümayun denirdi. Elçilerin en önemli görevlerinden biri de bu mektupları iletmek olduğundan Osmanlı hükümdarlarının yabancı hükümdarlarla mektuplaşmaları dönemin diplomasisinin en önemli araçlarından birisidir. Mektuplarda kullanılan dil, muhataba hitap tarzı vb. hususların diplomatik anlamı vardı. Mesela, Yıldırım Bayezid ile Timur aralarındaki mektuplaşma ile savaş için birbirlerini tahrik etmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’i savaş meydanına çekmek için yazdığı tahrik edici mektuplar ve beraberinde gönderdiği eşyalar da dikkat çekicidir. Mısır seferi öncesinde Memluk Sultanı Kansu Gavri’ye yazdığı mektuplarda, “sen benim pederimsin” diyerek hürmetkâr bir dil kullanan Yavuz, onu seferin Mısır üzerine olmadığına ikna etmeye çalışıyordu.
Gayrimüslim Devletlerle İlişkiler
Osmanlılar kuruluş aşamasında İslâm hukukunun temel ilkelerini esas almakla birlikte çevrelerindeki Bizans tekfurlarıyla çoğunlukla dostluk ilişkileri içinde olmuş bazen de çatışmaya girerek etki alanlarını genişletmişlerdir. Burada kullanılan temel kavram müdârâ’dır. Kelime anlamı, görünüşte de olsa dostça geçinmektir. Bunun yanında Balkan ülkelerine karşı güdülen istimalet (gönül kazanma) siyasetleri Osmanlıların kuruluş dönemindeki fetih politikalarının en temel ilkeleri olarak görülmektedir.
Bizans ile İlişkiler
Osmanlı Beyliği’nin devletleşmeye geçiş sürecinde diğer beyliklere göre daha başarılı olmasının nedenleri arasında, gerek Anadolu gerekse Balkanlardaki siyasî parçalanmışlık ortamından ustaca istifade etmek için siyasî ve diplomatik yol ve yöntemleri beceriyle kullanmaları önemle belirtilmesi gereken bir husustur. Bu bağlamda Rumeli’ye geçişte şu araçlar kullanıldı: Bizans’taki taht kavgaları ve Bizans’tan ve Balkanlardaki hanedanlardan kız almak. Bu doğrultuda Osmanlılar fetihlerde Balkanlardaki parçalanmış siyasi yapıdan ve devletlerin taht meselelerine de müdahil olmuştur
Bizans’ın Osmanlı Taht Kavgalarını Kullanması
Nasıl ki Osmanlı’lar Bizans’taki taht veraseti meselesini kendi çıkarları için kullanıyor ise aynı şekilde de Bizans da Osmanlı taht kavgalarından yararlanmaya çalışmıştır. Fetret devrinden sonra da Bizans kendisine sığınan taht iddiacısı şehzadeleri Osmanlı Devleti’ne karşı bir koz olarak kullanmaya devam etmiştir.
Balkanlarda Haçlılara Karşı Savaş ve Diplomasi
Osmanlıların Balkanlardaki siyasî rakipleri devrin anlayışına uygun olarak dini bir diplomatik ve siyasî araç olarak kullandılar. Osmanlılara karşı Balkan devletleri Batılı güçlerin desteğini alarak Haçlı ittifakı oluşturma siyaseti gütmüşlerdir. Osmanlılar, gerek hükümdar cüluslarındaki kritik dönemi atlatmak gerekse planladıkları bir harekât öncesinde rakipleri arasında ittifak kurulmasını önlemek için barış antlaşması yapma siyasetini de geniş biçimde uygulamışlardır.
Diğer Devletlerle İlişkiler
Osmanlıda ilk elçiliği açan Venedikliler balyos ismiyle daimî elçi bulundururlardı. Macarlarla olan ilişkiler hemen her zaman düşmanca geçmiş, bu devlet Avrupa kıtasında Osmanlılar aleyhine açılan bütün seferlerde önayak olmuş ve bu tarzdaki hareketi 1503 senesindeki geçici barış müstesna olmak üzere yıkılışına kadar devam etmiştir. Osmanlı-Fransız ilişkilerinin kurulması XVI. yüzyılda bir dünya gücü haline gelen İmparatorluğun Avrupa içi dengelerdeki rolünü göstermesi bakımından önemli bir gelişmedir. Bu dönemde, taht değişikliklerine müdahaleden dinî meselelere kadar pek çok etken siyasî mücadele aracı olarak kullanılmıştır. Bunlara ek olarak Avusturya ile 1547’de yapılan barış antlaşması, İspanya kralına eman-ı şerif verilmesi gibi etkinlikleri görmekteyiz.
