OSMANLI TARİHİ (1789-1876) - Ünite 3: IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821) Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: IV. Mustafa’nın Tahta Çıkışından Rum İsyanı’na Kadar (1807-1821)

Giriş

Osmanlı Devleti, 1806 yılında hem İngiltere hem de Rusya ile aynı anda savaşmak zorunda kalacağı bir kaosun içine sürüklenmekten kendisini kurtaramadı. İçerideki şikâyetlere eklenen iki cepheli savaş, aslında Nizâm-ı Cedîd hareketi kadar III. Selim’in kaderini de belirleyecek olan süreci harekete geçirmişti. Nihayet Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan indirilirken Nizâm-ı Cedîd programı da son buluyor ve Osmanlı tahtına IV. Mustafa çıkıyordu.

Islahatın Kesintiye Uğraması

Kabakçı Mustafa’nın başlattığı isyan 25 Mayıs 1807 tarihinde başlayan başkaldırı, kısa sürede Osmanlı başkentini tehdit eden bir ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanmanın başlamasından sadece birkaç gün sonra III. Selim tahttan indirildi ve IV. Mustafa, Osmanlı tahtının yeni sahibi oldu. IV. Mustafa’nın kısa sürecek saltanatı, Nizâm-ı Cedîd’in sona ermesi ve ulema ile Yeniçeriler arasındaki ittifakın galibiyeti anlamına gelmekteydi.

İsyanın liderliğini yapan Kabakçı Mustafa, kendisine Turnacıbasılığı layık görürken yakın arkadaşları da başka önemli makamlara getirilmişti.

Turnacıbası: Yeniçeri Ocağı’nı oluşturan 196 ortadan 68. ortaya Turnacı, başındaki kişiye ise Turnacıbaşı denilmiştir. Yeniçeri Ocağı için alınan devşirme çocukların toplanması, Turnacıbaşının göreviydi.

İsyana karışanların ileride karşılaşmaları muhtemel tehlikeleri tahmin ederek elde ettikleri hüccet, bir bakıma Kabakçı Mustafa’nın başlattığı hareketin istenilen amaca ulaştığını göstermekteydi.

IV. Mustafa’nın saltanatının ilk günlerinde Osmanlı Devleti hem askeri bakımdan hem de asayiş açısından tam bir karmaşayla karşı karşıya kalmıştı. Özellikle Nizâm-ı Cedîd taraftarı olmakla suçlanan yetkililer, hem İstanbul’dan hem de Rumeli’deki ordudan kaçarak bu şartlar altında Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar. Osmanlı tarihinde Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınan III. Selim ve Nizâm-ı Cedîd taraftarları Rusçuk Yârânı olarak anılacaktı.

1807’de Fransız ordusu, bu defa Friedland’da Rus ordusunu mağlup ederek kesin bir zafere imza attı. Bu galibiyet, Fransa’ya karşı oluşturulan Üçüncü Koalisyon’un sonu anlamına geldiği gibi Napoleon ile Rus Çarı I. Alexander arasındaki diplomatik uzlaşmanın da zeminini hazırladı. İki imparator 1807 yılı Temmuz ayında Niemen Nehri üzerinde bir salda buluştular. Bu mülakat Tilsit Anlaşması (9 Temmuz 1807)’nın imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu anlaşma ile Rus Çarı, Napoleon’u, Batının İmparatoru olarak kabul ederken Fransız İmparatoru da I. Alexander’ı, Doğunun İmparatoru olarak selamlıyordu.

Tilsit Anlaşması ile ortaya çıkan Fransız-Rus uzlaşmasının temel hedefi, Napoleon’un deyimi ile Avrupa’daki bütün kötülüklerin kaynağı olan İngiltere’ydi.

Her ne kadar Tilsit Anlaşması, Napoleon’un, İngiltere’yi yok etme hedefine dönük olsa da Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren hükümler de içermekteydi.

1807 senesi Osmanlı iç siyasetinde III. Selim’in tahttan indirildiği dış siyasette ise Fransız-Rus uzlaşması ile çevrelendiği bir yıl oldu. Böylece iç ve dış gelişmelerin eş zamanlı olarak sıkıştırdığı Osmanlı siyasetinde yeni bir kırılmanın yaşanması kaçınılmaz hâle gelmişti.

