OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI - Ünite 3: Ordu Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Ordu

Giriş

Osmanlı devleti, 1354’te Gelibolu’ya geçişin ardından Balkanlarda hızla yayılmış ve güçlü bir devlet hâline gelmişti. 1453’te İstanbul’un fethi ile bu devlet cihanşümûl bir imparatorluk hâline geldi. Bu gelişme ve genişleme, öncelikle güçlü ve iyi organize edilmiş bir ordu sâyesinde mümkün olmuştu.

İlk Dönem Osmanlı Ordusu

Osmanlılar ilk yayılma sürecinde genellikle gazâ ve cihâd anlayışını benimsemiş bir fetihler politikası izlediler. Bu politika, düzenli ve sürekli silâh altında tutulan muntazam (muvazzaf) bir orduya dayanılarak değil, sefer sırasında toplanan, Osman Bey ve oğulları etrafında kümelenmiş bulunan aşiretlerin eli silâh tutan insanlarının oluşturduğu bir askerî güçle sürdürülmüştü.

Bu orduya Âşık Paşa-zâde’nin gâziyân-ı Rûm (Anadolu gâzîleri), ahîyân-ı Rûm (Anadolu Ahîleri), bâciyân-ı Rûm (Anadolu bacıları) ve abdâlân-ı Rûm (Anadolu abdalları) şeklinde açıklar. M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı ünlü eserinde, bu dört zümreyi etraflıca incelemiş ve bunların benzerlerinin Osmanlı öncesi Türk ve İslâm devletlerinde de yaygın olarak bulunduğunu ortaya koymuştur.

Bu zümreler, hiç şüphesiz dağınık ve belirli bir disiplinden yoksun gruplardı. Bu sebeple, fetihlerin sistemli bir şekilde sürdürülebilmesi için düzenli askerî birliklere ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, kapıkulu ve timarlı sipâhi ordusunun kurulmasına kadar yaya ve müsellem adıyla bilinen askerî birliklerce karşılanacaktır.

İlk birliklerin, ilk dönem vezirlerinden Alâeddin Paşa ile Çandarlı Kara Halil Paşa’nın gayretleri sonucu kurulduğunu belirtirler. Yayalar, isimlerinden de anlaşılacağı üzere piyâde birliklerdi. Başlarında yayabaşı veyâ çeribaşı adlı bir komutan bulunmakta ve onbaşı, yüzbaşı, binbaşı gibi rütbeler taşıyan daha alt seviyede komutanlar tarafından yönetilmekte idiler. Müsellemler ise, sipâhi, yâni atlı birliklerdi.

Biner kişilik yaya ve atlı birliklerden oluşan yaya ve müsellemler, sefer ve savaş sırasında günlük 2 akçe ücret almakta idiler. Barış zamanlarında ise, kendilerine tahsis edilen yaya ve müsellem çiftliklerinde tarımla uğraşırlardı.

Yaya ve müsellemler birer askerî güç olarak XV. yüzyılın ortalarına kadar kullanıldılar. Ancak bu dönem, Yeniçeri Ocağı’nın ve timar ordusunun da şekillenip teşkilâtlandığı dönemdir. Bu süreçte, yeniçeri ve timar ordusu güçlendikçe, yayalar ve müsellemler geri plânda kalmışlar; savaşlara aktif bir şekilde katılmak yerine, geri hizmeti elemanları olarak yol yapımı ve tâmiri, köprü kurulması, kale inşaatı, hendek kazılması ve mâden işletmeleri gibi işlerde çalıştırılmaya başlanmıştır. Tamâmen ortadan kaldırılmaları ise XVI. yüzyılın sonlarını bulacaktır.

Klâsik Osmanlı Ordusu

Klâsik Osmanlı ordusunu, merkez ve taşra (veyâ eyâlet) kuvvetleri olarak ikiye ayırılır. Merkez kuvvetleri, kapıkulu ordusu olarak da bilinir.

Kapıkulu Ordusu

Bir ismi de kapıkulu ordusu olan Osmanlı merkez kuvvetleri, sürekli silâh altında tutulan (muvazzaf) bir ordu idi. Kapıkulu ordusu, Selçukluların hassa ordusu örnek alınarak kurulmuştu.

Kapıkulu ordusu, Balkanlara geçişin ardından hızlanıp genişleyen fetihler dolayısıyla artan asker ihtiyâcını karşılamak amacıyla kurulmuştu.

Kapıkulu ordusunun gerçek anlamda Sultan I. Murad döneminde, ulemâdan Konyalı Molla Rüstem’in tavsiyesi ve vezir Çandarlı Kara Halil Paşa’nın gayretleriyle kurulduğunu belirtirler.

Bu ordu, temelde iki büyük ocaktan oluşmaktaydı: Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı.

Acemi Ocağı

Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı’na asker temin etmek üzere kurulmuştu. Ocak ilk defa Gelibolu fâtihi Şehzâde Süleyman tarafından kurulup teşkilâtlandırılmıştır. Gelibolu Acemi Ocağı, sekiz bölükten oluşmakta idi. Başında Acemi Ocağı ağası adlı bir âmirin bulunduğu ocağın asker ihtiyâcı, şu dört kaynaktan karşılanmıştır:

  1. Savaşlarda elde edilen Hıristiyan esirler,
  2. Devşirme sistemi çerçevesinde toplanan gayr-i müslim çocukları,
  3. Kapıkulu ordusu mensuplarının çocukları (kul oğulları),
  4. Esir pazarlarından satın alınan köleler.

