OSMANLI MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI - Ünite 1: Devlet, Saray, Hanedan, Padişah ve Divan Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Devlet, Saray, Hanedan, Padişah ve Divan

Ünite 1: Devlet, Saray, Hanedan, Padişah ve Divan

Devlet

Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir halkın örgütlenmesine devlet diyoruz. Devlet kavramı da tarih içerisinde, toplumların sosyo-ekonomik yapılarına ve egemen gücün/teşkilatın şümulüne göre değişiklikler geçirmiş, modern çağda ulus-devlet dediğimiz yapı ortaya çıkmıştır.

Beylikten Devlete

Osmanlı Devleti XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’nun kuzey-batı ucunda yarı-bağımsız bir uc beyliği olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu beylik kısa sürede sınırlarını genişletmiş ve bağımsız bir devlete doğru gelişmiştir.

Osmanlı Devleti ilk kaynaklarda Osmanoğulları (Âl-i Osman), Gaziler olarak geçer. Bilahare Devlet-i aliyye(-i Osmaniye) ve Devlet-i âl-i Osman kavramları ortaya çıkar. Yabancı kaynaklarda ise Türk Devleti, Türk İmparatorluğu, Osmanlı (Othmanli, Othoman, Ottoman) devleti vb. kavramları kullanılır.

Osmanlı Devlet yapısını anlamak için Osmanlı Devleti’nin miras aldıkları egemenlik ve devlet anlayışını kısaca açıklamak gerekecektir.

Egemenlik Anlayışı

Devlet, halk, ülke, hâkimiyet ve teşkilattan oluşur. Eski Türklerde devlete el/il denirdi. Tarihteki büyük Türk devletlerine baktığımızda Hunlarla birlikte gevşek bir kabileler konfederasyonu yapısından Osmanlı Devletinde merkeziyetçi imparatorluğa uzanan bir çizgi gözlüyoruz. Bu süreçte Göktürkler ve Uygurlar gibi İslâm-öncesi devletlerin tecrübeleri üzerine ilk Müslüman Türk devletlerinin ve özellikle Selçukluları n meydana getirdiği bozkır geleneğiyle yerleşik İslâm medeniyeti geleneklerinin sentezi ortaya çıkmıştır.

Eski Türklerdeki kut kelimesinin anlamı çok tartışılmış, saadet, mutluluk, baht, talih gibi anlamlarının aslında ikincil derecede önemli olduğu, hâkim anlamının devlet/devletlû olduğu üzerinde durulmuştur. Kut’un aslında siyasî hâkimiyet kudreti anlamında anlaşılmaktadır.

Osmanlı devlet yapısında hükümdar-reâyâ ilişkisi ve araya başka unsurlar konmadan reâyânın doğrudan sultana şikâyet hakkının bulunması hanedanın tebaa nezdindeki meşruiyetini sağlamada ve -dinî-mezhebî saiklerden kaynaklanan bir iki hareket dışında- halk isyanı denilebilecek hareketlerin vuku bulmamasında bu özelliğin etkili olduğu anlaşılıyor.

Örfî Hukuk ve Devlet

Orta Asya Türklerinde sosyal ve siyasî düzen örfî hukuka, yosuna dayanır ama yosun, kurucu Kağanın iradesiyle törü/türe halini alır. Devlet kurucusu Türk hükümdarlarının kanun koymaları işte bu geleneğin bir ifadesidir. Osmanlı Beyliğinde de Osman Bey bağımsızlığını ilân edince kanun koymuştur.

Osmanlı devletinde örfî-sultanî hukuk alanı hükümdarların kendi iradesine dayanarak şeriatın kapsamına girmeyen alanlarda kanun koyma yetkisini kullandığı bir alandır. Esasen bu, Osmanlı Devletinden önceki Müslüman Türk devletlerinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Hindistan’da Türk Delhi Sultanları (1206-1412) tarafından zavabit adı verilen kanunların çıkarıldığı bilinmektedir.