III. Selim’in saltanatı sırasında başlayan ve IV. Mustafa’ya devredilen savaş sırasında Osmanlı orduları, hem Doğu hem de Batı cephelerinde Rus orduları karşısında yeterince varlık gösteremediler. İstanbul’daki taht değişikliği ve ardından gelişen karışıklıklar, özellikle Doğu cephesindeki ordunun disiplinini neredeyse tamamen yok etti. Bu cephedeki Osmanlı askerleri Rus rakipleri karsısında tam anlamıyla bozguna uğradılar. Batı cephesindeki ordu da Rus askeri karşısında kayda değer bir başarıya imza atamadı.

1806 yılında başlayan savaş, her iki cephede de Osmanlı’nın neredeyse tamamen bozgununa sahne olmuştu.

Osmanlı ve Rus temsilcileri, Yergöğü yakınındaki Slobozia’da bir araya geldiler. Görüşmelerde Rusya’yı General Laskarov temsil ederken Bâbıâli adına eski Reisülküttab Galib Efendi hazır bulunacaktı.

Slobozia’da varılan uzlaşmaya göre; Rusya başta Eflâk ve Boğdan olmak üzere savaş sırasında kazandığı toprakları 35 gün içinde boşaltacaktı.

Ruslar, Bâbıâli’nin Sırp isyancılarla da bir ateşkes imzalamasını istiyorlardı. Ancak Osmanlı sultanının kendi tebaası ile bir ateşkes imzalaması söz konusu olamazdı.

Osmanlı Devleti’nin, Slobozia’da Rusya ile ateşkese varması bir bakıma Fransa Elçisi Sebastiani’nin etkisi altında gerçekleşmişti.

Bâbıâli, Slobozia’da kararlaştırılan ateşkes anlaşmasını vakit kaybetmeksizin onayladı. Ancak Osmanlı yönetiminin bu aceleci yaklaşımına Rusya aynı şekilde karşılık vermedi.

Slobozia Antlaşması, Bâbıâli’nin tek taraflı onayladığı ancak barış anlaşmasına dönüşmeyen bir ateşkes olarak kaldı. Üstelik Osmanlı yönetimi ateşkesi hızla onaylayarak bölgedeki ordusunu geri çekmek gibi bir hataya da düşmüştü. Bütün bu gelişmelerin ışığında Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki ilişkiler hızla olumsuz bir yöne savruldu.

Alemdar Mustafa Paşa ve II. Mahmud’un Tahta Yükselmesi

Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim’in yerine Osmanlı tahtına IV. Mustafa geçse de bu değişiklik Osmanlı başkentine istikrar getirmekten hayli uzaktı. Özellikle III. Selim taraftarları, bilinen usullere göre gerçekleşmeyen bu saltanat değişikliğinden memnun değildi.

Devletin ya da bürokrasinin içinde yaşanan çekişme sırasında Behiç Efendi, Abdülfettah ve Nezir ağaları, Alemdar Mustafa Paşa’nın padişaha olan sadakati konusunda ikna edebildi. Bu iki isim aracılığıyla IV. Mustafa’dan Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelmesine izin verildiğini belirten bir hatt-ı hümayunu almayı başardı. Ruslarla yapılan ateşkesin süresi biter bitmez Tuna cephesine dönerek savaşa destek olması şartıyla Alemdar’ın askerleriyle birlikte İstanbul’a gelmesinde bir sakınca olmadığına karar verildi.

Sadrazam ile Alemdar arasındaki ittifak, aslında geçici bir durumu ifade etmekteydi. Kaldı ki İstanbul’a ulaştıktan hemen sonra Alemdar’ın icraatı da bunun ispatı olacaktı. Alemdar Mustafa Paşa’nın, başkente gelmesiyle ciddi bir cezalandırma süreci başladı. Özellikle yamaklar, Alemdar’ın ve askerlerinin yaydığı korku ile adeta ses çıkaramaz hâle geldiler. Kabakçı Mustafa İsyanı’na karışanlar ve İstanbul’daki asayişi tehdit edenler, idam edildiler veya sürgüne gönderildiler.

Şeyhülislam’ın, IV. Mustafa’yı ikna etmeye dönük çabaları başarısız oldu. III. Selim ve II. Mahmud’un öldürülmeleri halinde tahtta tek isim olarak kalacağını belirten adamlarının teşviki ile IV. Mustafa, Babü’sSaade’nin kapatılmasına ikna oldu.

Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’in, Babü’s-Saade’nin önünde duran kanlar içindeki bedeninin yanında intikam yeminleri etmekteydi. Şehzade, Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına getirildi. Şehzade Mahmud’a acilen ve geleneklere dikkat edilmeksizin biat töreni düzenlendi. Böylece IV. Mustafa tahttan indirilmiş ve Osmanlı Devleti’nin yeni padişahının II. Mahmud olduğu ilan edilmişti.