Savaşlarda esir alınan Hıristiyan gençler, Anadolu’daki Türk çiftçi ailelerinin yanına gönderildiler. Bu ailelerin yanında Türk-İslâm geleneklerine göre yetiştirildiler; hem müslüman oldular, hem Türkçe öğrendiler. Bu süre 3 ilâ 8 sene arasında değişmekteydi. Daha sonra Acemi Ocağı’na alınan bu gençlere gündelik 1 akçe ücret ödenirdi. Acemi oğlanlar da denen geleceğin yeniçerisi bu gençler, sâdece askerî eğitim almakla kalmazlar, bu dönemde çeşitli îmâlathânelerde, devlet gemilerinde, odun ambarlarında, hasta odalarında; hattâ câmi, medrese, saray, hastâne, çeşme, köprü; hânedan mensupları, vezirler ve yeniçeri ağası tarafından yaptırılan binâ inşaatlarında çalışırlardı.

Acemi Ocağı’nda yeterince kalan ve eğitimleri yeterli görülenler, buradan günlük 2 akçe ücretle Yeniçeri Ocağı’na nakledilirlerdi. Acemi Ocağı’nın eleman kaynaklarından bir diğeri olan devşirme sistemi ise, savaş esirlerinin ihtiyâcı karşılamaması dolayısıyla uygulamaya sokulmuştu.

Devşirme konusunda yeniçeri ağası yetkiliydi. dîvâna başvururak devşirilmesi gereken miktarı bildirir, dîvân ise kanun gereğince ferman çıkarır, devşirme yapılacak bölgeleri belirler ve bu iş için memurlar tâyin ederdi. Görevlendirilen memur, 8 ilâ 18 yaş arasındaki gençlerden uygun olanları seçerdi. Sâdece bir oğlu bulunan âilelerin çocuğu alınmazdı. Birden fazla oğlu bulunanların çocuklarının ise, en gürbüzü, asker olmaya en elverişlisi seçilirdi. Devşirilen çocuğun iyi bir âileye mensup, orta veya uzun boylu olmasına dikkat edilirdi; kısa boylu, köse ve sanat erbâbı olanlarla şehir hayâtı yaşayanlar tercih edilmezdi. Gayr-i müslimlerden Yahûdî âilelerin çocukları devşirilmezdi.

Acemi Ocağı’nın eleman kaynaklarından birisi de kul oğulları idi. Bunlar, kapıkulu ordusu mensuplarının çocukları idiler. Kapıkulu mensupları köle statüsündeydiler; dolayısıyla onların oğulları da aynı statüde sayılmışlardır. Bu çocukların askerliğe elverişli ve yetişkin olanları, Acemi Ocağı’na alınarak eğitilirlerdi. Genellikle 23 yaşına kadar süren bu eğitimi tamamlayanlar, be-dergâh (dergâha, Yeniçeri Ocağı’na geçmeye hazır) olarak Yeniçeri Ocağı’na kaydedilirlerdi.

Miktar bakımından çok olmasa da, Acemi Ocağı için köle pazarlarından da eleman temin edilmiştir.

Yeniçeri Ocağı

Yeniçeri Ocağı, 1363 yılında, Sultan I. Murad devrinde kurulmuştur. Ocak, ilk defa bin kişilik bir birlik olarak teşkil edilmişti.

II. Murad devrinde 3-4 bin civârında olan yeniçeri sayısı, Fâtih Sultan Mehmed devrinde 8-12 bin kişilik bir askerî kuvvet hâline getirildi. Kanûnî Sultan Süleyman devrinde sayıları 12-14 bin kişi arasında değişen yeniçeriler, XVI. yüzyılın sonlarına doğru 40 bin kişilik bir ordu hâline dönüştü. Sonraki devirlerde, timarlı sipâhilerin gözden düşmelerinin ardından, bu sayı yüzbinlere ulaştı. Ocağın ve ocak sisteminin iyi işlediği devirlerde çok sıkı bir eğitimden geçirilen yeniçeriler, zamanlarının harp âletlerini en iyi kullanacak şekilde yetiştirilirlerdi. Ok, yay, kılıç, balta, gürz ve benzeri silâhları kullanmada son derece usta idiler. Ocakta, muhtelif harp âletlerinin kullanımını öğretmek üzere tâlimhâne bulunuyordu. Burada kılıç kullanma, kabza tutma, ok atma ve benzeri bilgiler tâlim ediliyordu. XV. yüzyılın ortalarından îtibâren bu silâhlara tüfek de eklendi. Ateşli silâhları kullanmaları konusunda II. Bâyezid’in bilhassa gayret gösterdiği bilinir.