Padişahlar, kendileri kurallar koyabildiği gibi örf ve adetleri de kanunlaştırırlardı. Fatih Kanunnamesindeki “Bu kanunname atam dedem kanunudur, benim dahi kanunumdur, evlad-ı kiramım neslen ba’de neslin anınla âmil olalar” ifadesi sultanların kanun koyma yetkisini ve bu kanunların bağlayıcılığını net bir biçimde ortaya koyar. Ayrıca bu kanunları düzenleme işiyle yükümlü olan nişancı, adeta şeyhülislamın örfî hukuk sahasındaki dengi sayılmıştır

Devlet Anlayışının Temeli: Adalet

Türk-İslâm devlet telakkisinin en temel kavramı olarak karşımıza çıkan adalet kavramı İslâm siyaset literatüründe daire-i adliye (adalet çemberi) adlı bir formülasyonla ifade edilir. Bu kavram başlıca beş unsurun birbirleriyle bağlantılarını ifade eder:

Mülk yani hükümdarlık ve devlet; Asker/Kuvvetli bir Ordu; Hazine/Güçlü bir ekonomi; Reaya/Müreffeh bir halk; ve Adalet.

Bir daire oluşturan bu kavramlaştırmada her bir unsur önemlidir ve bir zincirin halkaları gibidir. En temel iki unsur mülk ve adalet unsurlarıdır. Bu ikisi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve biri olmadan diğeri asla olamaz ve zincirdeki diğer halkaların sağlığı da büyük ölçüde bu ikisine bağlıdır. Mülk yani ülke ve hükümdarlık ancak adil bir yönetimle ayakta durabilir ve nizamın/düzenin devamı sağlanabilir. Adalet kavramının zıddı zulüm, nizam kavramının zıddı ise ihtilâl ve fetret (yani kargaşa ve anarşi)’tir. Adalete o denli önem verilir ki, İslâm dönemi eserlerinde “Küfrile dünya durur, zulmile durmaz” darbımeseli sıklıkla zikredilmiştir. Yani bir ülkenin yöneticileri Müslüman olsa dahi orada zulüm varsa düzen olmaz; bunun aksine Müslüman yöneticisi olmayan bir ülkede eğer adalet hâkimse düzen olur.

Saray

Osmanlı Devlet teşkilâtı ve yönetiminde sarayın, niteliğinde dönemlere göre değişiklikler olsa da, çok merkezî bir rolü olmuştur. Hükümdar ve Saray devlet sisteminin merkezidir. Sarayın özel ve resmî fonksiyonları bir aradadır. Yani saray hükümdar ve hanedanın özel hayatının geçtiği mekân olmanın yanında devlet işlerinin yürütüldüğü merkezdir.

Saray harem, enderun (iç kısım) ve bîrun (dış kısım) bölümlerinden meydana gelir. Her üç bölüm de değişen oranlarda kamu hizmeti fonksiyonu görür.

Bîrun

Kelime anlamı dış, taşra olan bîrun Osmanlı sarayının ana girişinden sonra gelen kesimine verilen addır. Sarayın birinci avlusunda bîrun erkânı yer alır. Sadrazam dâhil devlet yöneticileri bir anlamda bîrun görevlisi sayılabilirse de uygulamada bîrunda enderunda olmayan kapıkulları ile divan hizmetlileri bulunur. Devlet hizmetleri bu kısımda görülür.

Enderun

Kelime anlamı “iç, içeri” olan ve hükümdarın resmî ve özel hayatının içiçe geçtiği Enderun’un amiri Babüssaade Ağasıdır. Burası içoğlanların (gulamlar) hizmet ederek hizmet içi eğitim gördüğü bölümdür. Enderun Mektebi I. Murad devrinde Edirne Sarayında kuruldu. Daha sonra Fatih Sultan Mehmed Yeni Sarayda (Topkapı Sarayında) bu mektebi kurdurdu. II. Bayezid ise buna ek olarak Galatasaray’ında da devşirmeler için okul kurdu. Devşirme çocuklarının en seçkinlerinin eğitildiği Enderun Mektebinde devşirmenin kalktığı daha sonraki dönemlerde bazı önde gelen aile çocuklarının yanında devlet adamlarının köleleri de eğitim gördü.