II. Mahmud Osmanlı tahtına çıkarken Alemdar Mustafa Paşa da sadrazamlığa getirildi. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa bir taşra âyanı biraz da kendi dayatmasıyla sadrazam olma hakkını elde etmişti.

Alemdar Mustafa Paşa’nın, neredeyse devletin en önemli ismi hâline gelmesi, âyanların varlığı ve Osmanlı siyasetindeki ağırlığının inkâr edilemeyecek bir düzeye yükseldiğini gösterir. Bu gerçeklik II. Mahmud açısından katlanılmaz bir durum olmakla birlikte Alemdar Mustafa Paşa iktidarını sağlamlaştırması için çok önemli bir zemin sağladı.

Alemdar Mustafa Paşa’nın başkanlığında âyanlar, devlet adamları ve askeri temsilciler Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü’nde 29 Eylül 1808 günü bir araya geldiler. Müzakereler sonucunda devlet adamları ile âyanlar arasında Osmanlı tarihinde Sened-i İttifak (7 Ekim 1808) olarak anılacak bir metin kaleme alındı.

Sened-i İttifak, Osmanlı Sultanının âyanların varlığını kabul ettiği dolayısıyla iktidarını hiç de alışılmadık biçimde başka güç odaklarıyla paylaşmayı kabul ettiğini gösterir. Böylece padişahın yetkileri ve otoritesinin sınırlandığı gibi bir izlenimin doğmasına yol açar. Bu içeriği ile Sened-i İttifak, zaman zaman Magna Carta’ya benzetilmiştir.

Sened-i İttifak, sultanın iktidarına âyanların ortak olması anlamına geldiği için Osmanlı devlet geleneğinde kabul edilmesi neredeyse imkânsız bir belgeydi. Ancak âyanların desteği, III. Selim’in kesintiye uğrayan ıslahat programının devam etmesi bakımından önemli bir güvence sağlıyordu. Bu sayede Nizâm-ı Cedîd ile başlayan askerî modernleşme çabaları yeniden canlanmaya başladı. Nizâm-ı Cedîd’in izinden gidilerek yeni bir ordu kuruldu ve Yeniçeri Ocağı içindeki sekbân ortalarının adından esinlenilerek Sekbân-ı Cedîd ismi verildi.

Sened-i İttifak’tan dolayı padişah, Sekbân-ı Cedîd Ordusu’nun varlığından ötürü Yeniçeriler ve bürokrasi içindeki etkileri azaldığı için ulema, Alemdar’a karşı kızgınlık içindeydi. Nitekim Yeniçeriler, 16 Kasım 1808’de yeniden ayaklandılar. Bâbıâli’yi basarak sadrazamın konağını kuşatma altına aldılar.

Alemdar Mustafa Paşa, uzun saatler boyunca isyancılara direndi ancak yardım gelmeyeceğini anlayınca konağın mahzeninde bulunan cephaneliği patlattı. Böylece kendisi ve adamları ile birlikte köşkün tavanında bulunan yüzlerce yeniçeri de hayatını kaybetti.

II. Mahmud, tahtın tek varisi olarak kalmak amacıyla IV. Mustafa’nın öldürülmesini emretti ve eski padişah 17 Kasım 1808’de idam edildi. Bu isyan aynı zamanda Sekbân-ı Cedîd Ocağı’nın da kapanmasına yol açtı (17 Kasım 1808).

II. Mahmud’un Saltanatı’nın İlk Yılları: Barış, Savaş, İsyan ve Avrupa’da Yeni Düzen

Önce Tilsit ardından da Erfurt’ta ortaya çıkan Rus-Fransız ittifakı, saltanatının ilk aylarındaki II. Mahmud için uyarıcı nitelikteydi. Nitekim İstanbul’da artık Fransız siyaseti ve nüfuzunun sonuna gelinmişti.

İngiltere’nin, açıkça Osmanlı ile yeniden anlaşma isteği, kamuoyunda Fransa’ya duyulan tepki ile bir araya gelince iki devlet arasında barışın tekrar kurulmasının önü açıldı.

5 Ocak 1809’da Kala-i Sultaniye Antlaşması’nı imzaladılar. Böylece yaklaşık iki yıldan beri İngiltere’nin, Boğazlara dönük tehdidi de son bulmuş oldu. Antlaşma ile Fransa’nın, Osmanlı siyaseti üzerindeki etkisi zayıflatılırken II. Mahmud da rahat bir nefes alıyordu.