Yeniçeri Ocağı’nın en üst âmiri olan ocak ağasının Osmanlı protokolünde önemli bir yeri vardı. Kendisi bizzat padişaha bağlıydı. Yeniçeri ocağında, ağadan sonra, rütbe sırasıyla şu ağalar bulunuyorlardı: Ocak kethüdâsı veya kul kethüdâsı, zağarcıbaşı, saksoncubaşı, turnacıbaşı, baş-çavuş ve muhzır ağa. Ocakta yeniçeri ağası ve sekbanbaşından sonra en yetkili kişi yeniçeri efendisi de denen Yeniçeri Ocağı kâtibi idi. Yeniçeri Ocağı’nın kendisine mahsus bayrağı ve bandosu da mevcuttu. XIII. yüzyılda örneklerini bolca gördüğümüz her sanat ve meslek erbâbının bir pîre bağlanması geleneği, Yeniçeri Ocağı’nda da uygulanmış ve yeniçeriler

Bektâşî ocağına bağlanarak Hacı Bektâş-ı Velî’yi pîr edinmişlerdi.

Sâdece İslâm dünyâsının değil, Avrupa’nın da ilk dâimî ordusu olan yeniçerilerin asıl görevleri, pâdişâhı korumaktı. Bu sebeple, hâssa ordusu olarak da nitelendirilir. Bakanlar kurulu durumundaki dîvân toplantıları sırasında, dîvân üyelerini korumak da görevleri arasındaydı.

Yeniçeri Ocak Nizâmının Bozuluşu: Yeniçeriler, Osmanlı ordusu içinde önemli bir güç hâline geldikleri dönemden başlamak üzere, iktidarların belirlenmesinde etkili bir faktör olmuşlardı. Meselâ, Fâtih Sultan Mehmed’in vefâtının ardından oğulları Bâyezid ve Cem Sultan arasındaki saltanat kavgasında Bâyezid’in tarafını tutarak, onun başa geçmesini sağlamışlardı.

İktidâr değişmeleri sırasında talep olunan cülûs bahşişleri, pâdişahlarla yeniçeriler arasında sıkı pazarlıkların yaşanmasına yol açmıştı. Bu durum, XVII. yüzyılda ve tâkip eden asırlarda etkisini artırarak devam etti.

Kanûnî Sultan Süleyman devrine kadar Yeniçeri Ocağı’nın son derece disiplinli bir yapısının bulunduğunu biliyoruz. Disiplin ve yolsuzluk konusunda en küçük aksaklığa müsâmaha edilmediği gibi, yukarıda belirtilen yollardan geçmeyen kimselerin ocağa alınmasına da fırsat verilmemiştir. Ancak III. Murad devrinden îtibâren bu durum değişti. Ocağa askerlikle ilgisi bulunmayan kişiler alınmaya başlandı.

Ocak nizâmının bozulmasının önemli bir sebebi de, Osmanlı devlet adamları arasında sık sık yaşanan iktidar mücâdeleleri olmuştur.

XVI. yüzyılın son çeyreğinde etkili bir şekilde hissedilen ekonomik sıkıntılar da Yeniçeri Ocağı nizâmının bozulmasının sebepleri arasında gözükmektedir. Bu devirde Avrupayı alt-üst eden Amerikan gümüşü, Osmanlı piyâsasını da derinden etkilemiş, enflasyona ve fiyatların artmasına yol açmıştı. Osmanlı para birimi olan akçenin sürekli değer kaybederek alım gücünü yitirmesi, onları da etkilemişti. Maaşlarının bu tür akçelerle ödenmek istenmesi üzerine isyan eden yeniçeriler, defterdarla vezir-i âzamın kellesini istediler; istekleri yerine getirildi. Bu şekilde güçlerinin daha iyi farkına varan yeniçeriler, sonraki yüzyıllarda her isteklerini pâdişahlara kabul ettirmeyi başardılar.

Yeniçeri İsyanları: Bu tür direnişlerin ilk örneğini Fâtih Sultan Mehmed zamanında görüyoruz. Sultanla kuruluş döneminden beri sadâret makAmını ellerinde tutan Çandarlı âilesi arasındaki nüfuz mücâdelesi sırasında, pâdişâhın gençliğinden de faydalanan ve vezîr-i âzam tarafını tutan yeniçeriler, hizâya getirilmekle kalmadılar, Çandarlı âilesinin tasfiyesini de engelleyemediler. Ocağa çeki-düzen veren Fâtih, yeniçerileri devletin sınırlarını genişletme ve merkezî bir imparatorluk kurma yolunda etkili bir şekilde kullandı. Onu tâkip eden güçlü sultanlar döneminde, yeniçeriler ciddî direnişlere girişme cesâreti bulamadılar.

Yeniçeri isyanlarının, sonucu bakımından en korkuncu, Genç Osman adıyla da bilinen II. Osman (1618-1622) devrinde yaşandı. Genç sultan, yeniçerilerin gevşekliği sebebiyle, kuşatmış olduğu Hotin kalesini ele geçirememişti. II. Osman, devletin eski gücüne kavuşabilmesi için bâzı reformlar yapmaya karar verdi. Bunlar arasında Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yerine daha disiplinli bir ordu kurmak da bulunuyordu. Tecrübesizliği dolayısıyla fikirlerini çevresine açan sultan, durumdan haberdar olan yeniçerilerin isyânıyla karşılaştı. Sarayı basan yeniçeriler, aklî dengesi bozuk olan şehzâde (I.) Mustafa’yı tahta çıkardılar. Bu durum karşısında II. Osman, yeniçerilere sığınmak zorunda kaldı.