Kul Sistemi

Osmanlı klasik sisteminin en önemli dayanaklarından biri kul sistemidir. Osmanlı Devleti kul sistemini Selçuklu gulam sisteminden tevarüs etmekle birlikte kendi gayrimüslim tebalarının çocukları için devşirme usulünü getirmeleri bakımından daha önceki sisteme bir yenilik getirmişlerdir. Orhan Gazi döneminden başlayarak kölelerden yönetici yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid döneminde kul sistemi iyice yerleşti ve yalnızca idarî makamlar değil timarlar da kullara verilmeye başlandı.

II. Mehmed devrinde üst düzey askerî-idarî makamlar büyük ölçüde kullara verildi. Artık vezirlik kullara has bir makam sayılmaya başlandı. XVI. yüzyılda da sistem daha da gelişti ve derinleşti. Kapıkullarının sayısı arttı. Yüzyıl sonlarından itibaren devşirme sistemi dışından kaynaklardan saraya ve yönetici tabakaya adam alınmaya başlandı. Böylece sistemin niteliğinde değişiklikler yaşandı.

Harem-i Hümâyun

Harem kelimesi, yasak, yasa-dışı olmak, kutsal veya dokunulmaz anlamlarını içerir. Mekke ve Medine Haremeyn, Kudüs’teki merkezi Müslüman arazisi Harem-i Şerif olarak adlandırılır.

Haremin yanlış yorumlanmasının başlıca sebebi, modern batı düşüncesinde ailenin özel alan olarak düşünülmesi ve haremin bu özel/kamusal bölünmesi kavramının İslamî bir tezahürü olarak varsayılmasıdır. Hâlbuki genelde toplumda ama daha önemlisi haremde yaşlı kadınların özel alanın dışına taşan nüfuzları vardır. Ailenin erkek üyeleri üzerindeki etkilerinin yanında İslâm hukukunun mülkiyet düzenlemeleri de kadınların gücünü etkilerdi.

Haremdeki kadınların başında Valide Sultan yer alır. Hükümdarın eşleri, kızları, oğulları, kardeşleri buradadır. Ölen hükümdarın harem halkı, Topkapı Sarayından ayrılıp Eski Saraya giderdi. Valide Sultanlar, hükümranlık gücünün bekçileri olarak, hanedanın yenilenmesini güvence altına almaktan da sorumluydu. Bu kadınlar, hanedanın kuşakları arasındaki bağı oluşturan ve hanedan tehlikeli derecede tehdit altında kaldığı zaman sürekliliğini simgeleyen bir tür anaerkil otorite sahibi oldular.

Hükümdar/Sultan

Osmanlı hükümdarlarının ilk başlarda bey unvanını kullandıkları anlaşılıyor. Bununla beraber İslamî nitelikleri vurgulayan unvanların da söz konusu olduğu kesindir. Orhan Bey’in 1337 tarihli Bursa Şehadet Camii kitabesinde sultanü’l-guzat yani gaziler sultanı olarak anıldığı, bunun yanında gazi oğlu gazi, merzban-ı âfâk (ufukların bekçisi), pehlivan-ı zaman (zamanın kahramanı), gibi sanlarla anıldığı bilinmektedir.

Örfî açıdan Osmanlı hükümdarları beğ ve emir unvanlarını kullandılar. Hıristiyanlarla yapılan anlaşmalarda II. Mehmed ve hatta II. Bayezid bile emir unvanını kullanmıştır. Müslümanlarla ilişkilerde ise sultan unvanı tercih edilmiştir. I. Murad’dan itibaren Orta Asya geleneğinin bir işareti olarak han unvanının tuğralarda ve kitabelerde kullanıldığı görülmektedir. Sikke sahibi hükümdar olarak Orhan’dan itibaren sultan unvanı kullanılır.

Mısır Memlukları Osmanlı hükümdarlarına, halifeye bağlı sahibü’l-ucat yani uçları n yöneticisi gözü ile bakardı. Ancak Yıldırım Bayezid Halifeden “Rum Sultanı” unvanın, talep etmiş ve halife de bu isteği kabul etmiştir.