Antlaşmada Rusya ile barıştan bahsedilmesi, Osmanlı Devleti’nin bu konudaki isteğinin bir yansıması olsa da İngiltere ile varılan uzlaşma, Rusya ile ilişkilerde de benzer bir yolu açmadı. Bir yılı askın süredir devam eden fiili ateşkes kısa süre içinde son bulacaktı.

Bükreş Antlaşması (28 Mayıs 1812) ile 1806 yılında başlayan; 1807 yılı Ağustos ayında fiilen bir ateşkes dönemine girilse de 1809 baharı ile birlikte yeniden devam eden Osmanlı-Rus Savaşı sona erdi. Ruslar, savaşın sonunda Besarabya dışında, elde ettikleri bütün toprakları gerivermek zorunda kaldılar. Ancak Kili Boğazı, Ruslarda kaldığı için Tuna’nın bu tarafında da Osmanlı Devleti kadar var olacaklardı. Osmanlı Devleti ise Eflak-Boğdan’ı tekrar aldığı gibi Prut Nehri de iki devlet arasında sınır olarak kalıyordu. Eflâk, bir takım ayrıcalıklar elde ederken savaşın etkisiyle isyan eden Sırplar, bekledikleri bağımsızlığa kavuşamadılar. Ancak elde ettikleri yeni ayrıcalıklar, diğer gayrimüslim topluluklara örnek olacaktı. Her ne kadar Rusya, elde ettiği galibiyetin karşılığını Bükreş Antlaşması’nda alamasa da daha büyük bir tehlikeye hazırlanmak için mantıklı davrandı. Napoleon’un, bütün Avrupa’yı aşarak Rusya’ya doğru ilerlemesi, Çar I. Alexander’ı, bir an evvel Osmanlı ile girdiği savaşı bitirmek zorunda bıraktı.

Sırp isyanı, milliyetçiliğin etkisinin yanı sıra Avrupalı güçlerin teşviki ve Sırbistan’daki Osmanlı yönetiminin zaafları, bölgeyi kitlesel bir huzursuzluk için oldukça verimli hâle getirdi. Özellikle Yeniçerilerin ve bölgedeki âyanların keyfî idareleri Sırpların, 19.yüzyılın hemen başlarında Balkanlardaki ilk isyanı çıkarmalarına zemin hazırladı.

1812 yılında imzalanan Bükreş Antlaşması ile Sırplara birtakım idari ayrıcalıklar tanındı ve Sırplar, Osmanlı Devleti’nden ayrıcalık elde eden ilk toplum oldular. Ancak Kara Yorgi, bağımsızlık ısrarından vazgeçmedi.

Sırplar, elde ettikleri hakları veya imtiyazları, Akkerman (1826) ve Edirne Antlaşmalarıyla (1829) da teyid ettiler. Osmanlı Devleti, ilk defa kendi tebaası olan bir topluma bu denli geniş haklar veriyordu. Bundan sonra Sırplar, Berlin Antlaşması (1878) ile nihai biçimde Osmanlı Devleti’nden koparak bağımsız bir devlet oluncaya kadar ayrıcalıklarını genişleteceklerdi. Ancak asıl önemlisi, Sırbistan’ın kazandığı özerkliğin kısa süre sonra diğer toplulukları da etkilemesi hatta bazı unsurların doğrudan bağımsızlık talep etmesine yol açacak olmasıydı.

Avusturya, İngiltere, Fransa ve Rusya ya da Napoleon’u yenilgiye uğratan ittifakın üyeleri, 18 Eylül 1814’te Viyana’da bir araya geldiler. Dört ülkenin liderliğinde gerçekleşen bu toplantılar, Avrupa tarihinde Viyana Kongresi olarak anıldı ve 9 Haziran 1815 tarihinde imzalanan kararlarla Avrupa’da yeni bir dönem başladı.

Viyana Kongresi, genel olarak Avusturya Başbakanı Clemens von Metternich’in, etkisi altında kaldı. Bu sebeple, kongreden sonra oluşturulan yeni düzen, Avrupa tarihinde Metternich Sistemi olarak adlandırıldı. Kongrede, yeni Avrupa’ya yön verecek pek çok ilke ortaya çıksa da aslında bunların hemen tamamı iki temel kavrama dayanmaktaydı. Metternich’e göre, Fransız İhtilali ve Napoleon Savaşları, Avrupa’daki güçler dengesi (balance of power)’ni yok etmişti. Bu denge yok olunca Avrupa Uyumu (Concert of Europe) da ortadan kalkmıştı. Dolayısıyla yeni düzen, güçler dengesini ve bunun bir sonucu olarak devletlerarası uyumu yeniden inşa etmeliydi.