Yedikule zindanlarına götürülen II. Osman, burada katledildi.

IV. Murad, çok genç yaşta tahta çıkmıştı. İktidârının ilk yıllarında iki kere isyan eden yeniçeriler, ilk isyanlarında sultanı ayak dîvânına çağırmışlar ve isteklerini kabul etmediği takdirde kendisini tahttan indirmekle tehdit etmişlerdi. II. Osman’ın âkıbetini iyi bilen sultan, yeniçerilere boyun eğdi. İkinci isyan sırasında ise, pâdişâhın çok sevdiği kıymetli bir vezîr olan Hâfız Ahmed Paşa, sultanın gözleri önünde parçalandı.

IV. Mehmed (1648-1687) döneminde sık sık isyan ettiler.

Yeniçeri isyanları XVIII. yüzyılda da zaman zaman tekrarlandı. Bunların içinde en önemlisi, 1730 yılında yaşanan Patrona Halil isyânıdır.

Sultan III. Ahmed, isyancıları teskin etmek için, suçlanan devlet adamlarının ve Vezîr-i âzam Dâmad İbrâhim Paşa’nın idâmlarını emretti. Ancak isyânı sonlandırmak mümkün olmadı. İsyancılar sonunda III. Ahmed’i tahttan indirerek, yerine I. Mahmud’u geçirdiler.

III. Selim şehzâdeliği sırasında devlet işleriyle yakından ilgilenen, kötü gidişi durdurmak için neler yapılması gerektiği konusunda kafa yoran, bu konuda devrin Fransa kralı ile mektuplaşan III. Selim, çözümü geniş çaplı reformlar yapmakta bulmuştu. Halk da kendisinden büyük beklentiler içindeydi. Yeni sultan, Osmanlı reform hareketleri sırasında sık sık görüldüğü üzere, öncelikle ordunun reforma tâbi tutulmasını düşünüyordu. öncelikle nizâm-ı cedîd (yeni düzen) adıyla yeni bir ordu kurdu; bunun için yeni kışlalar yaptırdı. Kurulan ordunun Batı tarzı eğitimi için Fransa ve İsveç’ten subaylar getirtti; nizâm-ı cedîdin masraflarını karşılamak üzere, îrâd-ı cedîd (yeni gelirler) adıyla yeni bir fon oluşturdu. Bu arada, yeniçerileri disiplin altına almak için eğitim mecbûriyeti getirildi. Topçu, humbaracı, lağımcı va arabacı sınıflarında yeni düzenlemelere gidildi.

1807 yılına gelindiğinde, nizâm-ı cedîde muhâlefet iyice arttı. Yeni düzenden memnun olmayanlar, yeniçerilerin ve ulemânın da tahrikiyle harekete geçtiler; bir kısım halkın da katıldığı Kabakçı Mustafa isyanı adıyla bilinen isyan sonunda III. Selim tahttan indirildi; yerine IV. Mustafa (1807-1808) geçirildi.

IV. Mustafa’dan sonra tahta II. Mahmud, bir süre onların isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Fakat zamanla iktidârını güçlendirdi ve rakiplerini tasfiye etmeye başladı. 1826’ya gelindiğinde, II. Mahmud’un reformlarının karşısında hâlâ ciddî bir engel olarak duran Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması konusunda bütün tedbirler alınmış bulunuyordu.

Cebeci Ocağı

Osmanlı merkez ordusunun önemli bir birimi de Cebeci Ocağı idi. Cebe kelimesi zırh anlamına gelir. İki gruba ayrılan cebeciler, yeniçerilerin savaşlarda kullanacakları ok, yay, kalkan, kılıç, tüfenk, kazma, kürek, balta, barut, kurşun, fitil, zırh, tolga ve benzeri silâhların yapımı ve tâmiri işiyle görevliydiler. Sayıları 500-600 kişi arasında değişiyordu. Ocağın yönetiminden cebecibaşı sorumluydu. Cebecibaşının altında bir de ocak kethüdâsı mevcuttu.

Topçu Ocağı

Osmanlıların topu ilk defa 1389’da, I. Kosova Savaşı sırasında kullandıkları bilinir. Topçu Ocağı, topları dökenler ve onları kullananlar olmak üzere iki bölükten oluşuyordu. Ocağın yönetiminden topcubaşı ünvanlı bir komutan sorumluydu. Toplar, başkentteki top îmâlâthânelerinde dökülüp cepheye götürüldüğü gibi, ihtiyâca göre savaş sırasında cephede de dökülebilmekteydi. Avrupa yakasında İstanbul dışında Belgrad, Budin, İşkodra, Tameşvar gibi sınıra yakın şehirlerde top îmâlâthâneleri kurulmuştur. Anadolu yakasında ise Bilecik, Van ve Kiğı gibi şehirlerde îmâlâthâneler vardı. Top, Osmanlı ordusunda İstanbul’un fethi sırasında en etkili silâh olarak kullanıldı. Çaldıran (1514), Mercidâbık (1516), Ridâniye (1517) ve Mohaç (1526) meydan savaşlarında top, sonucu belirleyen silâh olmuştu. Avrupadaki bir çok kalenin fethi de top sâyesinde mümkün olmuştu.