İki karanın ve iki denizin hükümdarı (Sultanü’l-berreyn ve hakanü’l-bahreyn) olarak anılan Fatih Sultan Mehmed, şahsında Orta Asya, İslâm ve Roma hükümdarlık geleneklerini birleştiren, Osmanlı Devletini cihanşumül bir imparatorluk mertebesine yükselten padişah ve sultan olarak tanımlanır.

Yavuz Sultan Selim’in Memluk Devletine son vermesi üzerine Mısır’daki Abbasî halifesi İstanbul’a getirilir ve Yavuz Hadimü’l Haremeyni’ş-Şerifeyn (İki kutsal kentin hizmetkârı) unvanını alır.

Hanedan (Taht Veraseti, Cülus, Evlilikler)

Osmanlı hanedanının tarihî belgelerle kesinlikle kanıtlanmış atası Osman Bey’in babası Ertuğrul’dur.

XV. yüzyıla ait kaynakların bir kısmı Osmanlı ailesinin Oğuz Han’ın torunlarından Gün Han oğlu Kayı’ya, bir kısmı da Gök Han oğullarına bağlar. Ankara Savaşından sonra Emir Süleyman’ın yanında bulunduğu bilinen Ahmedî’nin İskendernâme’sinin sonunda yer alan Dâstân ve Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman’da Ertuğrul’la birlikte Oğuz ve Gök Alp’ten çok kişi olduğu yazılıdır. Yirmi yıl kadar sonra Yazıcızade’nin Tevarih-i Âl-i Selçuk’unda ise Ertuğrul’un Kayı boyuna mensup olduğu ifade edilir. II. Murad devrinde Kayı boyunun damgası paralarda yer aldı.

Taht Veraseti

Türk devlet geleneğinin Osmanlı Devletine kadar en bariz özelliklerinden birisi, ülke yönetimi bakımından yönetici hanedan mensuplarının konumlarıdır.

Karahanlı devletinde ülkenin tümünü yöneten Arslan Kara Han unvanlı hükümdarın yanı sıra belirli bölgelerde adeta yarı-bağımsız bir konumda bulunan Buğra Han ve ‹lig Han ile daha düşük düzeyde Tegin Han unvanlı hanedan mensupları vardı. Selçuklularda da Selçuk’un oğullarından Arslan döneminde kardeşleri ve yeğenleri değişik bölgelerde idarecilik yapıyordu. Daha sonra devletin bağımsız bir statüye eriştiği dönemde Tuğrul ve Çağrı Bey ile amcaları Musa (İnanç) Yabgu üç ayrı merkezde ama Tuğrul’un sultan olarak otoritesi altında ülkeyi yönettiler; bunların yanında hanedanın melik, hatta ileriki dönemlerde unvanlı başka mensupları da belirli bölgeleri yönetiyordu. Sultan Sencer sultan-ı âzam unvanını kullanırken Irak Selçuklularının başında sultan unvanlı yeğeni bulunuyordu.

Türk tarihinde devlet anlayışı ve devlet teşkilatının gelişmesi sürecinde Hunlardan Göktürklere, Karahanlılardan Selçuklulara ve onlardan Osmanlı Devletine ilerleyen çizgide merkeziyetçilikte bir artış olgusu giderek belirginleşmiştir. Anadolu Selçukluları çoğunlukla merkeziyetçi bir eğilim gösterse de II. Kılıç Arslan’ın daha sağlığında ülkeyi 11 oğlu arasında paylaştırması ondan sonra gelenleri bir müddet uğraştırdı. Alaeddin Keykubad döneminde en parlak dönemini yaşayan Anadolu Selçukluları Moğol istilasının ardından süratle zayıflarken bu süreçte hanedan anlayışının yol açtığı sorunlar da etkili olmuştur. Onların yerini alan beyliklere baktığımızda ülüş sisteminin etkilerinin devam ettiğini gözlüyoruz.