Viyana Kongresi’nde ilk defa Büyük Devletler kavramının da dolaşıma girdiği düşünüldüğünde Şark Meselesi, dolaylı olarak bu devletlerin ana gündemlerinden biri hâline geliyordu. Bu mesele en basit tanımla; Batılı devletlerin, Osmanlı coğrafyasına dönük siyasi planlarını ifade eder. Aynı şekilde Osmanlı Devleti için de Şark Meselesi, batının yayılma projelerine karşı direnmek veya varolmak anlamına gelir.

Viyana Kongresi’nde Şark Meselesi anılmış olsa da kongreye yön veren Metternich’in, yeni düzenin vazgeçilmez ayrıntıları olarak belirlediği ilkeler, Osmanlı Devleti’ne kısmî bir avantaj da sağlamıştır. Mesela Metternich için en doğru yönetim biçimi monarşidir. Metternich, bu temel prensipten hareketle Osmanlı Devleti’ni de kutsal bir siyasi yapı olarak değerlendirmiştir. Nitekim isyan eden Sırplar, Viyana Kongresi’nden umdukları yardımı bulamadılar.

Merkezî İdarenin Güçlenmesi ve Asayişin Sağlanması

Avrupa devletlerinin Napoleon ile uğraştığı yıllar hem de Napoleon sonrasında kurulan yeni düzenin ilk seneleri, II. Mahmud ve Osmanlı yönetimi için bir nefes alma dönemi oldu. Kendi gündemiyle meşgul olan Avrupa’nın yeni düzeni sağlamlaştırma çabaları, II. Mahmud’un da içerideki sıkıntılarla ilgilenmesinin önünü açtı. II. Mahmud, uzun süredir İstanbul’u rahatsız eden Vahhâbi hareketine son vermeye çalışırken aynı zamanda Osmanlı iktidarının ortağı konumuna yükselen âyanları da etkisiz hâle getirecekti.

Vahhâbiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvahhab’ın, Der’iye emiri Muhammed bin Suud ile uzlaşması, hareketin tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturdu. Böylece İbn Abdülvahhab fikirlerini yaymak için ihtiyaç duyduğu siyasî desteğe kavuşurken İbn Suud da egemenliğini genişletmek için önemli bir dinî isme kavuştu.

II. Mahmud, Bağdat ve Şam eyaletlerindeki birliklerin, Vahhâbilerin yayılması ve Hicaz’ı ele geçirmesine engel olamadıklarını görünce isyanın bastırılması için Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’yı görevlendirdi. Mehmed Ali Paşa, Vahhâbi meselesini tamamen bitirmek amacıyla oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı, Medine’ye gönderdi.

Ahmed Tosun Paşa, yeni girişim karsısında yeterince aktif davranmadığı gerekçesiyle Mehmed Ali Paşa tarafından görevden alındı. Mehmed Ali, Vahhâbilerin bu yeni kalkışmasını bastırmak için diğer oğlu İbrahim Paşa’yı görevlendirdi. İbrahim Paşa, Der’iye Kalesi’ni, yaklaşık beş ay süren bir kuşatmadan sonra teslim aldı. 1818 yılında önce Medine’nin ardından da Mekke’nin anahtarlarının İstanbul’a gönderilmesi, II. Mahmud’u çok mutlu etti ve anahtarları büyük alaylar düzenleterek karşıladı. Der’iye Kalesi’ne sığınmış olan Abdullah ve hareketin önde gelen isimleri ise sağ olarak ele geçirildi. İstanbul’a gönderilen Abdullah ve adamları idam edildi. Böylece III. Selim döneminde başlayıp II. Mahmud’un saltanatının ilk yıllarında da devam eden ve Hicaz bölgesindeki Osmanlı otoritesini sarsan Vahhâbi sorunu ortadan kaldırıldı.

II. Mahmud, Avrupa devletlerinin Napoleon ile uğraşmasını fırsata çevirerek âyanlara dönük faaliyeti başlattı. Bu girişime, önce kolaylıkla üstesinden gelinebilecek âyanlarla başlandı.

Anadolu ve Balkanlarda, âyanlara veya devletin otoritesine ortak olmaya çalışanlara karşı yürütülen hareket, Arapların yoğun olarak yaşadıkları topraklarda da devam etti.

II. Mahmud’un, Anadolu, Balkanlar ve Arap topraklarında İstanbul’un otoritesini tekrar tesis etme çabası, çok önemli sonuçlar verdi. 18.yüzyıl boyunca giderek güçlenen yerel iktidar sahipleri büyük oranda temizlendi.