Kapıkulu Sipâhileri

Bunlara altı bölük halkı da denir. Bu altı bölük, silâhdârlar, sipâh oğlanları, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garîbler ve sol garîblerden oluşuyordu. Kapıkulu sipâhileri, sarayın enderûn bölümü ile diğer saraylarda başarı gösterdikleri için terfî eden yeniçeriler arasından seçilirdi. Ocağa, ileri gelen devlet adamlarının çocukları ile kapıkulu mensuplarının çocukları da alınmıştır. Kapıkulu süvârileri, başlangıçta, sipâh ve silâhdâr adlarıyla kurulmuş iki bölükten ibâretti. Daha sonra, XV. yüzyılın ortalarında bunlara isimleri sayılan diğer dört bölük ilâve edildi. Görevleri, seferlerde pâdişâhın yanı başında bulunarak onun tuğ ve silâhlarını taşımak, güvenliğini sağlamaktan ibâretti. Statüleri yeniçerilerin üzerinde idi; onlardan daha fazla maaş almaktaydılar.

Humbaracı Ocağı

Ocağın ismi, demir ve tunçtan dökülmüş el-bombası demek olan humbara kelimesinden gelir. Teknik bir askerî sınıfı oluşturan ocak mensupları, dünyânın ilk havan topu sınıfı olarak da bilinir. Ocak mensupları, hem humbara dökmekte, hem de bunları savaşlar sırasında kullanmakta idiler. Humbaracı Ocağı, XVIII. yüzyılda, 1729’da Osmanlı devletine ilticâ ettikten sonra Ahmed adını alan Kont Bonneval ve Sadrâzam Osman Paşa’nın girişimleri sonucu geliştirilip yeniden düzenlendi. 1731’de ocağın ıslâh projesi hazırlanmış ve iki yıl sonra Üsküdar’da yeni bir Humbaracı Ocağı kurulmuştu. Ocak, Humbaracı Ahmed Paşa’nın çalışmalarıyla Osmanlı ordusunun en düzenli ve disiplinli askerî sınıfı hâline gelmişti. Ancak Yeniçeri Ocağı’nda görülen bozukluklar, Humbaracı Ocağı’nı da etkilemiştir. Ocak, II. Mahmud zamanında Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin kurulmasıyla resmen kaldırılmışsa da, bir süre daha varlığını sürdürmüş ve II. Abdülhamid döneminde tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Lağımcı Ocağı

Askerî literatürde lağım, tünel anlamına gelmektedir. Teknik bir sınıf olan Lağımcı Ocağı, bağımsız bir ocak olmaktan ziyâde, Yeniçeri Ocağı içinde faaliyet gösteren bir alt ocaktı. Temel görevi, savaşlarda, özellikle de kale kuşatmalarında tüneller kazmaktı. Bu tüneller, bâzan askerin kale surlarına yaklaşması, bâzan surların uçurulması, bâzan da içeriye kadar kazılmak sûretiyle kalenin içeriden ele geçirilmesi için kazılırdı. Lağımcı Ocağı’nın ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. Bununla birlikte, daha II. Murad döneminden beri Osmanlı ordularında lağımcıların bulunduğu bilinmektedir. 1792’de çıkarılan bir nizam-nâme ile aksaklıkların giderilmesine çalışılmıştır. 1826 yılında ise, Yeniçeri Ocağı ile birlikte Lağımcı Ocağı da kaldırıldı.

Top Arabacıları Ocağı

Kapıkulu ordusunun büyük çoğunluğu gibi, bu ocak mensupları da piyâde (yaya) birliklerdi. Görevleri, seferler sırasında Topçu Ocağı tarafından dökülen topları savaş alanlarına taşımaktı. Topçuların hizmet verdikleri yerlerde mutlaka top arabacılar da bulunurdu. İstanbul’da Ahırkapı’da ahırları mevcuttu. Arabacıbaşı tarafından idâre edilen ocakta ayrıca kethüdâ, baş-çavuş, kethüdâ yeri, ocak kâtibi, bölükbaşı, odabaşı ve halîfe unvanlı subaylar mevcuttu.

Timarlı Sipâhiler

Klâsik Osmanlı ordusu içinde eyâlet ordusu denince, öncelikle timarlı sipâhiler akla gelir.

XVII. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ordusunun en büyük kısmını oluşturan atlı askerlerdi. Taşrada oturan ve maaş yerine genellikle timar ve zeâmet adıyla anılan dirlikleri tasarruf eden timarlı sipâhiler, seferlere bulundukları bölgenin sancak-beyilerinin bayrakları altında katılırlardı. Böyle bir ordunun oluşturulmasında Osmanlıların Selçuklu döneminde uygulanan iktâ sistemini örnek aldıkları anlaşılıyor. Osmanlılar bu sistemi geliştirmişler, kullanışlı ve pratik bir sisteme dönüştürmüşlerdi.

Bu vergi birim alanlarına dirlik denmekte idi. Timar sistemine dâhil olan dirlikler üç kısma ayrılır: 1. Yıllık geliri 3 bin ilâ 20 bin akçe arasında değişen dirliklere timar, 2. Yıllık geliri 20 bin ilâ 100 bin akçe arasında değişen dirliklere ze’âmet, 3. Yıllık geliri 100 bin akçenin üzerinde olanlara ise has denilmiştir.