Bu beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği ise Osman Bey’den başlayarak, ülke yönetiminde hanedan mensuplarına yer vermekle birlikte, devletin birliğini koruma uygulamasını yerleştirmeye çalıştı. Bu çerçevede, tahtta hak iddia etmesi muhtemel hanedan mensuplarıyla ilgili olarak, Osmanlı Devletinde diğer Türk devletlerinden farklı ilk uygulama, I. Murad’ın Kosova’da şehit düşmesinin ardından oğlu I. Bayezid tahta geçirilirken diğer oğlu Yakup Bey’in katledilmesidir. Daha önce vuku bulan I. Murad’ın oğlu Savcı’nın isyanı karşısındaki tavrı, yani gözlerine mil çektirilmesi, daha sonra da öldürülmesi önceki devletlerde de benzeri görülen bir uygulamadır.

Şehzadeler ve Şehzade Sancağı

Osmanlı Beyliğinin ilk dönemlerinde Osman Bey’in arkadaşları ve aile mensuplarının yönetime katıldığı yani ülüş sisteminin uygulandığı anlaşılmaktadır. Bu gelenek Orhan Gazi döneminde de devam etti. Osmanlı Devleti kuruluştan itibaren tahta geçmeye aday şehzadeleri sancaklarda görevlendirdiler.

Yıldırım Bayezid’in oğullarının çoğu babalarının sağlığında çeşitli sancaklarda görevliydi. Özellikle bu devirden sonra Amasya ve Manisa en önemli şehzade sancağı merkezi olarak göze çarpar. Fatih devrinden önce Kütahya, Balıkesir; sonra ise Konya, Kastamonu, Trabzon gibi eski beylik ve devlet merkezleri de şehzade sancağı oldu.

Sadece oğullar değil, sancağa çıkacak yaşa gelen torunlara da sancak verilmekteydi. Bazı kaynaklarda 15 yaşında sancağa çıkmaktan söz edilse de uygulamada daha küçük veya büyük yaştaki şehzadelerin sancaklara tayin edildiği görülür. Şehzadelerin sancağa gönderilmeleri onların siyasî erginliğe eriştiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmiştir.

Hükümdarların savaşlar dolayısıyla uzak topraklara gitmesi durumunda yerlerine oğullarından birini payitahtı korumak için bırakması da, şehzade sancağı uygulamasının yürürlükte olduğu dönemin özelliklerindendir.

Şehzadelere sancakta lalaları ve anneleri eşlik eder, ayrıca kalabalık bir kapı halkları olurdu. Lalalar sultan tarafından şehzadeyi denetlemekle görevlendirilirdi.

Hanedan Mensuplarının Evlilikleri

Osmanlı Devletinde hanedan kızlarıyla evlenmede ilk iki hükümdardan sonra, bir iki istisna dışında, özellikle Müslüman hanedan kızlarından çocuk sahibi olmadıkları ileri sürülmüştür. Öte yandan II. Mehmed’den itibaren Hıristiyan hanedanlara mensup kızlarla evlenme ihtiyacı da ortadan kalkmıştır.

Hanedana Alternatif Arayışları

Osmanlılar tarihin en uzun süreli ve kesintisiz hükümdarlık yapan hanedanıdır. Bununla birlikte tarihte hanedanının devamlılığının tehlikeye girdiği ve alternatif arayışlarının meydana geldiği dönemler de olmuştur. Bu meyanda Osmanlı hanedanına alternatif olarak adı en çok öne çıkarılanlar Cengiz soyundan olan Kırım hanları olmuştur. 1703’de Edirne Vakası sırasında Sokullu Mehmed Paşa ile II. Selim’in kızı İsmihan Sultanın evliliğinden doğan İbrahim Han’ın soyundan gelenlerin de adı Osmanlı hanedanına alternatif olarak geçmiştir. Ne var ki kriz dönemlerinde ortaya çıkan bu tür tasavvurlar Osmanlı hanedanının meşruiyet kaynağının gücü ve devletin birliğini birarada tutan rolü karşısında ciddi bir destek bulamamıştır.

Divan-ı Hümâyun

Divân-ı Hümâyun Osmanlı devletinin klasik döneminde XV. yüzyıldan XVII. yüzyıl ortalarına kadar en önemli yürütme ve danışma organıdır.