Osmanlıların diğer ülkelere elçiler gönderme sebepleri şöyle sıralanabilir:
- Barış antlaşması
- Zaferi haber vermek
- Cülus haberi vermek
- Yabancı hükümdarların taç giyme törenleri
- Kız istemek, gelin getirmek
- Hediye götürmek ve diğer çeşitli vesileler
XVI. Yüzyılda Avrupa Siyaseti ve Osmanlılar
XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, Osmanlı Devleti fiilen Avrupa devletler sisteminin bir parçası haline gelmiş, Avrupalı devletleri de, Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi aralarındaki güç mücadelelerinde önemli bir aktör olarak görmeye başlamışlardır. Bunun temel sebepleri:
- Avrupa’da feodalizmin çöküşüyle beraber laik temellere dayalı millî monarşilerin ortaya çıkışı ve Protestanlığın ortaya çıkışıyla Osmanlı devleti ile işbirliği yapan devletlerin ortaya çıkışı
- Avrupa’da ticarî kapitalizmin yükselmesi sürecinde yararlanmak isteyen Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi ülkelerin, Osmanlılarla ilişkilerini geliştirme ihtiyacı duyması
Bu doğrultuda Osmanlı bazı devletlere ticari konularda imtiyazlar vermiş ve devletlerin kendi aralarındaki çatışmalarından yararlanarak güç dengesini kendi lehine çevirmeye çalışmıştır.
Müslüman Devlet ve Beyliklerle İlişkiler
Taht Kavgalarına Müdahale
Osmanlılar başta Karesi Beyliği olmak üzere, Hamitoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları, Eretna ve Karamanoğlu Beylikleri ile de çok çeşitli ilişkileri olmuştur. Özellikle Karamanoğulları ile ciddi çekişmeler yaşanmıştır. Bu beyliklerden bazıları savaşla, bazıları parayla, bazısı ise çeyiz olarak alınmıştır.
II. Murad’ın İlhak Siyaseti
Fetret devrinden sonra I. Mehmed ve II. Murad’ın ilk yıllarında Rumeli emniyet altına alındıktan sonra Batı Anadolu beyliklerinin ilhakına girişmiş, Karamanoğullarının taht çekişmelerini ve onlarla akrabalık ilişkilerini kullanarak Anadolu egemenliğini pekiştirmeye çalışmıştır.
Müslüman Beyliklerle İlişkilerde Ulemanın Rolü
Diğer Beylikler gibi Osmanlılar da ulemadan diplomasi alanında faydalanma yoluna gitmiştir. Ulemanın bu alanda tercih edilmesinde ulemanın hem yöneticiler katında hem de toplumdaki saygınlığının rolü olmuştur. Mesela, kaynaklarda Çelebi Mehmed döneminde karşılıklı gidip gelen bir elçi ismi yer almamakla birlikte, Karamanlı âlimlerden Kadı (Kara) Mürsel’in, Osmanlılar ile Karamanoğulları arasındaki anlaşmazlıkların çözümü için arabuluculuk görevine hazır olduğunu Karaman hükümdarı Mehmed Bey’e ilettiği nakledilmektedir. Yine II. Murad, 1433 yılında Karamanlılar üzerine yürüyüp, Karamanoğlu İsa Bey’i hükümdar ilan ettiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin önünden kaçan ve takip edileceğini anlayan II. İbrahim Bey, mütecaviz tutumundan dolayı özür dilemek ve barış teklifinde bulunmak maksadıyla Mevlânâ Hamza’yı, Osmanlı hükümdarına murahhas olarak göndermiştir.
Diğer Müslüman Devletlerle İlişkiler
Osmanlılar kuruluştan itibaren ve özellikle I. Bayezid devrinden sonra kendi güçlerini İslam dünyasında duyurma amacıyla, cülus, fetih vb. vesileleri kullanarak elçiler ve mektuplar göndermişlerdir.
Asya kıtasında Şiî İran ile münasebetler çoğu zaman hasmâne olmuş ve buna karşılık İran’ın doğusundaki sünnî devletlerle de bu bağ manevî dostluk içinde geçmişti. Hint Müslüman devletleri tarafından zaman zaman İstanbul’a gönderilen elçiler aracılığıyla bu büyük Türk ve Müslüman devletiyle münasebetler devam ettirilmiş ve aradaki dostluğun devamı temin olunmuştu. Kuzey Afrika’daki Fas Devleti de diğer Müslüman devletler gibi zaman zaman elçi göndermeyi ihmal etmemiş ve hattâ bazen Portekizlilere karşı yardım bile istemişlerdir.
Osmanlı-Safevî ilişkilerinde siyasî çıkar çatışması dinî mezhebî ihtilaf yüzünden daha da derinleşmiş, uzun bir savaş hali döneminden sonra ancak 1555 Amasya Antlaşması ile barış yapılmıştır. Osmanlı-İran siyasî ilişkilerinde birbirlerinin içindeki taht kavgalarına karışma boyutu da önemli bir yer tutmuştur.