Timar alanları savaşlarda yararlık gösteren sipâhilere tahsis edilirdi. İkinci sırada yer alan zeâmetler, zaîm (çoğulu zu’amâ) denen kişiler tarafından tasarruf olunurlardı; bunlar çoğunlukla yörük beyleri, müsellem beyleri, defter kethüdâları, timar defterdarları, sancak-beyi ve beyler-beyilerin oğulları, kapıkulu mensupları arasında bulunan ve taşraya çıkmak isteyen çavuş, müteferrika ve dîvân kâtipleri gibi orta dereceli devlet memurlarıyla sipâhi subayları idiler. En büyük gelir dilimini oluşturan haslar ise, başta pâdişah olmak üzere, şehzâdeler, vezîr-i âzamlar, vezîrler, vâlide sultanlar, pâdişah kız kardeşleri ve kızları, beyler-beyiler, sancak-beyileri ve benzeri yüksek rütbeli devlet adamları tarafından tasarruf olunmaktaydı. Timar sistemine dâhil olan dirlikleri tasarruf edenler, kendi geçimlerini sağlamanın dışında, savaşlara katılmak üzere asker yetiştirmek zorunda idiler.

Timar sâhipleri, gelirlerinin ilk 3 bin akçesinden sonraki her 3 bin akçelik kısmı için yardımcı veya yamak denen bir cebelü; zeâmet ve has sâhipleri ise, her 5 bin akçe gelir için bir cebelü yetiştirmek ve bunları at ve silâhlarıyla birlikte savaşa hazır hâle getirmekle mükelleftiler.

Seferlere katılmayan sipâhilerin dirliklerinin ellerinden alınmasıyla kalınmaz, îdam edilmek sûretiyle cezâlandırılmaları da söz konusu olabilirdi. Timarlı sipâhiler, sancaklara taksim edilmişlerdi; dolayısıyla en büyük âmirleri sancak-beyileri idi. Diğer sipâhî komutanları ise, rütbelerinin derecesine göre alay-beyileri, çeribaşılar, bayrakdârlar ve çavuşlardı.

Akıncı Ocağı

Akıncılar, serhad denen sınır-boylarında bir taraftan düşman topraklarına yönelik faaliyet gösteren, diğer taraftan tecâvüzleri ve sızmaları önlemek sûretiyle sınırları koruyan hafif atlı birliklerdi.

Akıncıların başlıca görevleri, devlet ve ordu adına keşif yapmak; düşman ülkesi ve ordusu hakkında istihbârat toplamak; seferler sırasında düşman topraklarında Osmanlı ordusuna yol açmak; düşmanın pusu kurmasını önlemek; ordunun geçeceği yerlerdeki ürünleri korumak; düşman topraklarında esirler ele geçirerek bunlardan o bölgeyle ve askerî hareketlilikle ilgili bilgi toplamak; ordunun rahat geçişini sağlamak üzere nehirlerin uygun yerlerini tespit etmekti. Akıncılar, aynı zamanda düşmana yönelik psikolojik savaş da yürütürlerdi: Düzenledikleri ânî baskınlarla düşmanın moralini bozmak; askerî ve ekonomik kaynaklarını tahrip etmek ve ulaşım sistemlerini çökertmek gibi işler bu cümledendi. İşlerinin gereği olarak, bulundukları sınır boylarında, karşı tarafın dillerini, şehir ve kasabalarını çok iyi bilirlerdi. Seferler sırasında, Osmanlı ordusunun güvenli bir şekilde hareketini sağlamak üzere, en azından dört-beş günlük mesâfe önde giderlerdi. Savaşlara da fiilen katılırlardı.

Akıncılara devlet tarafından maaş ödenmezdi. İçlerinden kıdemli ve yararlık gösterenlere timar da verilirdi.

Akıncılar, doğrudan pâdişâhın şahsına bağlı düzenli birliklerdi.

Deliler

Serhad kulu da denen bu kuvvetler, isimlendirmeden de anlaşılacağı üzere, akıncılar gibi sınır boylarında faaliyet gösterirlerdi. Bu grup, çoğunlukta Türk soylulardan oluşuyordu. İri yarı cüsseleri, secâret ve kahramanlıkları ile tanınmışlardı. Düşmanın üzerine kor ve aklı başında insanların cesâret edemeyecekleri işlere fütursuzca girişmeleri dolayısıyla deliler ismiyle anılmışlardı. kusuzca saldırmaları,

Kale Muhâfızları

Çok geniş bir coğrafyaya yayılan ve sürekli savaş hâlinde bulunan Osmanlı devletinde sınırları korumak, buralarda güvenliği sağlamak ve düşman saldırılarını önlemek, en önemli askerî faaliyetlerdendi.

Sınır boylarında sürekli ikAmet edecek askerî birliklerin barınmalarını sağlayacak çok sayıda kale bulunmaktaydı. Bu tür kalelerde bulunan askerler, muhâfız (korucu, koruyucu) idiler. Bunlar tek bir sınıftan değil, bir kısmı yukarıda haklarında bilgi verilen askerî gruplardan seçilmiş olmak üzere yeniçeri, azeb, topçu, cebeci, lağımcı, martolos, tüfekçi, fârisân (süvâri-atlı) gibi farklı askerî meslek alanlarından seçilirlerdi.