Divan-ı Hümâyun’da ülke ve devlet yönetimine dair siyasî ve idarî konular görüşüldüğünden onu bir icra ve danışma organı olarak tanımlamak gerekir. Divan’da aynı zamanda adlî işler de görülürdü. Şer’î konulardaki şikâyetlere kazaskerler, örfi konulardakilere ise nişancı ve vezirler bakardı. Eyalet ve şehzade divanlarının da mezalim (şikâyetlerin görüşülmesi) işlevi vardı. Kadı mahkemelerinin kararlarının temyiz edileceği bir yargı mekanizması yok idiyse de Divan-ı Hümâyun’da bu konudaki şikâyetler de ele alınırdı.

Padişahın divan toplantılarına katılmadığı dönemde toplantılara onun mutlak vekili konumundaki veziriazam başkanlık ederdi. Osmanlı devletinde ilk dönemlerde tek vezir varken daha sonra vezir sayısı artmış, birinci vezire veziriazam unvanı verilmiştir. Fatih Kanunnamesinde Padişahın mutlak vekili ve herkesin büyüğü olarak tanımlanan veziriazam aynı zamanda padişahın katılmadığı seferlere serdar-ı ekrem unvanıyla başkomutanlık ederdi. Diğer vezirlerin sayısı 3 ila 7 arasında değişmiştir. Kubbealtı veziri denilen bu kişiler de zaman zaman serdar unvanıyla seferlere komutanlık ederdi.

Divan’ın vezirler dışındaki üyeleri, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, Nişancı, Rumeli ve Anadolu Defterdarları idi. Kazaskerler ilmiye sınıfının tayin, azil vb. işleriyle, şer’i konularda intikal eden davalara bakarken Müfti-yi Kanun olarak tanımlanan Nişancı kanunların tedvini, tahrir işlemleri vb.nin yanında ferman ve beratlara Padişahın tuğrasını çekmekle yükümlüydü. Nişancı ve emri altındaki reisülküttab Divan bürokrasisini idare ederdi. Defterdarlardan Rumeli Defterdarı aynı zamanda Başdefterdar idi. Devletin malî işlerinde Padişahın vekili olan defterdarların emri altında giderek gelişen bir bürokratik aygıt, maliye kâtipleri vardı. Yeniçeri Ağası vezirliğe yükselince Divan üyesi olurdu. XVI. yüzyılda Osmanlı donanmasının gelişmesine paralel olarak Kaptan-ı Derya da Divan üyesi oldu. Rumeli Beylerbeyi ise İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Divan toplantılarına katılırdı.

Divan toplantıları dışında veziriazam konağında ikindi vakti toplanan İkindi Divanı’nda devlet işleri görüşülür, divan toplantılarında bitmeyen konular ele alınırdı.

Nişancının nezaretinde Reisülküttab’ın başkanlığında divan kararlarını yazmak, göndermek ve saklamak görevlerini yürüten bürolar (Divan Kalemleri) vardı. Bu kalemler ve görevleri şöyleydi:

  • Beylik Kalemi:Divan kararlarıyla ilgili evrakın (ahkâm, mühimme, şikâyet, name-i Hümâyun vb. belgelerin, hazırlanması ile görevliydi.

  • Tahvil Kalemi:Üst düzey görevlilerin hasları ile zeamet ve timarların kaydından sorumluydu.

  • Rüus Kalemi:Vakıf personeli, din görevlileri, kâtipler, saray ağa ve hademeleri, kale görevlileri vb. atama ve diğer işlerinden sorumluydu.

Divan’daki diğer bürolar şunlardı:

  • Amedî Kalemi:XVIII. yüzyılda kuruldu. Sadrazamın padişaha yazıları (telhis, takrir), yabancı devletlere yazılan her türlü yazı burada hazırlanırdı.

  • Vakanüvislik:Resmî tarihçilik asıl Fatih devrinde şehnamecilik şeklinde ortaya çıktı. XVIII. yüzyıl başlarında Divan-ı Hümâyun kalemleri arasında vakanüvislik oluşturuldu.

  • Divan-ı Hümâyun Tercümanlığı:Tercümanlar yabancılarla yazışmalar ve görüşmeler için görevlendirilen genellikle yabancı dil bilen mühtediler arasından seçilirdi.