Hafif piyâde (yaya) birlikler olan azebler (azeb: bekâr erkek), savaşlara da katılan, yeniçerilerin önünde yer alarak düşmana ilk saldırıyı gerçekleştiren askerlerdi. Anadolu’nun değişik yerlerinden gönüllülük esâsına göre seçilmiş, savaş kAbiliyeti yüksek, sağlıklı, güçlü ve bekâr Türk erkekleri idiler.

Masrafları ve iâşeleri ise, mensup oldukları bölge halkı tarafından karşılanırdı. Savaş dışı zamanlarda kalelerde muhâfız olarak görevlendirilirlerdi. Azebler, Osmanlı donanmasında da kullanılmışlardır. Kalelerde muhâfız olarak kullanılan fârisân (atlılar) ise, tıpkı akıncılar gibi, düşmana yönelik ânî baskınlar için kullanılan atlı kuvvetlerdi.

Kalelere yönelik ânî düşman saldırılarını önlemekle görevli serhad kulu denen atlı grupların ise bir kısmı gönüllü, bir kısmı her beş hâneden bir asker olarak seçilen birliklerdi. Bu sonuncular, beşliler olarak da bilinir ve beşli ağası denen bir subay tarafından idâre edilirlerdi.

Yardımcı Kuvvetler

Osmanlı devletinin doğrudan kendi ordusu dışında, seferler sırasında faydalandığı askerî kuvvetler de vardı. Bunlar, Osmanlılara bağlı Kırım Hanlığı; Eflâk (Romanya), Boğdan (Moldova) ve Erdel (Transilvanya) voyvodalıklarının askerî kuvvetleri idiler.

Ordu Geri Hizmeti Elemanları

Osmanlı ordusunda fiilen savaşanların dışında “geri hizmetleri” diyebileceğimiz hizmetleri gören unsurlar da bulunuyordu. Bunlar, ordunun seferler sırasında ihtiyaç duyduğu hizmet alanlarında çalışıyorlardı. Ordunun muhtelif ağırlıklarının, silâh ve cephânesinin taşınması; yol, köprü, menzil ve benzeri yapım işleri bunların vazifeleri idi. Bu tür işleri yapan unsarlar arasında başlıca tatarlar, yörükler, voynuklar, derbendciler, köprücüler, martoloslar, cerehorlar (veya serehorlar) bulunuyordu.

Tatarlar

Tatar, kelimesi ulak veya postacı anlamına gelir. Posta teşkilâtının bulunmadığı devirlerde, bu işi tatarlar yaparlardı

Yörükler

Yörük veya yürük kelimesi, Osmanlı döneminde göçebe Türkmenleri belirtmek üzere kullanılan bir ibâre olmanın yanı sıra, bulundukları bölgelerde kendilerine verilen askerî nitelikli işleri yerine getiren ve yine kökenleri çoğunlukla göçebe olan gruplar için de kullanılmıştır.

Voynuklar

Slavca bir kelime olan voynuk, asker anlamına gelmektedir. Bunlara, Balkanlarla ilgili Osmanlı belgelerinde voynak, voynuk, voynok, voynik, voyneyk imlâlarıyla yazılmış şekilde sık sık rastlanır. Vazifeleri, seferler sırasında ordunun at ve çayır ihtiyâcını karşılamaktı.

Derbendciler

Derbendciler, önemli geçit noktalarında kurulan ve bir çeşit polis veya jandarma karakolu niteliği taşıyan derbendlerde görevli kimselerdi. Bulundukları bölgelerdeki yolların ve geçitlerin güvenliği derbendciler tarafından sağlanırdı.

Köprücüler

Osmanlı ordusunda, seferler sırasında ordunun geçeceği yollar ve nehirler üzerinde köprüler yapmak; mevcut köprüleri onarmak ve korumakla görevli bir gruptu. Teknik bir sınıf olan köprücüler, bu işlerden anlayan her sosyal sınıftan seçilmiş insanlardı.

Martoloslar

Bunlar, ordu hizmetinde kullanılan Osmanlı tebeası fakat Müslüman olmayan kimselerdi. Martoloslar “doğrudan ordu hizmetinde çalışanlar” ve “bulundukları ülkede devlet adına hizmet görenler” olmak üzere iki gruba ayrılmakta idiler. Ordu hizmetinde çalışanlar, belli mevkilerin emniyetini sağlama, düşman bölgelerine akınlar yapma, düşmanın savunma sistemlerini bozma veya zayıflatma, keşif ve istihbârat toplama gibi işlerde kullanılıyorlardı. Bulundukları yerde devlet adına hizmet görenler ise, devletin kuruluş döneminden beri kullanılan kimselerdi. Bunlar, toprağın işlenmesi, iskân meselesi ve göçebelerin iskânı gibi işlerle ilgilenirlerdi.

Cerahorlar

Başlangıçta ordunun silâh ve muhtelif araç-gereçleriyle çadırlarını nakletmek üzere görevlendirilen cerahorlar, daha sonra askerî inşaatlarda işçi olarak kullanılmış bir sınıftı.

Osmanlı Deniz Kuvvetleri (Donanma)

Osmanlı devleti, başlangıçta küçük bir kara beyliği olması dolayısıyla deniz kuvvetlerine sâhip değildi. Fakat fetihlerin kısa sürede Marmara sâhillerine ulaşması, böyle bir gücün gerekliliğini kaçınılmaz kıldı. Orhan Bey devrinden îtibâren oluşturulmaya başlanan Osmanlı donanması, başta Karesi Beyliği olmak üzere, Batı Anadolu’da Ege bölgesine hâkim olan Saruhan, Aydın ve Menteşe beylikleri gibi diğer Türk beyliklerinin Osmanlılara katılmasıyla hızlı bir gelişme sürecine girdi. Osmanlılar, 1324’te Karamürsel’i fethetmek sûretiyle ilk defa denize ulaşmışlardı. 1327’de Karamürsel’de ilk tersânenin kurulmasıyla, müesseseleşme yoluna girildi. Osmanlı donanmasının ilk komutanı (Deryâ Beyi) Karamürsel Alp’tir. Donanmanın merkezi önce İzmit’e, ardından Gelibolu’nun fethiyle buraya taşındı. İstanbul’un fethinin ardından da merkez, İstanbul’da Kasımpaşa’ya nakledildi. Gelibolu, Osmanlıların hem Balkanlara, hem de denizlere açıldıkları ilk kapı olarak değerlendirilebilir.

Fâtih Sultan Mehmed, donanmanın güçlenmesine önem verdi. Mısır’ın fethinden hemen önce, Osmanlı denizcilerinin Memlûklü devletinin yardım talebi üzerine Kızıldeniz’de boy gösterdiğini biliyoruz. Yavuz Sultan Selim döneminde, Anadolu’dan çıkan Türk levendlerinin, daha sonra Ka nûnî devrinde (1534) Barbaros Hayreddin Paşa adıyla kaptân-ı deryâ olacak olan Hızır Reis ile kardeşleri İlyas ve Oruç reislerin yönetiminde Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirdikleri görülür. Barbaros Hayreddin, Osmanlı döneminde yetişmiş en büyük denizci idi. Barbaros’un idâresindeki Osmanlı donanması, 1538’de Andrea Doria komutasındaki birleşik haçlı donanmasını Preveze’de büyük bir bozguna uğratarak, Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirdi. Turgut Reis’in komutasındaki Osmanlı donanması, 1560’da Cerbe’de başka bir Haçlı donanmasını mağlup etti. 1566’da başarısız bir Malta Kuşatması gerçekleştirildi. Kıbrıs’ın fethi sırasında önemli hizmetler veren donanma, aynı yıl (7 Ekim 1571) hazırlıksız yakalandığı İnebahtı deniz savaşında Don Juan komutasındaki birleşik Haçlı donanması tarafından büyük bir darbe yemiş ve gemilerinin çoğunu kaybetmiş olmasına rağmen, gücünün zirvesindeki Osmanlı devleti, altı ay gibi kısa bir süre içerisinde eskisinden daha güçlü bir donanma hazırlayarak denizlere indirmeyi başarmıştı. XVII. yüzyılda, Osmanlı donanması eski gücünü kaybetti.

XVIII. yüzyılda Mezomorta Hüseyin Paşa’nın girişimleriyle Osmanlı donanmasında reforma gidilmişse de, donanmayı eski gücüne kavuşturmak mümkün olmadı. 1773’te Kaptân-ı Deryâ Cezayirli Gâzi Hasan Paşa’nın girişimleriyle bir Bahriye Mektebi açıldı. 1776’da Tersâne-i Âmire yakınlarında Bahriye Mühendishânesi açıldı.

II. Mahmud döneminde 1827’de Navarin’de imhâ edilen Osmanlı donanmasının yerine Amerikalı mühendislerin de yardımıyla yeni bir donanma inşâsına girişildi; bu dönemde Osmanlı tersânelerine modern deniz sanâyii girmeye başlamıştı.

Sultan Abdülmecid döneminde 1840’da Bahriye Meclisi kuruldu ve donanmayı modernleştirme çalışmaları devam etti. Şirket-i Hayriye denen ilk denizlik şirketi de bu dönemde kurulmuştu. 1867’de, Sultan Abdülaziz döneminde Bahriye Nâzırlığı kuruldu; yabancı ülkelerden çok sayıda modern savaş gemileri alındı. Ne var ki, büyük paralar harcanarak kurulan bu deniz gücü, II. Abdülhamid döneminde Haliç’te çürümeye terk edildi ve yeterince kullanılamadı. 1909’da Donanma Cemiyeti’nin çabalarıyla oluşturulan Osmanlı donanması, I. Dünyâ Savaşı sırasında Îtilâf devletlerinin Çanakkale’yi geçmesini engellemişti. Ne varki, Osmanlı donanması, savaşın sonunda Marmara’da gâlib devletlerin kontrolüne girdi.

Donanma, Kaptan Paşa veyâ Kapnân-ı Derya denen bir deniz kuvvetleri komutanı tarafından idâre olunurdu. Deniz kuvvetleri, tersâne halkı ve muhârib sınıftan oluşan ve Tersâne Ocakları denen bir ocaktan ibâretti. Tersâne halkı, esas olarak gemi yapımıyla meşguldü. Kaptân-ı Deryâ’nın dışındaki yüksek rütbeli komutanlar ise Tersâne Kethüdâsı ve Tersâne Ağası idi.